17 Ağustos 1999 Gölcük depreminin üzerinden yaklaşık 25 yıl, 6 Şubat 2023 depreminin üzerinden ise bir yıl geçti. Her iki büyük deprem ciddi afetlere dönüşerek can kayıplarına, ciddi yaralanmalara yol açtı, kentler büyük oranda zarar gördü. Yaşanan afetler toplum nezdinde şok ve şaşkınlık yarattığı kadar arkada büyük travmalar bıraktı. Toplumsal yaşamı ve ekonomiyi yaraladı. Ancak açık olan bir şey var ki depremler afetlere dönüşmek zorunda değil. Sürekli şiddetli depremler geçiren Japonya’nın durumu bunu en somut şekilde kanıtlıyor. Gerekli dersler alındığı takdirde, bunlara uygun tedbirler uygulandığında afet riski azaltılarak insanların can ve malları korunabiliyor. 1999 depreminin üzerinden geçen yaklaşık 24 yıl sonra 6 Şubat’ta on bir kentte ortaya çıkan tablo tüm toplumun bu konuda yetersiz kaldığını ortaya koydu.
Ülkemiz aktif fay hatları üzerinde kurulu, birçok kentimiz deprem olacak yerlerde kurulu. Türkiye’de son yüz yılda 7 ve üstü 16 deprem yaşandı (aşağıdaki haritaya bakınız).
Başta beklenen Marmara depremi olmak üzere her an başka yerlerde olabilecek depremler gerek yurttaşların can ve mal güvenliğini gerekse de tarihi ve kültürel miras ile ekonomik altyapıları tehdit ediyor. Depremler dâhil olmak üzere sel, yangın, salgın ve benzeri olayların arz ettiği afet risklerine karşı dayanıklılık oluşturmak, toplumun öncelikli gündemi olmalı. Aksi hâlde afetlerin yol açacağı acı ve yıkımlardan korunmak mümkün olmayacak.
Afet risklerini belirlemek, bunlara karşı önlemler alarak kentleri ve toplumu dayanıklı kılmak öncelikle devlet kurumlarının sorumluluğu altında. Anayasa’nın 5. Maddesi gereği, devletin asli görevi “insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.” Bu nedenle, tüm kamu kurumlarının ilk görevi ve önceliği yurttaşların can ve mal güvenliğini sağlamaktır. Öte yandan, Anayasa’nın 17. Maddesine göre herkesin yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı vardır. Başka bir ifadeyle, yurttaşlar kendi yaşamlarının korunmasını talep etme hakkına sahiptir. Devlet ile toplum arasında kurulu olan bu ‘sözleşme’ gereği, tüm seçilmiş ve atanmış kamu aktörleri bütün karar, faaliyet ve kaynak kullanım süreçlerinde yurttaşların yaşam hakkını korumak ve kollamayı gözetmelidir. Yurttaşların da bunu talep etme hakkı vardır. Unutulmamalı ki, Anayasa yazılı bir metindir ve ona gerçeklik ve işlevsellik katan ise uygulamalardır.
Anayasa’nın sunduğu hukuki çerçeveye ilave olarak, Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın 2023 yılında hazırladığı ve Meclisin onayladığı 12. Kalkınma Planı dayanıklı kentler kurmayı öncelik olarak belirlemiştir. Planda, “Ülkemiz 2053 yılında yapı stokunu ve kentsel altyapısını tamamen dönüştürerek afetlere karşı dirençli ve hazırlıklı hâle gelmiş, iklim değişikliğinin etkilerine sağladığı uyum ve sürdürülebilir ekonomik, sosyal yapısıyla etkin afet yönetimi konusunda dünyada lider bir ülke hâline gelecektir”* vizyonu konulmuştur. Kısacası gerek hukuki çerçeve gerekse de ulusal politika vizyonunda yaşam hakkının korunması için afetlere dayanıklı olmak gerektiği kabul edilmiştir. Mesele bunların zaman kaybetmeden etkin biçimde ve tüm toplum tarafından hayata geçirilmesine öncelik vermektir.
Yakın zamanda yapılan yerel seçimlerde belediyelerin liderleri ve karar alıcıları yurttaşların tercihleri doğrultusunda tayin edildi. Merkezi yönetim kadar yerel yönetimler de Anayasa’ya bağlı ve ulusal kalkınma vizyonuna göre işlemesi gereken kurumlardır. Meşruiyet, yetki ve kaynaklarını toplumun emanet ettiği egemenlik hakkından alırlar. Bunun yerel düzeyde kullanılması için mevcutturlar. O hâlde, kentlerin afetlere karşı dayanıklı hâle getirilmesi belediye karar alıcıları açısından da öncelik taşıyor. En nihayetinde belediyelerin asli görevi yerel ortak ihtiyaçların karşılanmasıdır. Aynı zamanda, kendi yetki ve faaliyet alanı dışında kalan mercilerde bu sorumluluk doğrultusunda seçmenlerin yaşam hakkını korumakla yetkilidirler.
Yerel kalkınma ve yaşam kalitesi ancak dayanıklı zeminler ve yapılar üzerinden sağlanabilir. Kentlerin kalkınması ve yurttaşların refahının sağlanması öncelikli olarak yaşam hakkının korunması ve dayanıklı yaşam alanları oluşturmaktan geçiyor. Bu nedenle, belediyelerin yerel afet risklerini belirlemesi, bunların azaltılması ve olası afet durumunda ise acil müdahale için gerekli hazırlıkları yapması gerekiyor. Tüm politika ve faaliyetlerini buradan hareketle oluşturması ve uygulaması doğru olandır.
Yerel seçimler sonrasında belediye başkanları ve meclis üyelerinin önünde duran en önemli konu gelecek beş yılda yapılacakları temel hatlarıyla belirleyen stratejik planları ve bütçeleri belirlemektir. Mevzuat gereği, belediyelerin bu planlar ve bütçeye göre yönetilmesi gerekiyor. O hâlde, stratejik planlar; afet risklerini merkez alan, yurttaşların yaşam hakkını korumaya yönelen ve dayanıklılığı artırmaya odaklanmış olarak hazırlanmalıdır. Bunun sağlanması ise gerek seçilmiş siyasi temsilcilerin gerek atanmış bürokratların ama aynı zamanda kent konseyleri başta olmak üzere tüm sivil aktörler ile diğer kent paydaşlarının ortak gündemi olmalıdır. Aksi hâlde sürdürülebilir bir ülke, gelecek ve yaşamdan bahsetmek gerçekçi olmayacaktır.
_______
(*) On İkinci Kalkınma Planı, Madde 280
Prof. Dr. Sergio Barrientos: “Depremle Yaşayan Şili’de Yolsuzluk Olmaz”