Türkiye, bir haftadır kadına yönelik şiddetin her yeri ele geçirdiği gerçeğiyle yüzleşiyor. Sadece bir hafta içinde, Beyoğlu’nda sokak ortasında bir tecavüz girişimiyle iki genç kadının tasarlanmış, kan dondurucu bir cinayetle öldürülmesinin art arda gelmesi ve o günden beri arkası kesilmeyen öldürülmüş, kayıp ve tehdit edilen kadın haberleri, uzun süredir bildiğimiz bir gerçeği çarpıcı bir şekilde hortlatmış oldu: Türkiye’de kadınlar her an risk altında yaşıyor ve görünüşe göre, devletin politikaları bu durumu körüklüyor. Bu iki gerçek arasındaki ilişki o kadar açık ki, konuşmanın mümkün olduğu her alanda (sosyal medya, bölgesel eylemler ve meclis kürsüsü) AKP’nin uyguladığı politikalar, cezasızlık, önleyici mekanizmaların olmaması ve elbette bunların tamamını simgeleştiren, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkışın belirleyiciliği yeniden gündem hâline geldi. “Gündemin” yankıları gösteri sahnesinde de kendini gösterdi ve ünlü kadınlara mikrofon tutan magazin gazetecileri soruyu ardı ardına yapıştırdılar: “Efendim son dönemde yaşanan kadın cinayetleri hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Sizce İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasıyla ilgisi var mı?”
Görünüşe göre cevapların yürekliliğiyle ünlülerin ünlülük derecesi arasında bir ters orantı var ve bu durum, canı yanan toplumu son derece öfkelendirmiş durumda. Bu son derece insani bir tepki olsa da durumu değiştirmiyor. Öyleyse bu kişilerin konuşmasına yönelik beklentimizi masaya yatırmamız ve aslında herkesin gözüyle görmekte olduğu gerçeğin yapısal özelliklerini tespit etmemiz gerekiyor: Politik mücadelenin zorunlu gözüktüğü anlarda yıldızlar konuşabilir mi?
YILDIZLAR VE POLİTİK SUSKUNLUK
Tarih boyunca politik konularda konuşan yıldızlar olmuştur ve olacaktır. Hollywood’da Jane Fonda’nın Vietnam Savaşı’nı protesto eden tutumu ya da Türkiye’de Tarık Akan’ın sinemada sansür karşıtı çabaları, şöhretlerinin doruğundayken radikal bir konum sergiledikleri için iyi birer örnektir. Ancak bu tutum gösteri endüstrisi içinde norm değil, sıra dışı birer vakadır. Sebepleriyse aslında herkesin malumudur: Yıldızlar; ticari markalar, yapım şirketleri ve yayın platformları gibi iktidarın inayetine muhtaç kurumlarla göbekten bağlı olduğundan bu ilişkilerde gerilim yaratacak ve yıldız olarak statülerine zarar verebilecek bir konum almaktan kaçınma eğilimindedir.
YILDIZ KİMDİR VE NE İÇİN VARDIR?
Bu noktada, yıldız ve ünlü arasındaki farkı tanımlamak açıklayıcı olabilir: Ünlü kabaca, kendi tanıdığından daha fazla insan tarafından tanınan kişi olarak tanımlanabilir; yıldız ise kimliği gösteri endüstrisinin tanıtım mekanizmaları tarafından bir üretim değeri olarak kullanılan icracıları kapsar. Sözgelimi, posterler veya röportajlarda diğer icracılar yerine yıldız öne çıkarılır, çünkü onun şöhreti daha büyüktür ve daha büyük bir tüketici ilgisi yaratması beklenir. Karşılığında ise yıldıza diğerlerinden çok daha büyük ücretler ödenir. Tüm bu mekanizmanın yıldız aurasını perçinlemesiyle halka tamamlanmış ve yeniden endüstriye aktarılmış olur.
Yıldızlar, hem star sistemi denilen bu mekanizmanın seçilmiş yüzleri, hem de gösteri toplumunun en görünür neferleri olarak sermaye düzeni adına çifte sorumluluk yüklenmiş durumdadır: Bir yanda, başkalarının kendileri kadar ünlü olmayışına dayanan bir geçim sisteminin merkezinde yer alırlar. Temel hedef, sermayeyi koyan kişinin en az harcamayı yaparak en yüksek kârı elde etmesidir: Herkes önde olursa hiç kimse parlamaz ve tüketici kitleleri aynı güçle kendine çekemez. Aynı zamanda yıldızları yıldız yapan görüntü ve imajlar, hayatlarımızı doğrudan yaşamak yerine temsiller dolayımında oyalandığımız gösteri toplumunun en dolaysız araçlarıdır. Bu temsiller hayatlarımızın sermayenin çıkarlarına göre düzenlenmemiş tek bir köşesinin kalmadığı gerçeğinin önüne perde çekerek emekçiler olarak çıkarlarımızla hiç örtüşmeyen fantezilerle özdeşim kurmamıza neden olur. (Tam da bu yüzden, Tarık Akan’ın yakışıklı serseri imajından istifa etmesiyle sansüre boyun eğdiği için Ertem Eğilmez’le yollarını ayırması –ve uzun bir işsizlik– aynı döneme denk gelir.) Böylece kendi hakikatimizi kavrayarak değiştirmek için harekete geçemeyiz. Söz gelimi AKP iktidarında kadın bedenini denetlenecek bir kaynak ve katıksız bir nefretin nesnesi hâline getirenin otokrat bir rejim olduğunu görürüz, ama bunun, küresel sermayenin Türkiye’de arzuladığı iktisadi değişimlerle bağlantısını kurmak kolay değildir. Özellikle de Seda Sayan size “köpekler gibi çalışıp kraliçeler gibi yaşamayı” vadederken.
İMAJLARIN SEFALETİ
Gösteri toplumu emekçi sınıfın çelişkilerini görüntüler arkasına saklarken, yıldızların imajı ise her zamankinden tutarlıdır: “Özgür ruhlu genç kız”, “idealist, güçlü kadın”, “vicdanlı patron.” Bu imajlar farklı tüketici grupları için sınıflandırılmış ve söz konusu grupların politik hakikatinden özenle koparılmıştır. Böylece psikolog olarak kariyerinin başında olduğu hâlde geçim ya da mesleki açıdan hiçbir sıkıntısına tanık olmadığımız genç bir kadının, bir mafya ailesinin dev konağında tutku dolu bir aşk yaşarken sergilediği bağımsız karakter, eş zamanlı olarak orta sınıfa hitap eden bir kot markasının reklamlarına sorunsuzca yerleşir. Veya Türkiye’deki kadın cinayetlerini ele aldığı iddia edilen ama AKP politikalarına dair tek bir referansın yer almadığı polisiye dizinin başrol oyuncusu, kadına yönelik şiddetin gelişigüzelliği karşısında toplumu sarmış şok deneyiminin orta yerinde tutup dizisinin tanıtımını yapabilir.
Yıldızın bunlar yerine politik hakikati dile getiren bir tavır sergilemesi, kendisine yönelmiş endüstri mekanizmalarının ondan vazgeçmesiyle sonuçlanabilir, çünkü orada daha ünlü olmayı bekleyen yüzlerce yetenekli kişi vardır. Daha açık ifade etmek gerekirse, yıldız sıra dışı özellikleri sayesinde olağanüstü bir ilgiye mazhar olmuş bir kişi değil, eylemsiz bir halka ihtiyaç duyan sermaye düzeninin kendisiyle iş birliği yapacak icracılara ayırdığı ufacık tekne, White Lotus oteline ilerlerken kuralları adım adım içselleştiren bir öznedir. Dolayısıyla elinde bulundurduğu düşünülen “etki alanının” sahibi değil, kolaylıkla yerinden edilebilecek olan yüksek maaşlı bekçisidir.
Bu açıdan bakınca, ünlüler dünyası içinde doğru dürüst bir tepki vermeyen yıldızları tespit etme arzusunu yıllar önce ekşi sözlük’te okuduğum, bir babanın kahvaltı sofrasında herkesi cevapsız bırakan sorusuna benzetebiliriz: Domatese kim tuz atmadı?
TÜKETİCİ OLMANIN ÇELİŞKİSİ
Bu manzara karşısında öfkeyle dolan insanlar da tüm bunların farkındadır. Buna karşın bir türlü dinmeyen bu öfke, bana kalırsa sermaye düzeninde kendisine tüketici olarak rol biçilmiş olan yüz binlerin bu konumda hiçbir şeye etki edemediklerini görmesinin çaresizliğidir. Oysa kitlesel medya karşısında tüketimden gelen güç diye bir şey zaten yoktur, sadece bağımlılık vardır. Böyle olmasa, herkesin illallah etmesine rağmen hakiki içerikten yoksun bütün bu vasat gösteriyi tüketmeye devam eder miydik?
Asıl sorun, politika karşısında da bir tüketici gibi güçsüz ve çaresiz hissetmektir. Nitekim Kamusal İnsanın Çöküşü’nde Richard Sennett, modern politikanın da gösteri endüstrisine benzer şekilde yıldızlar yaratarak kitleler karşısında imajı ve üslubuyla heyecan uyandırabilen bir avuç politikacıyı öne çıkardığını belirtir. Politikacı ne kadar yıldızlaşırsa politikasının içeriği o denli boşalır. Zira “yıldızların” sayısı ne kadar az, halk kitleleriyle ilişkisi ne kadar sınırlıysa politik mekanizmaların gerisindeki sermaye düzeninde o kadar fazla güç birikir. O düzen de görünen o ki, statükoyu korumak için kadınların tehdit altında yaşaması gerekiyorsa bunu değiştirmeye gönüllü değildir.
Şu hâlde bütün bu öfkeyi alarak yapılacak tek bir şey vardır: Politikanın tüketicisi değil, üreticisi olmanın peşine düşmek. Örgütlü hareketlere katılmak, kafa yormanın parçası olmak, başka direnişleri de bir araya getirecek bir çerçeve aramak, politika kürsüsünü örgütlü halkla paylaşan partilere yönelmek; meşrebinize hangisi uygunsa. Bu yol kendi içinde çok fazla kararsızlık ve tartışma içeren, yorucu bir yol olacaktır. Ancak şüphesiz, bir ekranın karşısında iki cümle sarf edilmesini beklemekten çok daha iyi hissettirir.
Değişime Uyumlanamayan ve Şiddete Karşı Duramayan Erkeklerin Utancı!