Bir süreden beri edebi yaşanmışlıkların izini sürüyorum. Yazar günlüklerini okumak bir tutku, bir merak oldu bende. Birçok yazarı, canlı, ete kemiğe bürünmüş bir insan olarak tanıma olanağı buluyorum günlüklerinde. İlk kaynaktan; yazarın kendi dünyası, kendi yaşadıkları hakkında yazdıklarından onu tanımak; gerçekçi bir araştırmanın kapılarını açıyor. Birçok satırda yazarla özdeşleştiğimi, benzeri birçok düşünce, duygu ve yaşantıyı paylaştığımı da görüyorum.
Öyküleriyle, çevirileriyle tanıyıp sevdiğimiz Tomris Uyar’ın Gündökümü’nü yeniden okuyorum bugünlerde. Yazarın yirmi beş yıl boyunca tuttuğu günlükleri Bir Uyumsuzun Notları alt başlığını taşıyor. 1975-1979’da yazdıkları, Sesler, Yüzler, Sokaklar bölümünde; 1980-1984 arasında tuttuğu günlükler de Günlerin Tortusu bölümünde toplanmış. Bu iki ana bölüm, Gündökümü I’i oluşturuyor. 1984’ten sonrası da Gündökümü II’de yer alıyor.
Yazarın içinde yaşattığı değerler, yaşantılar ve duygular, değişen koşullarla çeliştiğinde “uyumsuzluk” yaşantısı başlıyor. Tomris Uyar, toplumu ve kendini sorgulamaya başlıyor; düşündükçe, yorumladıkça ‘uyum’dan gittikçe uzaklaşıyor. Düşünmeden yaşamanın kolaycılığına kapılmadan ‘birey olma’ onurunu taşımanın bedeli, onun için yalnızlık ve uyumsuzluk oluyor. Toplumsal koşulları ve dayatmaları kabullenmeyen, topluma aykırı düşen insan, sanata, yazına ve felsefeye sığınıyor. Başka bir seçeneği yok çünkü. Tomris Uyar’ın gündökümleri bu duygu, düşünce ve yazma sancısının sayfalardaki izlerini gösteriyor. Ayrıca 1975’ten 1984’e kadar yaşanan toplumsal olayların ve kaosun yansımalarıyla dolu satırlar:
“29-Kasım-1978- Buz gibi bir ayazda bir çıktım ki kent tükenmiş! Korkunç bir karanlık, bir karabasan çökmüş üstümüze. Yollar panzerlerle, tüfeklerini kalabalıklara doğrultmuş jandarmalarla dolu. Otobüsler boykotta. Kısaca, hiçbir şey işlemiyor, her yer de kapalı. Kasım süresince iyice tırmanan olayların bir dönüm noktası bugün. Demirel hükümeti ayın 25’inde güvenoyu aldı ve aynı gün Abdi İpekçi’nin katil zanlısı Mehmet Ali Ağca kaçtı kaçar oldu (…) Kitaplıkta olağanüstü güvenlik önlemleri yüzünden üstüm başım arandı, uzun süre kapıda bekledim. Neyse, girip çıkabildim sonunda. Yolda, bu koşullar altında bütün bir Kasım’ı okuyarak geçirdiğimi anlamak güç olmadı. Kim bilir kaç dergi kesiği birikti. Kıtayı kavramak adına okuduğum Latin Amerika öykülerinden kaç örnek… Yani kaçış. Bir eleştirmen, ‘Amerikan öyküsü şimdi, şu anda’ yı anlatıyor’ diyor, Latin Amerika öyküleri ise o zaman, o anda’ yı anlatıyormuş. Belki de bizim Latin Amerika edebiyatına sardırmamız buna bağlı. ‘Şu anda’ bizde de anlatılamayacak kadar bulanık… Haliç, leş göğüyle günü ne güzel özetliyor. Herkes, kulağını bir patlamaya ayarlamış sanki. Bir Üçüncü Dünya savaşı ha çıktı ha çıkacak.”
O karanlık günler bir kâbus etkisi yaratmış Tomris Uyar’ın ince duyarlılığında. Son dönemde ülkemizde ve dünyada yaşananlara bakınca kâbusun başka bir biçimde sürdüğünü görüyoruz. Ne yazık ki Tomris Uyar yok aramızda; yaşanan günlerin gündökümlerindeki gerçek bu.
Tomris Uyar’ın günlüklerinde dillendirdiği ve bir kadın yazar olarak yaşadığı kimi zorluklar, ayrı bir inceleme konusu olabilir. Toplumun, kendine evlilikle verdiği eş ve annelik rolüyle yazma tutkusu arasında sıkışıp kaldığı oluyor yazarın. İşte Tomris Uyar’ın, günlüklerinde kendi yazma tutkusunu ve yaratma sancılarını anlattığı bazı satırlar:
“24 Kasım 1977- Marmara Adası’nda bomboş bir otelin taşlığında, geniş bir masada oturuyorum. Adalılarla. Sabah, Ada’nın arka sokaklarını, dik yokuşlarını, kumsalı dolaştım. Yemek pişirdim, çünkü otel kapalı. İçimde bir hikâyenin usul usul biriktiğini duyuyorum. Şakaklarımda korkunç bir basınç var. Her imgeden, her sözden belirtgeler kapıyorum. Gece, bir sürü öyküyle uyudum. Dışarıda fırtına dört dönüyordu. Gemiler kıyıya yanaşamıyor. Havanın buyruğundayım, mahpusum burada. Bu imgelerin belleğin oyuklarından süzülüp damıtılması kolaylaşacak böylelikle.”
12 Haziran 1976 tarihli güncesinde ise sanatçının yaratmak için gereksindiği yalnızlık üzerinde duruyor: “TV’de Gauguin’in yaşamı üstüne bir film. Gauguin’in bir sözü çok etkileyiciydi: ‘Karımı başka bir kadın uğruna bırakmıyorum; yalnız kalmak, resim yapmak istiyorum ben.’ (…) Kişinin özlediği, çoğu kere yabancı bir beden değil, iki santimetrekarelik bir özgürlük alanıdır. Daha önce de birkaç kere, ev işlerine, yazıya ayırdığım zamanın birkaç katını ayırdığımı yazmış ya da sezdirmiştim. Aslına bakılırsa, ev kadınlığından, analıktan kaytarılarak, ev zamanından çalınarak yaratılan ürünleri ille de saygın bulamıyorum. Gelgelelim, tavaların yağlarını sıyırıp tıkalı muslukları açarken yitirdiğimiz zaman hiç de az değil. Hem elinizi kurular kurulamaz masanın başına oturamıyorsunuz, otursanız bile yazma havasına kolaylıkla giremiyorsunuz. Fazlası değil, ama o iki santimetrekarelik özgürlük alanı şart. Özgürlüklerin boğulduğu şu 1976’da Türkiye’de, özellikle sanat çevrelerinde boşanmalar, ayrılmalar, kopmalar hızla arttı. Anlaşmazlıkların çoğu mutlu bir sonla virgüllendi, sorunlar askıya alındı, çözüm ertelendi: evli evine, köylü köyüne. (…) Belki de çoğumuz nasıl bir özgürlüğün peşinde olduğumuzu kavrayamamıştık, bir bölüğümüz, alıştığımız düzen bozulunca özgürlüğümüzü de kullanamıyorduk belki, bir bölüğümüz, rahatı özgürlüğün üstünde tutuyorduk belki; toplumun eleştirileriyle karşılaşmaktan çekiniyorduk (…) Peki, yerleşmiş bir düzeni iki santimetrekarelik bir özgürlük uğruna hangi yiğit tepebilir? Kim mi? Şimdi iki santimetrekareye sahip çıkamadıkları için ilerde bir milimetrekarenin ceremesiyle uğraşacak yiğitler.”
Günümüzde de birçok kadın yazarın çelişkisidir bu. Neyse ki gelişen teknolojiler, evlerde kadınların özgürlük alanını epeyce genişletti; kadınlara değerli pek çok zaman armağan etti denilebilir. Ancak, asıl değişmesi gerekenin ataerkil zihniyet olduğu gerçeği, çoğu kez görmezden geliniyor. Son zamanlarda sorgulamalar daha çok evlilik kurumunun kendisine de yöneltilmekte. Bu noktada, toplumun evlilik koşullandırmasına kendi bireysel yazma özgürlüğü adına karşı çıkan, bu uğurda yapayalnız bir yaşamı göze alan Fransız günlük yazarı Henri Frederic Amiel’i de anımsıyorum.
Tomris Uyar gibi nitelikli günlük yazarları, yaşanmışlıklardan edindikleri deneyimler sonucunda toplumda gördükleri sahtelik ve yanlışlıkları, önce kendilerine, sonra diğer insanlara içtenlikle dile getiren; ruhları ve vicdanları yüzleşmelerin, farkındalıkların derin anlamlarıyla dolu kişilerdir.
En değerli bilgi, yaşamdan, yaşanmışlıktan süzülüp gelen bilgi olduğu için bu yolla edinilen bilgi, kalıcı izler bırakır insanda. Tıpkı yaşamın Tomris Uyar duyarlığını, inceliğini taşıyan Gündökümü sayfalarındaki kalıcı izleri gibi.
Halikarnas Balıkçısı’nın Gülen Ada ve Deniz Kızı öykülerindeki dünya