Sevgi duymak ve sevilmek oldukça doğal bir insan ihtiyacı olarak öne çıkıyor.
Sosyal yaşamımızda da sevildiğimizi hissettiğimiz anlarda motivasyonumuz yükselirken, sevmediğimiz ya da sevilmediğimize kanaat getirdiğimiz dönemlerde ise kendimizi daha eksik hissetmemiz mümkün olabiliyor.
Yine de hayatımızın her anında sevmek, sevilmek, sevdiğimiz kişi ya da olaylarla karşılaşmak veya duygusal ve sosyal ihtiyaçlarımızı eksiksiz tatmin etmek pek olanaklıymış gibi durmuyor. Ancak bu, sevginin, sosyal bir varlık olarak insanın ihtiyaç duyduğu temel hislerden biri olmasının ve insan tarafından talep edilmesinin önüne geçemiyor.
Herkesin farklı açılardan tartıştığı “14 Şubat” günü ise bu “sevme/sevebilme” eyleminin “sevgililer günü” statüsüne yükseltildiği ve bu şekliyle takvimlerimizde yer bulan bir gün olarak hayatımızın içerisinde yer alıyor.
Peki, “sevme” fikri insanlar tarafından ne kadar iyi anlaşılıyor? Bunun bireysel ya da toplumsal bir zemini var mı? Sevgiye bir ihtiyaç olarak mı yoksa yalnızca romantik bir araç olarak mı bakmalı? Sevmenin bir sosyo-psikolojik bir boyutu var mı? Ya da 14 Şubat, yalnızca “romantik sevgililere” mi daraltılmalı?
Bu sorular hakkındaki düşüncelerini Fikir Gazetesi ile paylaşan Uzman Sosyal Psikolog Seray Kıvanç, sevginin sosyal yaşamımızda bıraktığı birçok iz olduğunu, hayatımızın her döneminde sevgiye muhtaç olduğumuzu aktarıyor. Öte yandan sevgi ihtiyacının karşılanamamasının hem bireysel hem de toplumsal kimi açmazlar ve hasarlar yarattığını vurgulayan Kıvanç, sevgiyi tek bir günle kısıtlamamak gerektiğinin de altını çiziyor.
“Yalnızca Fiziksel İhtiyaçlarımız Yok, Sevgi de Oldukça Yaşamsal”
“Dünyaya geldiğimiz andan itibaren, hayatta kalmamız ve gelişmemiz için sadece fiziksel ihtiyaçlarımızın değil, duygusal ihtiyaçlarımızın da karşılanması gerekir” diyerek sözlerine başlayan Uzman Sosyal Psikolog Seray Kıvanç, “bir ebeveynin bebeğinin duygusal ihtiyaçlarını karşılayabilmesinde temel anahtarımızın sevgi olduğunu ve bebekken bize bakım veren kişilerle kurduğumuz ilişkinin ilerleyen yıllarda nasıl biri olacağımızı büyük ölçüde şekillendirdiğini” aktardı.
Kıvanç şöyle devam etti:
“Dünyaya güvenle bakabiliyor muyuz, ilişkilerimizde sağlıklı sınırlar çizebiliyor muyuz, yaşamın getirdiği zorluklarla başa çıkabiliyor muyuz? Bütün bunları yapabiliyorsak, bunda büyüdüğümüz evde gördüğümüz sevginin payı çok büyük”.
Bebekler Üzerindeki Deneyin İşaret Ettikleri
Öte yandan sevgi hakkında birçok çalışmanın yürütülmüş olduğundan da bahseden Kıvanç, onlardan biri olan ve sevginin insan hayatındaki önemiyle ilgili çarpıcı ve bir o kadar da insanı rahatsız eden yanı bulunan bir deneyden bahsetti.
Kıvanç, 1944’te ABD’de gerçekleştirilen deneyi şöyle anlattı:
“1944’te ABD’de yapılan bu deney, ebeveynlerini kaybetmiş veya terk edilmiş bebekler ile yürütülmüş. Bir bakım evindeki bu bebekler iki gruba ayrılmış. Bir gruba yeterince ilgi ve sevgi gösterilmiş, diğer gruptaki bebeklerin ise yalnızca temel fizyolojik ihtiyaçları karşılanmış. Duygusal temasın eksik olduğu bu gruptaki bebeklerin yarısının herhangi bir fiziksel hastalık belirtisi olmadan hayatlarını kaybettikleri, hayatta kalanların ise psikolojik ve gelişimsel sorunlarla büyüdüğü görülmüş”.
“Sevgi, Öğretilen ve Aktarılan Bir Olgu”
Sözlerini, “elbette ki sadece bebekken veya çocukken değil, hayatımızın her döneminde sevgiye ihtiyacımız sürüyor” diyerek sürdüren Uzman Sosyal Psikolog, “Dostluklarda, romantik ilişkilerde, aile bağlarında ve hatta toplumsal ilişkilerde bile sevgi sayesinde kendimizi değerli ve güvende hissediyoruz. Sevgiyi sadece almakla kalmıyoruz, sevgimizi gösterecek davranışlarda bulunuyoruz: İlgi göstermek, anlamak, yanında olmak, güven vermek…” diye konuştu.
Saydıklarının tamamının “sevginin dışavurumları ve her birimiz için yaşamsal öneme sahip olgular” olduğunu vurgulayan Kıvanç, sevgiden mahrum kalan kişilerin ise yalnızca psikolojik değil, sosyal ve hatta ekonomik açılardan da dezavantajlarla karşılaştığını ifade etti.
“Sevgi Yalnızca Duygusal Değildir, Kültürel ve Sosyal Bir Mirastır”
Kıvanç, şu şekilde devam etti:
“Sevgi ihtiyacının karşılanamaması bireyleri yalnızlaştırdığı gibi, toplumsal çatışmaları, ayrımcılığı ve şiddeti de besliyor. Bu nedenle sevgi yalnızca bireylerin değil, toplumların da mental sağlığını etkileyebilecek bir faktör. Ayrıca, sevgi öğretilen ve aktarılan bir olgu. Sevgi görenlerin bunu başkalarına da yansıtması nispeten daha kolayken; sevgisiz büyüyenler için zor. Bu nedenle sevgiyi yalnızca duygusal değil, kültürel ve sosyal bir miras olarak da değerlendirmeliyiz. Sevgi vermeyi öğrenmek ve öğretmenin toplumsal bir sorumluluk olduğunu söyleyebiliriz. Güven, dayanışma, empati gibi kavramları da sevginin varlığında inşa etmek daha rahat olacaktır”.
“Sevgi Tek Bağlamlı Değil, Romantik İlişkilerle de Kısıtlanamaz”
Son olarak “14 Şubat Sevgililer Günü” hakkında da yorum yapan Kıvanç, günü yalnızca “romantik” bir şekilde ele almanın yanlışlığına değindi. Günün sadece romantizme daraltılmasının sevginin diğer yönlerinin görmezden gelinmesine yol açabileceğini söyleyen Uzman Sosyal Psikolog Seray Kıvanç, sözlerini şöyle noktaladı:
“14 Şubat’ın ‘Sevgililer Günü’ olması nedeniyle ve bu günü romantik ilişkiler kapsamında düşünsek de, tabiri caizse sevgi alışverişinde bulunacağımız tek bağlamı romantik ilişkilerle kısıtlamaya gerek olmadığını düşünüyorum. Bunu daha da arttırıp sevgiyi tek bir günle kısıtlamaya da gerek olmadığını söyleyebilirim”.
Kalabalık Yalnızlıklar: Sosyalleşme ihtiyacımızı Nasıl Karşılayacağız?