Akademisyen Ayşenur Kılıç’la söyleşimizin ikinci bölümünde eğlence medyasındaki etik sorunlara değindik.
Haber medyası için bahsedilen “kamu hizmeti yayıncılığı” ve “medya etiği” anlayışlarının eğlence medyasına da aktarılabileceğine dikkat çeken Kılıç, “Günümüzde eğlence medyası, toplumdaki dominant bakış açılarını yeniden üreterek mevcut sosyal fay hatlarını daha da derinleştiriyor” görüşünde.
78 kişinin vefat ettiği bir yangını takip eden haftadaki dizi bölümünde yangın çıkarmayı medya etiğine aykırı bulan Kılıç, gündemden kaçan izleyicinin, “soluklanma alanı”nda kaçtığı konulara yeniden maruz kaldığını söylüyor.
Türkiye’de diziler, hangi toplumsal normları pekiştiriyor veya dönüştürüyor?
Benim temel argümanım, dizilerin toplumu etkileyen bir araç olmasından ziyade, sosyo-politik ortamda zaten var olan durumları, hassasiyetleri, sorunları yansıttığı yönünde. Tabii sosyal meselelerin çözümünde veya tam aksine tırmanmasında da eğlence medyası etki edebilir. Fakat diziler örneğinde olduğu gibi, eğlence medyası, toplumda var olanı veya yıllar içinde o toplumda nelerin normalleştirildiğini de yansıtır. Mevcut pazar yapısında, eğlence endüstrisinin temel amaçlarından biri reklam gelirlerini artırmaktır. Dolayısıyla kitlenin ilgisini çekecek, hatta kimi zaman onu provoke edecek içerikler üretir ki gündeme gelsin, merak uyandırsın, reklam geliri artsın.
Toplumun çoğunluğun normalleştirdiği konu başlıkları değişti”
Reklam geliri odağına ek olarak da bazı dinamikler var. Bugün, ana akım medyada mesela bir golfçünün hayatını konu alan bir içerik yerine Kızıl Goncalar dizisinde olduğu gibi tarikatları izliyorsak bu, içinde bulunduğumuz toplum hakkında veya senaristlerin, yapımcıların, şirketlerin ve bunlarla etkileşim içinde olan diğer aktör ve kurumların bu toplumu nasıl algıladığı hakkında bize bir fikir verir. 1990’larda Kızıl Goncalar dizisi yapılsaydı muhtemelen, irtica mı geliyor tartışmaları alevlenebilirdi. Veya 1990’larda gösterilen dizilerin bazıları şu an yayına girse bazı sahneler, müstehcen veya sakıncalı olduğu gerekçeleriyle yasaklanabilirdi. Neden? Çünkü toplumun genelinin değilse de çoğunluğun normalleştirdiği konu başlıkları değişti, değişiyor. Bazı “hassasiyetler” normalleşti, bazı “normal”ler hassaslaştı. Tabii ki kitlenin normalleştirdiği konular, medya eliyle de normalleştirilebilir veya bir hassasiyet haline dönüştürülebilir.
Bence son dönemde çoğu yapımcı ve senarist Türkiye toplumunu muhafazakâr bir toplum olarak okuyup kurgularını bunun üzerine kuruyor. Dolayısıyla toplumda “normal” ve “marjinal” olanı, dizi anlatıları yoluyla yeniden üretiyor. Ünlü iletişim bilimcilerden James Curran, eğlence medyası yoluyla toplumların kendileri ile iletişim kurduğunu söyler. Eğlence yoluyla da bir toplumda nelerin konuşulduğu, konuşulmadığı, konuşulacağı ve konuşulmayacağı öne çıkabilir. Klasik gündem belirleme kuramlarında genellikle haber medyasına odaklanılır. Oysa diziler veya genel olarak eğlence medyası da kamuoyunda nelerin tartışılacağını, neleri tartışmanın normalleşeceğini, toplumun neleri rutin olarak görmeyi normalleştirdiğini etkileyen, kısmen belirleyen araçlardır. Özellikle ana akım medyada yer alan eğlence medyası ürünleri, siyasi aktör ve kurumların siyasa yapım süreçlerindeki tartışmaları da ekrana taşıyabilen araçlar haline dönüşebilir. Tabii medya ve siyasi aktörler/kurumlar arasındaki etkileşimin hangisinden hangisine doğru olduğu, durumdan duruma, sistemden sisteme değişiklik gösterebilen kompleks yapılar, bunların kesin ve basit bir cevabı yok. Yine de son dönem dizilerini analiz ettiğimizde, bazı durumların ve temsillerin sıklık ve ortaklık gösterdiğini gözlemleyebiliyoruz.
Hemen güncel bir örnek vereyim. Bildiğiniz gibi, kısa zaman önce Aile Enstitüsü kuruldu ve geleneksel aile, çocuk doğurma, geleneksel kadın ve erkek rolleri vb.nin, devlet ve nüfus politikası haline geldiği bir politika yapım sürecini deneyimliyoruz. Bu politika yapım sürecine dizilerin nasıl hemen müdahil olduğunu gözlemlemek mümkün. Bu politika süreci görünür olduğundan beri, ana akım televizyon kanallarındaki dizilerde aile, çoğalma, annelik, evlilik, çocuk doğurma temalarının daha yoğun biçimde kendini tekrar ettiğini görebiliriz.
“Gündemden kaçış, kayıtsızlık ve dinlenmek için bir soluklanma alanı”
Sorunuza ek olarak burada bir başka soru soracağım. İçerdiği konuların ciddiyeti bakımından gündemi ağır ülkelerde, eğlence medyası ve diziler psikolojik bir subap görevi mi görür yoksa mevcut söylemlerin belirginleşip alevlenmesine mi sebep olur?
Türkiye gibi gündemi baş döndürücü biçimde hızlı değişen ve bu gündemin de ağır konuları görece daha sık içerdiği ülke örneklerinde, zannederim eğlence medyası, refah seviyesi daha yüksek ve gündemi görece daha stabil ülkelere kıyasla daha önemli bir yer işgal ediyor. İzleyicinin dikkat dağınıklığına rağmen, bizimki gibi hızlı değişen gündemleri olan ülke örneklerinde, gündemdeki konuların sosyal ve psikolojik manada zaman zaman ağır konular olması, eğlence medyasını bence daha mühim bir yere oturtuyor: gündemden kaçış, kayıtsızlık ve dinlenmek için bir soluklanma alanı. Bu “soluklanma alanı” ise kaçtığınız konuların belki de daha ağır biçimde yeniden önünüze sunulması ile sonlanınca gündemi normalleştirmek zorunda kalıyorsunuz, kayıtsızlaşıyorsunuz. Bir süre sonra örneğin “biz ve onlar” anlatısı, kulağınıza batmamaya başlıyor; hatta bu iki gruptan biri ile özdeşleştirirken bulabiliyorsunuz kendinizi.
Elbette tüm bunları söylemekle beraber, eğlence medyasının izleyici davranış, tutum ve fikirlerini büsbütün etkilediği zannı hatalı olur. İzleyiciyi pasif alıcılar olarak değerlendirmek, malumunuz, oldukça eski bir yaklaşımdır. Tüm meseleyi medyaya yüklemek işin kolayına kaçmaktır. İnsanların ve siyasal aktörlerin medya ile ne yaptıkları da önemli bir sorudur. İyi işlemeyen kurumların olduğu herhangi bir sistemde, dünyanın en ideal medya sistemini de kursanız bir noktaya kadar işe yarayabilir. Dolayısıyla eğitim kurumlarının eleştirel düşünce üretimini teşvik etmediği herhangi bir yapıda, dizilerin mesajlarını irdelemede önerilen medya okuryazarlığı da tam manasıyla mümkün olamaz ve eğlence medyası, toplumun tartışma gündemlerini belirlemede veya propagandada daha aktif bir rol üstlenebilir.
Ana akım dizilerde gördüğümüz olumsuz temsillerle mücadele eden, onu dönüştürmeye çalışan yapımlar var mı? Değişim sadece bağımsız yapımlarda mı mümkün?
Buradaki temel sorunlardan ikisi, temsillerde çeşitlilik olmaması ve iyi örneklerin neredeyse hiç olmaması. İyi örnek gibi gözüken şeylerin çoğu “mış gibi” yapıp sonra yine geleneksel sosyolojik normları yeniden üreten anlatı ve temsillere dönen şeyler. Eğlence medyasındaki olumsuz temsillerle mücadele etmek elbette ana akım medyada da mümkün. Haber medyası için bahsedilen “kamu hizmeti yayıncılığı” ve “medya etiği” anlayışları, eğlence medyasına da aktarılabilir. Bu başlıklardaki sık kuramsal tartışmalardan biri şu: Ekonomik olarak liberalleşmiş sermaye-odaklı medya yapılarında, kamu hizmeti yayıncılığı anlayışının çok mümkün olmayacağı. Oysa buna, aksi yönde (yani piyasa-güdümlü veya kısmen piyasa kısmen devlet odaklı hibrit medya sistemlerinde de kamu hizmeti anlayışının çeşitli biçimlerde mümkün olabileceği) görüş bildiren Victor Pickard, “Democracy Without Journalism? Confronting the Misinformation Society” kitabında (2020) ve “A Social Democratic Vision of Media: Toward a Radical Pre-History of Public Broadcasting” (2017) makalesinde tartışıyor.
“Bu tarz kurumlar özerkleşmeli”
Kuramsal tartışmaların yanı sıra, bahsedilen sistemdeki kurumsal yapıların nasıl işlediği de kamu hizmeti yayıncılığının mümkünatıyla alakalı. Bizde medyanın işleyişini ilgilendiren RTÜK, BİK gibi kurumlar, örgütsel şeması itibarıyla partizan kurumlar. Burada partizanlıktan kastım, siyasi taraflılık değil. Özellikle RTÜK, kurumsal örgüt şeması bakımından, mevcut seçim ve parti sisteminden, hükümet sisteminden bağımsız örgüt yapısı olan bir kurum değil. Çift partili sistem olursa RTÜK’teki kurumsal temsiliyette de çift partili yapı, dominant parti sistemi olursa oradaki sandalye oranında da dominant parti yapısı olacaktır. Bu, iktidardaki partinin hangisi olduğundan bağımsız, tamamen kurumların örgüt yapısıyla alakalı bir durum. Bu tarz kurumlar, örgüt yapısı bakımından özerk kurumlar haline gelmedikçe kamu hizmeti yayıncılığı veya reklam gelirlerinin eşit dağılımı gibi mevzular, tartışılır hale gelir.
Bireysel çabaların yanı sıra kurumsal dönüşümler ve teşviklerle de desteklendiği sürece toplumsal ve sektörel çapta bir farklılık yaratabilir. İyi örneklerin yer almasına dair niyet olduğu sürece, sivil toplum kuruluşları, devlet kurumları, özel kurumlar ve medya platformları işbirliği içinde çalışarak, daha bilinçli içerikler üretilmesine katkıda bulunabilirler. Öte yandan, bağımsız yapımların ulaşabildiği izleyici oranı ile ana akımın erişebildiği kitle oranı, genelde birbirinden oldukça farklı ve orantısız.
Özel sektör, kâr odaklı yayıncılık ile kamu hizmeti yayıncılığı arasında nasıl bir denge kurabilir? Bu dengeyi sağlamak mümkün mü?
Zor ama imkânsız değil. Zor çünkü kamu hizmeti yayıncılığının tarihi gelişimine baktığımızda, bunun devlet kontrollü medya sistemlerinden çıktığını görebiliyoruz. Bununla beraber, devlet kontrollü olup da kamu yayıncılığı ilkesinin uygulamada dikkate alındığı, öncelendiği sistemlerde bağımsız kurumlar veya denge-denetleme mekanizmalarının da etkin varlığını görüyoruz. Sadece devlet güdümünde olan sistemler değil, hibrit modeller de mevcut. Tabii burada, “medya sistemi” deyip genellemek de biraz basite indirgeyen bir yaklaşım çünkü aynı medya yapısı içerisinde yazılı basın ile görsel basın-yayın birbirinden farklı şekilde, farklı modellerde yapılandırılabilir.
Dünyada farklı ülkelerde farklı medya sistemleri var. Bu sistemleri inceleyen akademik çalışmalara baktığımızda aslında medya sistemlerinin, ait olduğu ülkenin tarihinden, sosyolojik yapısından farklı gelişmediğini görüyoruz. Hatta sosyolojik kurum ve özelliklerin etkileri o kadar kalıcı ki, 100-200 yıl sonra bile bir ülkenin medya yapısını etkileyebiliyor. Mesela okuma yazma oranının tarihi olarak düşük olduğu toplumlarda, o toplumdaki bir asır sonraki medya modelinde bile, televizyon izlenme oranının, gazete okuma oranından yüksek olduğunu görüyoruz. Yani bazı tarihi nitelikler, yerleşik hale geliyor. Ya da ifade hürriyetini yasal olarak daha erken tanımış toplumlarda, kamu hizmeti yayıncılığı anlayışının daha gelişmiş olduğunu görüyoruz. Bu tarz örnekleri çoğaltmak mümkün.
Bu bağlamda elbette tarihi gelişimi itibariyle piyasa odaklı olagelmiş bir sisteme devlet-odaklı yeni bir medya sistemini entegre etmek pek gerçekçi olmayabilir ama her sistemi kendi içinde kamu hizmeti anlayışıyla dönüştürmeyi mümkün kılan ara mekanizmalar oluşturulabilir. Victor Pickard’ın çalışmaları, kâr odaklılık ve kamu hizmeti dengesi konusunda çok şey söylüyor.
Bunlarla beraber, kamu hizmeti anlayışını mümkün kılan “kamu yararı” ilkesinin siyasi olarak nasıl tanımlandığı ve ne gibi mekanizmalarla güvence altına alındığı da önemli hale geliyor. Bunu sağlamada ve bahsettiğiniz denge meselesinde diğer bir unsur da medyadaki çapraz sahiplik, tekelleşme, yoğunlaşma meseleleri. Devletin, bunların ne kadarına ve ne şekilde müdahil olduğu, bunun sınırlarının ne olduğu ise bir liberal düşünce problemi.
“Medya etiği tartışmaları, eğlence medyası özelinde de gündem olmalı”
Diziler ve eğlence programları, kamu hizmeti yayıncılığı misyonunu nasıl yerine getirebilir? Hak temelli bakış açısına sahip, eleştirel ve çoğulcu yapımların ana akımda yer bulması için nasıl modeller geliştirilebilir?
Medya etiği tartışmalarının, sadece haber gazeteciliğinde değil eğlence medyası özelinde de gündeme getirilmesi gerekir. Eğlence medyası söylemini idealize etme fikri bir noktada kısıtlı. Nihayetinde eğlence medyası, pek çok konuyu işleyebilir ve bunun didaktik olmaması da doğaldır. Öte yandan 78 kişinin vefat ettiği ve bu vefatların yarısına yakınını çocukların oluşturduğu ülkede, bu yangını takip eden haftadaki dizi bölümünde yangın çıkarmak, depremde çadır satmaya benzer. Düşünsenize ben yangından şans eseri kurtulmuş bir insanım, kafa dağıtmak için bir dizi açıyorum ve bam, ekranda benim travmam, hem de birkaç gün sonra. Tamam, eğlence medyasından beklenti, haber medyasındaki kadar idealize edilen bir alan olmayabilir, nihayetinde sanatta mübalağa da absürtlük de var. Öte yandan bu örnekteki gibi durumlar, ahlaki zemini sorgulanması gereken, kamuoyunda tartışılması gereken, eğlence medyasından beklentinin ne olduğunun etik bir pencereden tartışılması gereken bir konu bence.
Çocuk odaklı habercilikte gazetecilik etiğinden bahsettiği elkitabında, Umay Aktaş Salman, çocuk haberciliğinde medyanın kullandığı dilin, çocuklara karşı yapılan ihlalleri doğallaştırma/meşrulaştırma gibi fonksiyonları olabileceğini belirtiyor. Oysa biz bu medya ihlallerini sadece haber medyasında görmüyoruz. Dizilerde kullanılan dil de hak ihlallerini kamuoyunda normalleştirmeye sebep olabiliyor. Örneğin, Kızıl Goncalar dizisinde sık gündeme gelen ve ilerleyen bölümlerde satır aralarında normalleştirilen veya meşrulaştırılan çocuk evliliği yani çocuk istismarı meselesi. Hatta ve hatta yine bu dizide, canlı bomba olmak bile, üzerine ulvilik eklenerek işlendi!
Hak temelli bakış açısına sahip modellerin geliştirilmesinin ben ana akım diziler ile etkin şekilde sağlanabileceği konusunda çok ümitli değilim açıkçası. Bu noktada, alternatif kültür-sanat etkinliklerinin alanını genişletmesi, etkinleştirmesi, kültür aktörlerinin bu noktada alternatif modeller geliştirmesi daha gerçekçi çözümler olabilir.
Son yıllarda popülerleşen dizilere baktığınızda, Türkiye’de dizi anlatılarında yeni bir yönelim görüyor musunuz?
Neoliberal pazar dinamiklerinin geçmiş on yıllara kıyasla daha belirleyici olduğu aşikâr. Yapım sürecinde yer alan aktörler açısından bakarsak artık sadece ana akım ve konvansiyonel rakipler ile değil global ve transnasyonel modeller ile de rakiplik söz konusu. Bu modeller sadece bu üretimlerin sunulduğu platformların çeşitliliği açısından değil aynı zamanda fonlama modellerinin çokluğundan da kaynaklı.
Yeni bir yönelim mi bu tartışılabilir fakat eğlence medyasının da günümüz küresel siyaseti gibi popülist bir yol izlediği, ortak bir tema. Bu sadece Türkiye’ye özgü de değil. Yeni medya platformlarında da bu popülist söylemi gözlemlemek mümkün. Kimlik söylemi mi çok satıyor, kullan. Kutuplaşma mı çok izleniyor, kullan. Komplo teorileri mi ilgi çekiyor, senaryoya ekle. Popülizm masrafsız, hızlı yayılabilen, daha az rasyonel çaba gerektiren bir alan. Kitlelerin, popülist söylemlerin peşine düşüp popülist kitle partilerini/aktörleri sık takip ettiğinden de pay çıkarabiliriz diziler adına.
Türkiye’deki diziler özelinde konuşacak olursak da, bahsettiğim gibi, gündem belirleme meselesindeki akışın, kültür ürünlerinden siyasal aktörlere doğru olmadığı gözlemleniyor. “Geleneksel değerler” olarak sunulan temsillerin, mevcut toplumsal yarıkları belirginleştirdiği de bir diğer durum. Haber medyası için yapılan etik tartışmalarının, eğlence medyası özelinde pek gündeme gelmediği de bir diğer durum.
“Cevap verebilmek sadece siyasete değil, medya endüstrisinin değişen durumuna da bağlı”
Yakın gelecekte, Türkiye dizilerinde toplumsal cinsiyet, din ve aile temsillerinde değişimler bekliyor musunuz? Bu değişimi tetikleyecek faktörler neler olabilir?
Siz bu soruyu hazırlarken henüz bu değişimler belirginleşmemişti belki de. Fakat aradan geçen birkaç haftada bile bu değişimleri gözleyebiliyoruz. Gerçi bu sorunun cevabını tam anlamıyla verebilmek için sadece politik gündeme değil medya endüstrisinin değişen dinamiklerine de hâkim olmak gerek. Günümüz dizilerini bundan örneğin 20 yıl öncesi dizilerinden ayıran farklardan benim dikkatimi çeken şeylerden biri, sıradan karakterlerin, sıradan öykülerin pek anlatılmıyor oluşu. Yine TRT’nin 1990’lar ve 2000’lerde yaptığı diziler aklıma geliyor. Bizim Evin Halleri, Ferhunde Hanımlar, vb. Bunlar süre bakımından kısaydı (bazıları 20 dk civarı), kimisi gündüz kuşağı dizisiydi ve TRT yapımlarının pek çoğunda o dönemin devlet tiyatrosu oyuncuları yer alırdı. Tüm bunlarla birlikte, hem içerik hem görsel bakımdan bu dizilerin pek çoğu, sıradan karakterlerin günlük yaşamlarını konu edinirdi. Şimdi hem TRT hem diğer kanalların yapımlarının çoğu, kanalın kendisinin üretmediği fakat hizmet ile satın aldığı yapımlardan oluşuyor bildiğim kadarıyla. Belli medya yapım şirketleri, kanallara içerik üretiyor. Dizi sürelerinin uzaması, aktörler için ucuz iş gücü olma durumunu doğuruyor, bu durum belli bir pazar yaratıyor, vs. Tüm bu farklılıkları dikkate alınca diziler de hem dönem hem içerik bakımından birbirinden farklı dinamikleri farklı biçimlerde yansıtıyor.
Medya ekonomisi parantezini kapatıp sadece temsiller üzerinden gidecek olursak: İlk sorunuza cevabımda belirttiğim gibi, mevcut örnekler, politika yapım süreçleri/gündemleri ile günümüz dizilerinin içeriklerinin birbirini tamamlayıcı şekilde ilerlediğini gösteriyor. Yani diziler, yeni gündemler, yeni kamuoyu tartışma sahaları oluşturmuyor; aksine, mevcut söylemleri yeniden üretiyor ve keskinleştiriyor. Bu haliyle diziler, vizyoner değil. Oysa sanat vizyoner olmalı diye düşünenlerdenim ben de. Kültür-sanat ürünleri, insanların ufkunu açmalı, farklı bakış açıları sunabilmeli. Günümüzde eğlence medyası, konfor alanından çıkmadığı gibi, herhangi bir şeyi sorgulamak, hatta gerektiğinde izleyiciyi “rahatsız etmek” yerine, toplumdaki dominant bakış açılarını yeniden üreterek mevcut sosyal fay hatlarını daha da derinleştiriyor. Veya bazı bakış açılarını -aslında öyle olmasa bile- dominantmış gibi sunabiliyor (ki bu noktada benim aklıma Suskunluk Sarmalı kuramı geliyor). Bazı sosyal medya platformlarında bir şey izlediğinizde, algoritmasının size izlediğiniz şeyden daha keskin/uç bir içeriği önermesine benzetiyorum ben bu durumu. Çatışma çözümünde izlenen ne kadar yol yöntem varsa, günümüz dizileri bunun tersini yapıyor son yıllarda.
Ben neoliberal eğlence ürünlerinin verdiği görünür veya ikincil mesajların, izleyiciyi psiko-sosyal olarak da bireyselliğe itekleyen, örgütlülük fikrini tamamen gündemden kaldıran ürünler olarak değerlendiriyorum. Sadece dizilere değil, mesela Türkiye’de görece yeni bir fenomen olan sosyal medya influencer’larının yaptıkları içeriklere bakalım. Hangisi siyasi bir mesaj veriyor? “Siyaset yapma”nın hep olumsuz bir anlamla ele alındığı bir ortamdan bahsediyoruz. Bu ortamda, influencer’lar da apolitik kültürü köpürten eyleyiciler olarak yeni kuşağın ve toplumların hizmetinde. Sadece influencerlar da değil, yeni medya platformlarında program yapan, içerik üreten pek çok aktör de artık partizan değil, fon odaklı.
“Bazen saçma bir şey, sadece saçma bir şeydir”
Tüm bunları söylemekle beraber, şununla bitirmek isterim. Diziler, toplumsal normları takip edebilmek açısından, evet, çok önemli. Fakat diğer pek çok araştırma nesnesinde olduğu gibi, dizileri analiz ederken de bence “aşırı okuma”dan kaçınmak, her şeyi de gerekçelendirmeye çalışmamak lazım. Mesela sektörel etki, politik söylem, medya sahipliği, vs. olarak yorumladığımız bir mesele, esasında sadece tek bir kişinin çok da üzerinde kafa yormadığı bir karardan da kaynaklanmış olabilir. Özetle, bazen saçma bir şey sadece saçma bir şeydir. Mesele, bu saçma şeyin, medya etiğinin neresinde konumlandığı ve bu konumun, eğlence medyası için de tartışılıp yerel dinamikleri gözeterek ve fakat evrensel gazetecilik ilkeleri doğrultusunda kamu yararına, özerk kuruluşlarca düzenlenebiliyor olmasıdır.
Ayşenur Kılıç: “Toplumsal cinsiyet mitleri sahte feminizm diskuruyla yeniden üretiliyor”