₺0,00

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Ayşenur Kılıç: “Toplumsal cinsiyet mitleri sahte feminizm diskuruyla yeniden üretiliyor”

Akademisyen Ayşenur Kılıç’la son dönem televizyon dizilerindeki erkeklik-kadınlık temsillerini, ana akım televizyon dizilerinin yarattığı etkiyi konuştuk. 

Anlatılarda öfkenin, iktidar sahibi erkek karakterlerde hayat bulduğunu, kadınların öfkesinin ise histeri nöbetleriyle tasvir edildiğini söyleyen Kılıç, “kadının güçlenmesi, bağımsızlaşması” gibi gözüken bazı yaklaşımları ise pseudo-feminizm, yani sahte feminizm veya vitrin feminizmi olarak tanımladı ve şu yorumu yaptı:

“Kadın karakterler, dizinin popüler birkaç cümlesinde kendi ayakları üzerinde duracak olan kadın imajı ile yansıtılacakken, hikâyenin satır aralarında ve dizinin ilerleyen bölümlerinde aslında mevcut geleneksel rollere geri döndürülen karakterlere dönüştürülüyor.”

Erkeklik temsilinden başlayalım. “Çilekli Pastadan Çıkan Mafya” başlıklı yazınızda, Türkiye dizilerindeki erkeklik temsillerini tartışıyorsunuz. Günümüz dizilerinde erkeklik mitleri nasıl yeniden üretiliyor?

Hem bahsettiğiniz yazıda hem de yakın zaman önce diziler üzerine yazdığım akademik makalede, dizilerin ne tür erkeklik temsilleri olduğuna, Deha ve Ömer dizileri üzerinden değinmiştim. Bu dizilerin de dahil olduğu son dönem dizilerinde, erkek karakterleri güçle ilintili rasyonel değerlerle, kadın karakterleri ise ya annelikle ilintili ya da muhtaçlık/zayıflık ve irrasyonalite ile ilintili duygusal değerler atfedilmiş haliyle görüyoruz. Sadece kadın-erkek ayrımı meselesi üzerinden de düşünmeyelim. Son yıllarda ana akım dizilerin çoğunda, kurumlara güvensizlik, dış dünyaya kronik bir şüphecilik temaları da sık karşılaştığımız bir konu başlığı. Herkesin kendi hukukunu sağlamaya çalıştığı temsiller, aynı zamanda dizilerde temsil edilen “kurumlara güvensizliği” de yansıtan ortak bir tema. Kurumlara güven yerine maçoizmin, beden gücünün övüldüğü birtakım temsiller sık görülüyor. 

“Ahlaki olup olmama tartışması yine kadın üzerinden yapılıyor”

Erkekliğin ve kadınlığın belli başlı değerler ile özdeşleştirilerek anlatıldığı ekran temsillerinin, elbette belli başlı erkeklik ve kadınlık mitlerini de yeniden üretmesi sürpriz değil. Güç, para, iktidar odaklı tüm “ödevler” erkeklere has bir konu olarak işlenirken kadın temsilleri hem “özel alan”a ait konu başlıklarında hem de duygusallıkla ilgili olarak karşımıza çıkıyor. Bu duygulardan “öfke” ise yine iktidar sahibi erkek karakterlerde hayat bulurken kadın öfkesi ancak histeri nöbetleri veya tutarsız duygu durumları olarak tasvir ediliyor. Makbul, meşru veya ahlaki olup olmama tartışmaları, yine kadın karakterler üzerinden yapılıyor.

Bu bağlamda, geleneksel ve muhafazakâr değerler üzerinden bir sorgulama yapıldığını söyleyebiliriz. Alternatif yaşam pratiklerine veya gri alanlara pek rastlamıyoruz bu temsillerde. Oysa alternatif deyince aklıma ilk gelen dizilerden biri 1990’lar sonu ve 2000’lerin başında yayınlanan TRT dizisi Şaşıfelek Çıkmazı’dır. Komünal bir yapı içerisinde de ailenin var olabileceğine dair alternatif bir temsil, bir sorgulama vardı o dizide ve o dönem için oldukça yeni bir temsildi. Erkekler güç ile kadınlar ise annelikle kutsanmamıştı orada.

Kadın karakterlerin sunulma biçimlerini de biraz açabilir miyiz? Nasıl kadınlar görüyoruz dizilerde?

Nedense son birkaç yıldır dizilerde kadınlar genelde düşük IQ seviyesine sahip canlılarmış gibi lanse ediliyor. Kendileri hakkında karar alamıyorlar, yanlış kararlar alıyorlar ve sürekli olarak korunmaya muhtaçlar. Bu gibi temsiller çok yaygın. Bir kadın karakter sadece kötü karakter ise zaman zaman zeki olabiliyor, olduğunda da bu zekasını hep kötülük yapmak için kullanıyor. Ya da dizinin başlarında çok zeki veya başarı potansiyeli yüksek kadın karakterler, birkaç bölüm sonra kendisi hakkındaki kararları erkeklerin aldığı veya kendi karar alması gereken anlarda kendisi için doğru olanı bilemeyen ebleh karakterlere dönüştürülüyor.

“Toplumsal problemler dizilere apolitik bir biçimde yansıyabiliyor”

Kadın karakterlere sıklıkla iliştirilen temalardan bazıları şunlar: Açgözlülük, düşük zekâ, zayıf veya bağımlı kişilik, sinsilik, histeri, çaresizlik, düşkünlük, (sadece) evlilik merakı, çocuk isteği. Enflasyon ve işsizlikle mücadele ederken yalnız yaşayan ve bir meslek sendikasına üye olan grev gözcüsü bir kadın karakter gördünüz mü son dönem dizilerinde? (Hadi tamam, bunun hepsi olmasa da en azından birinin olduğu.) Ya da çocuk sahibi olmayı arzulamayan, hayatını bir erkek üzerinden idame ettirmeyi amaç edinmemiş yalnız yaşayan bir kadın karakter? Sadece cinsiyet rolleri açısından da değil, toplumsal problemlerin dizilere yansıması da oldukça dar bir çerçevede, oldukça apolitik biçimlerde yer buluyor dizilerde. Çoğu kadın karakterlere “aşırıya kaçmama”, “idareli olma” alt metninin iliştirildiği anlatılarda da yine oldukça apolitik tutumlar yansıtılıyor.

“Histerik kadın” temsilinin kökeni nereye dayanıyor? Bu anlatı ile “fedakar anne” veya “mağdur eş” anlatıları arasında nasıl bir bağ var?

Diziler özelinde ele alacak olursak histerik kadın, fedakâr anne veya mağdur eş anlatılarının hepsinin alt metni, “makbul kadın” şeması. Örneğin, herhangi bir ana akım dizide kendi isteğiyle çocuk sahibi olmak istemeyen, bunu tercih etmeyen evli bir kadın karakter gördüğümü hatırlamıyorum. Kürtaj masasından çocuk aldırarak kalkan bir kadın temsili de görmedik yanılmıyorsam. Histerik kadın, “normal” olarak tanımlanan normlara sığmayan ve sığmadığı için de başı belaya giren kadındır. “Elindeki ile yetinmediği için aşırılıklara kaçan kadın”dır.

Tabii bu, tarihsel ve politik olarak makbul vatandaşın tanımlandığı normlara dayanan bir temsil aynı zamanda. Yani sadece dizilerde değil, siyasi tarihimizde de modernleşmeyle gelen vatandaşlık projelerinin süreli yayınlardaki temsillerine baktığımızda da benzer tipte kadın ve belli kriterleri taşıyan erkek vatandaş temsilleri görürüz. Bu kadın ve erkek vatandaş, dizilerde ve sinemada da belli kalıplar içerisinde temsil edilegeldi. Yeşilçam temsillerini hatırlayın mesela. Sosyolojik olarak da kadının özel alana ait tanımlanması bir diğer etken olabilir.

“Korkma duygusu ve eyleminin ekranlarda kadın ve çocukla temsil edildiğini görüyoruz”

Dizilerde sürekli kendini tekrar eden “zavallı kadın”, “kurtarılması gereken, kurtarılmayı ve güçlendirilmeyi bekleyen kadın,” “mağdur kadın” yani kurbanlaştırma veya mağdurlaştırma söylemi, kadınları günlük hayatta da sömürüye açık hale getirme ve damgalama riski taşıyor. Tıbbi bir hastalık olarak histerinin, elbette farklı biçimleri var. Fakat burada, bazı duyguların, bazı cinslere hasmış gibi yansıtılması ekrandaki bir temsil sorunu. Savaş sırasında askerlerin yaşadığı histeri konu edilmezken, histeri, kadına yapıştırılan bir nevrozla ilişkilendiriliyor ekranda. Dolayısıyla korkma duygusunu ve korkmak eylemini biz ekranda hep kadına (ve çocuğa) yapışık bir temsil olarak izliyoruz. “Kadının aklı kısa” demek ile kadını, akli melekelerine güvenilmeyecek, her an sinir krizi geçirecek tutarsız bir canlı gibi göstermek arasında aslında pek bir fark yok.

Son dönem dizilerde ayakları üzerinde duran, güçlü kadın karakterler de yok mu? Onlar bu bağlamda nereye oturuyor?

Son dönem dizilerinde karşılaştığımız bir diğer tema, “kadının güçlenmesi, bağımsızlaşması” gibi gözüken fakat benim “pseudo-feminizm” (sahte feminizm veya vitrin feminizmi) olarak adlandırdığım bir temsil. Bu temsilde kadın karakterler, dizinin popüler birkaç cümlesinde kendi ayakları üzerinde duracak olan kadın imajı ile yansıtılacakken, hikâyenin satır aralarında ve dizinin ilerleyen bölümlerinde aslında mevcut geleneksel rollere geri döndürülen karakterlere dönüştürülüyor. (Bu dönüşümde senaristlerin kendilerine uyguladığı bir otosansür veya onlara uygulanan bir sansür var mıdır, konunun bu kısmına vakıf değilim.) Dolayısıyla erkeklik mitleri de bu pseudo-feminist diskur üzerinden yeniden üretiliyor. Buna son dizilerden bir örnek, Bahar. Mesela Bahar, doktorluğa yıllar sonra geri dönen bir kadın karakter iken şu anda biz Bahar’ı, her şeye koşturan, saçını süpürge eden, evlatlarına ve ailesinin dertlerine yetişen ve hatta eski kocasının mevcut sorunlarına bile ortak olan, gerektiğinde uyumayıp fedakârlık yapan bir robot makbul kadın olarak görüyoruz. Halen satır aralarında, yakın arkadaşı Çağla’nın feminist söylemlerine denk gelsek de aslında “tüm kadınlar gibi onların da gönülden istediği tek şey mutlu bir evlilik ve kendilerini anlayan bir erkek”…

Yine diğer dizilerde de kadın karakterleri, dizi ilerledikçe işleriyle ilgili hiçbir şey yapmazken görüyoruz. Örneğin Kızılcık Şerbeti’nde dizi başında iş hayatına atılan ve çeşitli işler yapan Nursema’yı artık hep ev kızı olarak görmek, Kızıl Goncalar’da kızının çocuk yaşta evlenmesine karşı duran Meryem’i artık kızının 17 yaşında resmi olarak evlenmesine resmi rıza gösteren bir kadın olarak görmek, bunlara bir örnek. Bu sırada erkek karakterler ise karar alıcılar olarak karşımıza çıkıyor. Kız ergenler “korunması gereken”, erkek ergenler ise “hovardalığının, çapkınlığının önünün alınması gereken” karakterler olarak yansıtılıyor. Gündelik hayatta geleneksel toplum yapısında yapılan tartışmaların hepsi, dizilerdeki temsillerde yeniden üretiliyor.

Tüm bunlar yapılırken bir sınıf tartışması üzerinden değil, politik kutuplaşma alanları üzerinden yeniden üretiliyor. Yani şöyle diyelim: Kızılcık Şerbeti’nde Abdullah’ın oteller zincirini nasıl edindiğine, Kızıl Goncalar’da Faniler tarikatının malvarlıklarını nasıl edindiğine dair süregiden bir tartışma görmüyor izleyici. Deha’da kara para aklama üzerinden bazı temsiller olsa da kolay para kazanma, ilerleyen bölümlerde hâkim tema haline geliyor ve matematik dehası, bir mafyaya dönüşerek akademiden fersah fersah uzaklaşıyor. Sosyo-politik durumların dizilerdeki yeniden üretimi ise apolitik anlatılarla yapılıyor. 

Son dönem popülerleşen dizilerde memleketin en önemli meselesi olarak seküler-dindar ikiliği öne çıkıyor. Peki gündelik hayatta insanların ortak meseleleri içinde bu ayrım, ne kadar öncelikli bir toplumsal sorun? 

Günümüzde dizilerdeki anlatıları incelediğimizde, politik, kültürel veya toplumsal olarak baskın olan söylemlerin, bu anlatılara ve dizi temsillerine yansıdığını görüyoruz. Bu yeni bir mesele de değil. Her dönemin dizileri, içinde bulunduğu sosyo-politik ortamın özelliklerini yansıtıyordu, bugün de öyle yapıyor. Örneğin, önce bir radyo tiyatrosu olarak başlayan daha sonra da TRT dizisi olarak yayınlanan Uğurlugiller, içinde bulunduğu dönemin siyaseten baskın olan modernleşme anlatılarını yansıtıyordu. Hatta bu anlamda didaktik de bir dili vardı. Orada da “makbul kadın/erkek/vatandaş” tanımları dizinin anlatılarına yansıyordu.

Fakat Türkiye’de dizilerin sadece siyasi ortamdan kaynaklı meseleleri yansıttığını söylemek indirgeyici olur. Eğlence medyası söz konusu olduğunda bununla ilgili tartışmaları, üretim süreçlerini bilmeden ele almak eksik bir değerlendirme olur. Medyanın ekonomi politiği, elbette medya ürünlerinin biçim ve içeriklerine de yansıyor. Bununla beraber, yine Türkiye’deki pratiklere ve medya ürünlerine baktığımızda, eğlence medyası içeriklerinin, mevcut siyasi ortamlardan ve tartışmalardan bağımsız içerikler sunmadığı da farklı dönemlerdeki dizileri ele aldığımızda karşımıza çıkan bir unsur. Örneğin “seküler-mütedeyyin ayrımı” veya “Müslüman’ın, modern dünyadaki konumu” temalı içerikleri, 1990’ların ikinci yarısında ana akım TV kanallarında görmek çok mümkün değildi. Bunu söylemekle birlikte, geçmiş dönemlere kıyasla günümüz ana akım TV dizi anlatılarında, giderek gri alanların yok edildiğini de ekleyebilirim. Seküler-dindar ayrımı temalı temsillerde sanki homojen bir laiklik, homojen bir dindarlık, homojen bir muhafazakarlık varmış gibi keskin ikiliklerin belirginleştirildiği kutuplaşmış temsiller görüyoruz. Oysa toplumu birbirine yaklaştıran, gri alanlardır. Bu yakınlaşmayı, sadece siyasetle değil, ekran endüstrileri ve kültür-sanat üzerinden de sağlayabilirsiniz. 

Başa dönecek olursak, dizilerin, gündem belirlemede kitle iletişim araçları ve kamuoyundaki mevcut tartışmalara yeni bir tartışma forumu açmadığını, yeni konu başlıkları üretmediğini; bilakis, mevcut tartışma alanlarındaki kutupları belirginleştirerek görünür toplumsal fay hatlarının üzerinde tepindiğini, en azından son dönem dizilerinde bunun daha belirgin biçimde böyle olduğunu söylemek mümkün. Fakat kamuoyu gündemini etkilemede iki husus bence dikkate değer: 1) Hangi konuların gündemde olduğundan ziyade hangilerinin gündemde olmadığı ve 2) Gündem akışının ne yönlü olduğu -yani siyasal aktörlerden eğlence medyasına mı yoksa eğlence medyasından siyaset veya toplum gündemine mi taşındığı ya da daha karmaşık bir etkileşim sonucunda mı oluştuğu. Son aylarda ana akım dizilerde ailenin, kadının ve erkeğin temsiline baktığımızda, dizi gündeminin siyasa yapım süreçlerinden de “ilham aldığını” gözlemleyebiliyoruz. 

“Sorunlardan birisi de gerçek-zamanlı sosyo-politik sorunların, dizide yokmuş gibi temsil edilmesi”

Shtisel ve Ömer dizileri üzerine yaptığınız karşılaştırmalı analizde, dinin temsili açısından iki farklı yaklaşım olduğunu söylüyorsunuz. Shtisel’de din, günlük yaşam pratiklerine doğal olarak dahil edilirken, Ömer’de ise din, kimlik çatışmalarının ve kutuplaşmanın merkezinde konumlanıyor. Türkiye’de dizi anlatılarında din neden bu kadar politik bir boyuta sahip? 

Makalede esasında “nasıl” ve “ne” sorularına odaklandım, “neden” sorusuna cevap ise Shtisel’i araştırırken kendiliğinden gelişti. Ömer’de neden böyle olduğuna dair net bir cevabım yok ama vardığım sonucu paylaşabilirim. Ömer, Shtisel adlı İsrail dizisinden uyarlama bir dizi. Shtisel, Haredi (Hasidik) Yahudi cemaatini anlatan bir dizi. Öte yandan Shtisel’in bu cemaati temsiline baktığımızda, bu cemaatin gerçek-zamanlı sosyo-politik durumundan farklı bir temsil var dizide. Örneğin Hasidikler ile İsrail toplumu arasında güncel bir askerlik tartışması var. Hasidik erkekler, askere gitmiyor ama kısa zaman önceki bir düzenlemeyle askere alınma durumları var ve taşlı protestoları var bu grubun.

Keza, kadınların okutulmaması, çocuk evlilikler, doğum kontrolü kullanılmaması vb. pratikleri var. Dizide ise bu konulara politik bir bakış açısıyla değinilmiyor, bu anlamda oldukça “sakin” bir dizi. Yine, Shtisel janrına ait yakın dönem İsrail dizilerinde, farklı cemaatlerin kültürel olarak “İsrail ulusu”nu uyum içinde yansıttığı ve politik çekişmenin yok gibi gösterildiği bir temsil söz konusu. Bunun sebebinin ise AVİ CHAİ Vakfı’nın bu dizileri fonlaması ve hatta senaristleri bu doğrultuda yönlendirdiği meselesi var. 7 Ekim olaylarından sonra, vakfın tutumu değişti, yeni yapımlar bu değişen tutum çerçevesinde daha keskin politik temsiller içeriyor/içerecek. Fakat Shtisel dizisinde, “depolitizasyon” olarak adlandırdığım bir durum var. Yani bahsettiğim, gerçek-zamanlı sosyo-politik sorunların, dizide yokmuş gibi temsil edilmesi. Çalışmada, Ömer temsillerinde ise tam aksine, bir yeniden politizasyon (repolitization) gözlemledim.

Mevcut sosyo-politik kırılma ve kutuplaşma noktalarının iyileştiriliyormuş, birbiri ile barıştırılıyormuş gibi gösterilirken aslında daha kutuplaşmış hale getirilmesi. Dizi yapım şirketi sahibinin “Türk toplumunu muhafazakâr gördüğü” ile ilgili İngilizce bir röportajına yer verdim makalede. Ömer’deki bu temsiller, bu görüşün de yansıması olabilir. Diğer bir etken, reyting meselesi. Kutuplaşma daha çok polemik, dizinin daha çok konuşulması ve daha çok izlenme oranı getiriyor olabilir. Diğer olası açıklamalar ise önceki sorulara verdiğim cevaplarla aynı olacak: Gündelik hayattaki gerçek sosyo-politik sorunların dizilere yansımaması, bunun yerine, kimlik üzerinden “öteki”ne kronik bir şüphecilik temsili, gibi. Bu tarz diziler ilk başladıklarında tam aksi gibi gözükse de geldikleri yer itibariyle, farklı yaşam tarzlarından gelen insanların/grupların birbiri ile iletişimini daha barışçıl, daha empatik yapmayan bir noktada, geleneksel toplumsal defoları yeniden üreten bir söylem ile son buluyorlar. İlgilenenler, ayrıntıları makalede bulabilirler. 

* Söyleşinin devamı haftaya… “Eğlence medyası mevcut sosyal fay hatlarını derinleştiriyor”

8 Mart’ı afişler üzerinden okumak…

8 Mart’ta kadınlar ve hukuk: “Geciken adalet, adalet değildir”

Değişime Uyumlanamayan ve Şiddete Karşı Duramayan Erkeklerin Utancı!