Türkiye ekonomik anlamda hayli zorlu bir süreçten geçiyor. Yerel seçimler sonrası CHP ve DEM Parti’nin AKP’den devraldığı belediyelerde harcamalar, borçlar, lüks ve şatafat bu zorlu dönemin bir anlamda aynası gibi. Şüphesiz krizden çıkabilmek için para ve maliye politikalarının doğru kullanılması gerekiyor.
CHP Sözcüsü Deniz Yücel, AKP ve MHP’den devralınan belediyelerin borç yükünün 100 milyar lirayı aştığını söylüyor. Belediye binalarında devralınan borçlar listesi göze çarpıyor. Bazı borçlar eski yönetimlerin yakınlarına ve şirketlere verilen ihalelerden kaynaklanıyor. Lüks harcamaların, hizmetler için aşırı fiyatlandırmanın sonuçları tartışılıyor. Peki tüm bunlar toplumsal adalet ve ekonomik denge açısından ne anlama geliyor? Yerel yönetimlerin mali politikaları nasıl işliyor? Merkezle ilişki nasıl şekilleniyor? Dahası bu iş memleket sınırları dışında nasıl yapılıyor?
Fikir Gazetesi, uzun yıllar İstanbul Üniversitesi’nde Maliye anabilim dalı başkanlığı görevi de üstlenmiş olan, vergi sistemleri ve kamu harcamalarına dair çok sayıda araştırma ve yayını olan bir isimle, Profesör Eser Karakaş ile konuştu.
“TÜRKİYE’DE YEREL YÖNETİM MERKEZİN GÖZÜNÜN İÇİNE BAKIYOR”
31 Mart yerel seçimleri sonrası iktidardan devralınan birçok belediyede CHP ve DEM Parti borçları duyurmaya başladı. Her seçim dönemi sonrası gündeme geliyor bu mesele. Ama bu kez lüks, şatafat ağırlıklı bir tablo görüldü belediye borçlarıyla yan yana… Elbette belediyelerin denetimi, içsel-dışsal mali denetim, yasama organı adına yapılan Sayıştay denetimi ve bağımsız denetim kuruluşları gibi birçok etken var. Tartışmaları nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye’de yerel yönetimler üzerinden yapılan tartışmalar bana çok sağlıksız geliyor. Neden sağlıksız geliyor? İki nedeni var: Biri belediyelerin kendi gelirlerinin olmamasından kaynaklı. Ne yaptık? Belediye seçimi yaptık. Örnek vereyim. Sandıktan merkezi ya da yerel düzeyde fark etmeksizin sosyal demokrat bir parti çıksın. “Ben sizden daha çok vergi alacağım ama bunun karşılığı olarak size daha çok kamu hizmeti getireceğim.” diyecektir. Merkezi ya da yerel kamu hizmeti… Sağcı ya da muhafazakâr, söz gelimi ABD’deki gibi Cumhuriyetçi Parti’nin iş başına geldiğini varsayalım. Onlar da “Ben sizden daha az vergi alacağım. Ama bunun karşılığı da size daha az hizmet sunacağım. Her mahalleye bir kreş yapmayacağım. Otobüsler 10 dakikada bir değil de yarım saatte bir geçecek vs” diyecektir. Vatandaşlar da siyasal görüşlerine göre oylarını verecektir. Yani yerelde de merkezde de demokrasi böyle işler. Daha köklü ve sol partilerin daha güçlü olduğu demokrasilere baktığınızda vergi yükü daha ağırdır. ABD gibi daha liberal ülkelerde vergi yükü daha düşüktür ama bunun karşılığında da akşam 10’da dışarı çıktığınızda otobüs bulamazsınız. Sistem böyle işler. Daha çok yerel vergi alan, karşılığında daha çok yerel kamu hizmeti verir. Türkiye’deki yerel yönetimlere bakalım. Anayasanın 7. maddesiyle yasaklanmış vaziyette. Anayasal sisteme bakıldığında bir kere işin demokratik boyutunu tamamen ıskalamış oluyoruz. Türkiye’de bunu kimse konuşmuyor. Ne yapıyor yerel yönetim? Merkezin verdiği paralarla bir şeyler yapmaya çalışıyor. Türkiye’de yerel yönetim seçmene bir bütçe önerisi getiremiyor. En fazla “Devletin bana verdiği parayla ben şunları şöyle yapacağım ya da şunu yapamayacağım” diyebiliyor. Anayasanın 7. maddesine eleştiri getirince yanlış algılıyorlar, bu kesinlikle federal sistemlerle ilintili bir saptama değil. Mesela ben Fransa’da yaşıyorum. Fransa herhalde bir federasyon değil! Dünyanın en merkezi devletlerinden biri. Ama Yerel Yönetim Birliği’nin merkezi hakkı var. Benim söylediğim gibi yerel yöneticiler gayet vergi kanunu çıkarabiliyorlar.
“Belediyeler minibüsteki muavin gibi, sadece kasadarlık yapıyor” Türkiye’de yerel yönetimlerin mali anlamda özerk olması gerektiğini mi söylüyorsunuz?
Evet. Türkiye’de yerel yönetimlere paranın aşağı yukarı yüzde 85-90’ını merkezi yönetim veriyor. Yüzde 15’ini de “yerel vergiler” diye anılan ama matrahını, oranını yine merkezin hesapladığı, yerel yönetimin sadece “kasadarlık” yaptığı bir durum var. Mesela emlak vergisi… Emlak vergisi bir yerel vergi değil ki! Çünkü vergi TBMM’de kanunlaşıyor. Her şeyi TBMM hesaplıyor. Yerel yönetim ise sadece parayı topluyor. Türkiye’de belediyeler minibüslerdeki muavin gibi… Dolayısıyla muazzam bir sakatlık var sistemde ve bu ne yazık ki hiç konuşulmuyor. Bununla beraber anayasada çok yanlış bir 127. madde var.
Nedir o madde?
Mesela seçimler yeni bitti. Güneydoğu’da, doğu illerinde DEM Parti’nin çok güçlü şekilde kazandığı illerde dahi bugün oraya bir kayyım atanması konuşulabiliyor. Müfettişler görevlendirildi. Böyle bir sistem özünde yanlış. Hukuk metinlerimizde belediyenin nasıl anıldığına bakalım. “Devlet ve belediyeler” diye bir ifade var. Bilmiyorum, bu ifade kulağınızı tırmalıyor mu? “Devlet ve yerel yönetimler, devlet ve mahalli idareler…” Bu ifadeler anayasada bile var. Esasında belediyeler de devlet demektir. Ankara dediğimiz yer, merkezi devlettir. İngilizcesiyle “central government”. Belediyeler de yerel devletlerdir, İngilizcesiyle “local government”. Bu ikisi birlikte devleti oluştururlar. Merkezi+yerel devleti oluşturur normalde. Aralarında hiyerarşik ilişki söz konusu değildir.
Ama?
Ama Türkiye’de bu böyle değil. Meselenin özü de zaten bu. Türkiye’de yukarıda bir devlet var, bir de yerel yönetimler var. Devlet yerel yönetimlerin üzerinde çok rahatlıkla idari vesayet uygulayabiliyor. İdari vesayet kavramı son derece yanlış bir kavram. Yani belediye başkanları da siyasi suç ya da sıradan olağan suç işleyebilirler. Ve bunun karşılığında yargı devreye girer. Ankara’da da milletvekilleri suç işlediği zaman yargı devreye giriyor. Evet, onların dokunulmazlığı var ama sonra dokunulmazlığı kaldırılıp ardından yargılanırlar. Aynı şekilde belediye başkanları da… Diyarbakır Belediye Başkanı da Muğla Belediye Başkanı da yargılanır. Ama ne oluyor? Görevden alınıyorlar. Ondan sonra mahkeme sonuçlanmasa bile 4 sene seçilmiş başkan görevini devam ettiremiyor. Bunlar Türkiye’de yerel yönetim tartışmalarını anlamsız hâle getiriyor. Merkez ve yerel yönetim arasındaki ilişki bir tamamlayıcılık ilişkisidir. Ve çok temel bir bilgi; kamu hizmetleri arasında önem hiyerarşisi yapılamaz. Mesela itfaiye teşkilatı yerel yönetimlerin teşkilatıdır. “Ordudan daha az önemli” diyebilir misiniz? Allah muhafaza mesela eviniz yansa ve içinde sevdikleriniz varsa “Ordu mu daha önemli o anda, itfaiye mi daha önemli?” diye sormak lazımdır. Dolayısıyla kamu hizmeti arasında önem hiyerarşisi yapılamaz, bu bağlamda idari vesayetin de bir mantığı yoktur. Mesela Türkiye’de vali kavramı da yanlış anlaşılır.
“Devletin valisi” denir, “Devleti temsil eder” denir. Yahu vali niye devleti temsil etsin? Vali hükümeti temsil eder. Vali o ilde merkezi hükümetin temsilcisidir. Çünkü benim kullandığım ifadeyle temsil “adem” yani yokluk gerektirir. Türkiye’nin Fransa Büyükelçisi, Paris’te Türkiye’yi temsil eder. Neden? Çünkü Paris’te Türkiye Devleti yoktur. Buradan hareketle “Diyarbakır Valisi, Diyarbakır’da Türkiye Devleti’ni temsil eder” diyebilir misiniz? Öyleyse bunun karşılığı Diyarbakır’da devletin olmadığıdır. Böyle saçma sapan bir şey olabilir mi? Bu Muğla için de geçerli, Edirne için de geçerli, İstanbul için de geçerli, Türkiye’nin her kenti için geçerli… Ama bu o kadar yaygın bir anlayış ki; Türkiye’de mahalli idarelerin işlevselliğini yok ediyor. Yakın bir zamana kadar belediye başkanları şehir dışına çıkarken validen izin alıyordu. (Editörün notu: Söz konusu genelge İçişleri Bakanlığı tarafından 2018’de kaldırıldı) Hatta daha geçmişe gidelim. Yalova eskiden İstanbul’un bir kazasıydı, ilçesiydi. Niye? Belediye çalışanlarının Yalova’da yazlığı vardı. O dönem hafta sonu yazlığına giderken validen izin almak zorunda kalmamak için Yalova İstanbul’a bağlanmıştı. Komediyi anlatabiliyor muyum? Bir belediye başkanı validen izin almaksızın İstanbul’dan Ankara’ya gidemiyordu. Ama bu durum Türkiye’de aslında yerel yönetim kavramının olmayışının açık resmidir. Anayasadaki 127 ve 70. maddeyi çözmeden Türkiye’de yerel yönetimlerle ilgili tartışmaların ciddi bir temeli olamayacağını düşünüyorum.
“ANAYASADA KAMU GİDERİ YERİNE KAMU HİZMETİ GİDERİ DEYİN, BAKIN O GEREKSİZ HARCAMALAR YAPILIYOR MU?”
Anayasanın 73. maddesinden de bahsediyorsunuz. Kamu maliyesinin sorunun çözümü için özellikle bu maddeye değiniyorsunuz. Nedir bu madde?
Bu maddede verginin kanuniliği ilkesi vardır. Yani vergi ancak kanun ile hazırlanabilir. Anayasanın 7. maddesine döndüğümüzde kanun çıkarma tekelini TBMM’ye verdiğini görüyoruz, “Kanun yapma yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndir” diyor. O zaman vergi kanunları da bir kanun olduğu için, vergi kanunlarını sadece TBMM çıkartabiliyor. Yani yerel meclisler kanun çıkaramıyorlar. Yıllardır, 30 senedir yazarım bunu. Ya işlerine gelmiyor ya duymamazlıktan geliyorlar. Orada şöyle bir ifade vardır. Vergi, kamu giderlerini karşılamak için alınan mali bir yükümlülük derler. “Kamu giderlerini karşılamak” için diyor. Kamu gideri çok geniş bir kavram. Mesela devralanın belediyelerdeki kamu israfından bahsediliyor. Böyle garip, saray gibi makam odaları, bahçeleri, bilmem neleri var… Şimdi bunu nasıl finanse ediyorsunuz? Vergilerle finanse ediyorsunuz. O bir “kamu gideri” hakikaten. Ama o kadar görgüsüzce yapılmış oda, mekân bir kamu hizmeti midir? Asla değildir.
Yani Sancaktepe Belediyesi’nin makam odası için 810 milyon liralık müteahhit borcu oluştuğunu öğrendik. Mesela bu odanın inşası kamu hizmeti midir?
O bir kamu gideridir. Ama kamu hizmeti değildir. Yani size ne faydası var o odanın? Ya da Sancaktepelilere bir faydası var mı? Yok. Ama anayasanın ilgili maddesine “kamu hizmet gideri” yazılsa… Sadece bir kelime ilave edilecek. Yani “Kamu gideri” değil, “Kamu hizmet gideri” denilecek. Araya hizmet kelimesini soktuğu zaman kamu hizmetini tanımlayacak. Bu çok önemli. O zaman orayı yapamazsın. Yaptığın zaman da eğer bunu vergilerle finanse edersen, düzgün çalışan bir Sayıştay ona müdahale eder. Ancak Türkiye’de maalesef Sayıştay şu anda bir gölge kurumu hâline gelmiş durumda.
“SAYIŞTAY GÖREVİNİ YAPAMIYOR, ARABA SATARAK TASARRUF OLMAZ”
Dolayısıyla Sayıştay’ın, kamu ihale kurumunun, Rekabet Kurulu’nun kısacası tüm bu kurumların gözden geçirilmesi, etkinliğinin sorgulanması, yeniden yapılandırılması mı gerekiyor? Hani hep borçların yapılandırılmasını konuşuyoruz ama… Popülist şeylere çok meraklıyız. Mesela bu kadar araba var Türkiye’de. 125 bin yaklaşık olarak… Bütçede öyle gözüküyor. Ama mahalli idareler gözükmediği için tam rakam veremiyorum. Diyelim bunun 100 binini sattın, akaryakıttan da tasarruf ettin vs. Devlette tasarruf böyle yapılmaz. Bu, hiçbir işe yaramaz. Bunlar sadece popülist yönelimlerdir. “İşe bisikletle gidiyorum, işe belediye aracıyla gidiyorum veya otobüsle gidiyorum” söylemleri popülisttir. Bunlar önemli şeyler değil.
O zaman Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in 2015’te söylediği “Makam araçları çerez parasıdır” sözü size göre doğru mu?
Doğru söylüyor. Yanlış saat bile bazen doğruyu gösterir. Ama tasarruf edilmek isteniyorsa şunu hatırlatayım size: Türkiye’de 2024 bütçesi yüzde 6,5 gibi bir açık veriyor. Yani aşağı yukarı 100 milyar dolar açık veriyoruz. Dolayısıyla bu çok muazzam bir şey. Türkiye’nin kaldıramayacağı kadar. Ama bununla mücadele etmenin yolu araba satmak değildir.
Peki mücadele yöntemi nedir?
Mücadele yöntemi Sayıştay’ı etkinleştirmektir. Muazzam bir verimsizlik var kamu harcamalarında. Sayıştay bunu denetleyecek. Yani performans denetimi yapacak. Ki; yasada da var performans denetimi normal şartlar altında. Ama Sayıştay sadece hukuki tespit yapıyor, onu da ne kadar iyi yapıyor belli değil. Bir harcamayı yaparken o harcamanın kuralları vardır. Ama Sayıştay performans denetimi yapmıyor, yapamıyor, çekiniyor. Performans denetimi ile ilgili genelden bir örnek vereyim size. Mesela gündemde olan eğitim müfredatı meselesinden hareketle… Öğrenciler 7 yıl İngilizce okuyorlar. İngilizce eğitim veren öğretmenlere maaş veriliyor, sınıflar açılıyor, açılan sınıflarda yoğun ders saatleri geçiriliyor. Kaçı gerçekten İngilizce konuşabiliyor? Yurtdışına çıktığında, İngiltere’de mesela “Ben nereden ekmek alabilirim?” diye bile soramıyor o öğrenci mezun olunca. Kaçı İngilizce bir film izlerken, İngilizce bir gazete okurken anlayabiliyor? Üst düzeyde İngilizce eğitimi veren iki-üç okulu dışarıda tutacak olursak… O zaman Sayıştay’ın buna dair de bir performans testi yapması lazım, “Sizin İngilizce öğretim sisteminizde bir yöntem hatası var, bunu düzeltmek zorundasınız. İngilizce eğitmenine verilen maaş ve öğrencinin aldığı eğitim havaya gidiyor” demesi lazım. “O kadar para harcıyoruz nereye gidiyor?” diye soran bir Sayıştay var mı? Devlet bunu yapmıyor. Muhalefet de baskı yapmıyor. Mesela Hollanda’da herhangi bir liseyi bitiren öğrenci nasıl oluyor da mükemmel İngilizce konuşuyor? Bir komisyon kurun, gidin, öğretme yöntemini öğrenin.
Sürekli Sayıştay’a vurgu yapıyorsunuz. Sayıştay sonuç itibarıyla idari veya cezai bir soruşturma yapamıyor. Mali uygunluk ve performans denetimi yapıyor…
Yapması lazım çünkü savcılığı var. Sayıştay Savcılığı diye bir kurum var kanunda.
Ama?
Ama o savcılık işlemiyor. Hiçbiri işlemiyor. Hatırlayın. Sayıştay’ın kuruluş yıldönümüne Cumhurbaşkanı Erdoğan katılmıştı. Ne demişti? “Yahu çok üzerimize gidiyorsunuz. Siz de biraz göz yumun, biz de biraz daha iyi bakalım işlerimize, gelin orta bir yerde buluşalım.” demişti. Kamuoyunun önünde böyle bir şey söyledi Erdoğan. Sayıştay aslında bir yüce mahkemedir! Savcılık kurumu var içinde. Ciddi ciddi bunu cumhurbaşkanı söyledi, düşünebiliyor musunuz?
“DPT’NİN CANLANDIRILMASI İŞE YARAMAZ, YALÇIN KÜÇÜK BİLE ÖYLE DEMİŞTİ”
2006 senesinde Türkiye’de Devlet Planlama Teşkilatı bünyesinde yerel kalkınma stratejileri üzerine çalışacak Kalkınma Ajansları kurulmuştu. Ama tutmadı. 2010’da Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kapatıldı. Sonra bakanlıklara bağlandı vs. Kimi iktisatçılar, uzmanlar, gazeteciler “Kalkınma Ajansları ve DPT’yi yeniden düşünmenin zamanı geldi” diyor. Siz ne dersiniz?
Benim için bir anlam ifade etmiyor.
Çok kesin oldu, neden?
DPT’nin çok revaçta olduğu 1960’lı yılların sonunda herkes DPT taraftarıydı. İktisat profesörü Yalçın Küçük’ün bir makalesi vardır. Siyaseten aynı görüşte olmasa bile kendisini çok beğenirim, çok zeki bir insandır kendisi. O dört yıllık dönemde, 1963-1967 arasında yani DPT’nin kuruluşundan sonraki ilk 4 yılda Türkiye yüzde 3 büyümüştü. 1966’dan 1970’e kadar yüzde 6 seviyesinde hızlı büyümüştü. Yalçın Küçük o dönemde “Türkiye hiçbir şey yapmasaydı da yüzde 3 büyürdü, biz bunun için mi DPT’yi kurduk?” diye yazmıştı makalesinde. Çok doğru tespittir. Büyüme meselesi, kalkınma meselesi öyle ajans kurularak olacak bir şey değil. Bunun için çok ciddi eğitim reformu ve hukuk reformu gerekiyor. Kısacası yerel yönetimler konusunda işin özü kendi gelirini dahi belirleyemeyen bir belediye olduğudur. Sonra “İmamoğlu mu Kurum mu?” diye soruluyor. Hiçbiri kendi gelirlerini belirleyemiyor, Ankara’nın gözünün içine bakıyor, daha ne diyeyim?
Derya Kömürcü: Koşullar İktidar Değişikliği İçin Oldukça Müsait
Prof. Yılmaz: DPT, Belediyeler İçin Kritik Bir Rol Üstlenebilir
Prof. Çarkoğlu: Erdoğan, Özel ile Görüşerek İmamoğlu’nu Ekarte Etti