Mahallede turluyoruz sabahın körü, şöyle bir inanış var: Çocuklar ve yaşlılar ne kadar geç uyusalar da sabahın ilk ışıklarıyla gözlerini açıyorlar. Bence bu doğru, dedem ve ben horozlar daha ötmeden hatta karga bokunu yemeden, hayal bile göremeden ayaktayız. Çocuklarla buluşup pazar kahvaltısı öncesi elimizde tüf tüf plastik ince borularla, ava çıkmışız. O zamanlar elimizde Nerf tabancalar yoktu. Elektrik kablolarının içinde geçtiği otuz, otuz beş cm uzunluğunda ince borular vardı. Biz onlara kâğıttan mermi yapar oynardık. Mermiler genelde çiğdem külahı şeklinde fakat bir kibrit çöpü uzunluğundaydı.
Elimizde tüf tüf silahlarla sağa sola ateş ederken, Terzi Sefa abinin dükkânının vitrinini toz içinde görünce Ali parmağıyla kocaman “satılık” yazdı. Mıstık “Beni yıka” yazdı. Gülerek uzaklaştık. Kendimizi yazlık sinemanın önünde bulduk. Kapısının açık olduğunu fark ettik…
Sinemalar bizim çocukluğumuzun hayal perdesiydi. Bıraksanız o kocaman beyaza boyanmış, etrafına siyah şerit çekilmiş duvara günlerce hiç uyumadan bakabilirdik. Tabii ki yanımızda Cincibir gazozları ve bir külah çiğdem…
Bir arkadaşım yıllar sonra,
“Birçok marka gazoz içtim, fakat Cincibir gazozlarını hatırlamıyorum.” dedi.
Cincibir 1970’ler ve 1980’lerin başında özellikle Ege Bölgesi’nde faaliyet gösteriyordu. O nedenle daha çok bu bölgelerde tanınıyordu. EMSA-İzmir Ege Meşrubat şirketi tarafından üretiliyordu. Cincibir, özellikle yazlık sinemalarda çok tüketilir, perde duvarının altındaki büfelerde satılırdı.
Ali kapıyı açık görünce, “İçeriye girelim.” dedi.
Mıstık, “Deli misiniz? Hayatta olmaz, ben giremem.” dedi.
“Sen o zaman dışarıda kal biz giriyoruz.” dedim. Ali ile kocaman hayaller perdesinin küçücük kapısından (Alice gibi) içeriye girdik. Mıstık durur mu, hemen arkamızda geldi. Sinema salonu leş gibiydi. Yerler boş çiğdem külahı, fıstık kabuğu, gazoz şişeleri ile doluydu. Her sandalyenin önünde öbek öbek çiğdem kabukları vardı. Sanırım sabahın bu kör saatinde temizlik için açmışlardı sinemayı, etrafta kimse yoktu.
Koşarak makinistin olduğu odaya gittik. Bir sürü makara hâlinde kocaman 35 mm film vardı. Küçük küçük makaralar da vardı. Bunlar film başlamadan önce ve aralarda bize izletilen yeni gelecek filmlerin tanıtım kopyasıydı. Yani şimdiki adıyla fragman…
Makaraların üzerinde yazanları okumaya başladık: ‘Atla Gel Şaban/Kemal Sunal’, ‘İmparator/Kadir İnanır’, ‘Bekçi/Müjdat Gezen’ yerde duran büyük makarada ‘Namuslu/Şener Şen’ yazıyordu. Diğer büyük makaraya bakamadık. Sağda solda duran kopmuş filmlerden alıp odayı terk ettik. Tam sinemadan çıkmak üzereydik. Ali kışlık sinemayı gösterip “Gelin buraya da bakalım.” dedi.
Mıstık yine “Deli misiniz? Hayatta olmaz, ben artık oraya da girmem.” dedi.
“Sen o zaman kal biz giriyoruz.” dedim. Koşarak arkamızdan geldi.
Yine bir şeyler buluruz umuduyla makinist odasına girdik. Makine çalışır durumdaydı. Üzerinde film takılıydı. Sanırım birileri izlemek için ayarlamış. Makaranın üzerinde ‘Conan/Arnold Schwarzenegger’ yazıyordu.
Mıstık görünce, “Svanzenger Svanzengir Svanzengör,” diye çeşitli dillerde bağırdı. Öyle ya Terminatör’ün iki serisini de keyifle izlemiştik. Hepimiz Arnold hayranıydık. O “girmeyelim, gelmem, gitmeyelim, kurcalamayalım, almayalım” diyen çocuk gitti, yerine “makineyi çalıştıralım… Bu filmi izlemeden bir yere gitmem” diyen düğmeleri kurcalayıp bize emirler yağdıran bir canavar geldi.
Mıstık’ı tutup sarstım: “Sakin ol! Hallederiz,” dedim. Makinenin üzerinde ‘Start’ yazan düğmeye bastım. Makara dönmeye başladı. Kısa bir süre sonra film ekrana yansıdı. Çocukluğumuzun hayal perdesi yine bizi içine çekiyordu. Büyülenmiş gibi kendimizi ışığın kollarına bıraktık.
Yıllar sonra unuttuğum tüm bu filmleri bana hatırlatan bir kitap geçti elime, yakın zamanda kaybettiğimiz Türker İnanoğlu ‘Nam-ı diğer Bay Sinema’ hazırlamış. ‘5555 Afişle Türk Sineması’ tüm sinema tutkunlarının mutlaka kitaplığında bulunması gereken bir başyapıt.
Pazar kahvaltılarını sevdiğim doğrudur. Ne yalan söyleyeyim, sinema her şeyden önce gelir.