Tektipleşmiş Romeo ve Juliet’lere Karşı: Ayrımcı Bakış Değişmeli

İngiltere’nin ünlü ve prestijli tiyatro kumpanyası London West End’in 23 Mayıs’ta sahnelere gelen yeni uyarlaması Romeo ve Juliet, uyarlamanın niteliğinden çok geçen hafta sosyal medyada yarattığı tartışmalarla gündeme geldi. Tartışmanın odağında Juliet karakterine siyahi bir oyuncunun hayat vermesi vardı. Sosyal medya üzerinden geniş bir kitle, başrole seçilen genç oyuncu Francesca Amewudah-Rivers’ın ten rengi ve fiziksel özelliklerini hedef alan ırkçı ve kadın düşmanı söylem ve tavırlar üretti. Bu gelişmeler üzerine 22 Mayıs’ta Guardian’da Francesca-Amewudah-Rivers’a yönelik çevrimiçi ırkçı tacizi kınayan açık bir mektup yayımlandı. Enola Holmes dizisinin oyuncusu Susan Wokoma ve “Crowning Glory” oyununun yazarı Somali Nonye Seaton’un girişimiyle hazırlanan mektupta 838 oyuncunun imzası bulunuyor. Mektupta şu ifadelere yer verildi:

“Francesca Amewudah-Rivers’ın Romeo & Juliet yapımında rol alacağı haberi duyurulduğunda pek çok kişi bu haberi kutladı ve memnuniyetle karşılaşdı. Birçoğumuz küçük kız kardeşimize sevgi ve tebrikler yağdırmak için sosyal medyayı kullandık, kariyerinde bu kadar genç biri için çok büyük bir olay. Fakat bunu takip eden süreç, çoğumuzun gözle görüşür siyah tenli sanatçıların deneyimlediği, fazlasıyla tanıdık bir korkuydu. Böylesine tatlı bir ruha yönelik ırkçı ve kadın düşmanı taciz, dayanılmayacak kadar ağırdı. Böyle sapkın, çirkin bir tacizi ateşleyecek bir oyunun oyuncu kadrosunun duyurulması, nefret dolu tacize karışmak zorunda kalacak kadar boş  ve kendi hayatlarında kısır olanlar için utanç verici.”

Bu gelişmeler bir yana Jamie Lloyd’un yönettiği “Romeo & Juliet”,  23 Mayıs’tan 3 Ağustos’a kadar Londra’daki Duke of York Tiyatrosu’nda sahnelenecek. Gösterinin tüm seanslarda biletleri kısa süre önce tükendi.

Fikir Gazetesi olarak söz konusu tartışmaları Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümünden KHK ile 2017’de ihraç edilen Barış Akademisyeni Süreyya Karacabey’le konuştuk.

Değerli hocam, siyahi İngiliz oyuncu Francesca Amewudah-Rivers’ın yeni Romeo & Juliet uyarlamasında yer alması internette farklı tepkilere neden oldu. Özellikle ten rengi ve fiziksel görünüşüne yönelik can sıkıcı ifadeler sosyal medyada dolaştı.  Siyahi bir oyuncu Juliet’i oynayamaz mı?

İnsan nedenini bilse de bu tür soruları sormayı mümkün kılan düşünme biçiminin baskınlığına isyan ediyor. Romeo ve Juliet, insanlar arasında geçen bir aşk hikayesi. İnsanlar da çok çeşitli görünümlere ve renklere sahip olduğuna göre ve bir oyundaki asal rolleri sadece insanların kuzeyde yaşayan, diş teli takmadan büyümüş olanları oynayabilir demek kadar absürd, siyah bir kadının Juliet’i oynayıp oynayamayacağı meselesi. Biz sadece oyuncunun rolüyle kurduğu ilişki hakkında konuşabiliriz, iyi oynadı ya da oynamadı biçiminde. Buna cevap vermenin bile berbat hissettirdiğini söylemek durumundayım.

Son dönem buna benzer tutumlar yaygınlaşıyor, ikonik karakterleri farklı ırklardan kişilerin oynadığını görüyoruz, bunu neye bağlıyorsunuz?

Rol figürlerini, ikonik karakterleri belli kalıplara bağlı olarak hayal etmenin, aslında ırkçı ideolojinin bütün içeriklerini sorgulamadan kabul etmek ve bu ideolojiyi sürekli yeniden üretmek olduğuna-çok geç bile olsa-  çarpmalarına bağlıyorum. Düşünce dünyası uzun zamandan beri bir uygarlık biçimini, bütün komplikasyonlarıyla birlikte eleştirmekte. Bir homojenliği inşa etmenin politik biçimlerindeki zulmü daha açık görüyoruz, daha da önemlisi o politikalara öfkelenirken, ayrımcılıkların çeşitli görünümlerini hiç sorgulamadan, dil ve biçim açısından nasıl içselleştirdiğimizi de kavrıyoruz. Doğru sanılan pek çok şeyin, tekrar yoluyla ezberlenmiş kalıplardan ibaret olduğuna uyanıldığında, artık yolu yürüme biçimi de değişir. Yaygınlaşması doğal, daha telafi edilecek çok mesele var. Eskiden siyah bir kadın oyuncu, sözgelimi bir kraliçe rolü için düşünülemezdi bile. Çünkü o atalarıyla birlikte sömürgeleştirilmiş bir ırkın mensubu olarak, bir oyuna bu geçmişin kalıntılarıyla dâhil edilirdi. Şimdi bu ortadan kalkıyor, şaşırmamız gereken eskisiydi, yenisi değil.

Bu tür deneme ve uyarlamaların, orijinal metne ve metnin dünyasına zarar verdiği eleştirileri yapılıyor. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Özgün metinler güncelleniyor, pek çok klasik oyun uyarlanmadan sahnelenmiyor. Ne kadar eski olursa olsun bir metin, sahnelendiğinde şimdiki zamana aittir ve kendi seyircisine seslenir. Dikkat ederseniz yeniden çalışılan oyunların ortak özelliği, söylediği sözlerin hâlâ bir anlam taşıyor olmasıdır. Değilse, ürettiği söz ve anlam, arkaik bir çağın gerçekleriyle sınırlıysa zaten aşılır ve ders malzemesi olarak okullarda okutulur sadece ya da edebiyat tarihçisinin inceleme nesnesi olarak kalır. Sanat canlı bir şeydir, alımlayıcısıyla ortak nefes alır, bir uyarlama, referans metni yok etmez, ona işaret ederek var olur ve onun kendi dünyasında var ettiği anlamları, başka bir zamanın ışığında yeniden okur. Sonsuz bir yeniden okuma ve eleştiri onu yok etmez ki, sadece ömrünü uzatır. 

Özellikle sosyal medyada son dönemde “Böyle şey mi olur” şeklinde tepkiler geliyor. LGBTİ+ görünürlüğüne de, siyahi oyunculara da benzer argümanlarla “politik doğruculuk” eleştirisi yapılıyor, siz özellikle popülist sağdan gelen bu tip eleştirileri neye bağlıyorsunuz?

Bu aslında alışıldık, bildik olanın dışına geçişin yarattığı bir huzursuzluk. Diğeri için o kadar uzun zamanlar kalıplar oluşturuldu ki, arketipler, stereotipler ve hep aynı şeyin tekrarı bu ezberleri pekiştirdi. Güzel kadın imgesini, ideal aşkın öznelerini biz doğuştan getirmedik, hepsini öğrendik ve öğrenmekten de öte içselleştirdik. Dolayısıyla zihne kazınmış olanın dışında bir şeyle karşılaşıldığında önce itiraz edilir. Bir kadınla erkeğin yakınlaşmasına ait sayısız örnek izlerken hiç rahatsız olmayışlar buna bağlı, çünkü “normal” denilen şeyin içinde onlar, bir toplumsal kurgu olarak “normal” ondan sapan her şeyi mahkum ederek sürdürür hükümranlığını. İki kadının ya da iki erkeğin aşkı, yaygınlaştırılmış “normal”in dışında görüldüğü için tepki duyuyorlar. Aynı zamanda çok görmedikleri için de. Bu söylediğim, sıradan insanın “başka”yla karşılaşmasındaki şaşkınlık. Ancak bir ideoloji olarak bakıldığında o kadar masum değil hiçbir şey. Tanımlanmış kimlikler ve sabitlenmiş cinsiyetler dışındaki bütün varoluşları bir tehdit olarak tanımlıyor bu akıl, kendine benzemeyeni yaşatmak istemiyor. Burası dışlamalar ve kapsamalar alanı olarak yapılandırılmış bir bölge. Renkleri ayrıştırıp, cinsiyetleri tarif ediyorlar ve bu daraltılmış dünya hiç bozulmasın istiyorlar. Gerçekten çok komik, varlığa savaş gibi bir şey, görmek istemedikleri görünür olmayınca yok olacak sanıyorlar. Politik doğruculuktan hiç hoşlanmıyorum, sadece birilerinin, onları dışlamış uygarlık tarafından kabulüne ihtiyacı olmadığını, zaten eşit bir zeminde varolduklarını ve sadece dar bir zihin dünyasına kendini hapsetmiş insanların, bir zahmet kendilerini düzeltmeye çalışmaları gerektiğini söylüyorum. Başka şeyi nasıl öğrendiysek yenisi de öğrenebiliriz.

Bunların görünüş dünyasında sık yer almasının sonuçları olumlu olacaktır. Değişim sancılı ve ağır bir şey, ama herkesi içine alacak kadar da etkilidir. Şöyle düşünelim, Amerika’da ortalama bir akla sahip olan biri, geçmişte sadece rengi koyu diye birilerinin köleleştirilmesini şimdi tuhaf bulmaktadır. Evet, ayrımcılık sürüyor ama bunu mantıklı ve haklı bulan insan sayısı da giderek azalıyor. Bu konuda böyle düşünmeleri çok zaman aldı. Ama değiştiler, görerek, yaşayarak değiştiler. Var olan, vardır; doğada varolan da doğaldır, onları marjinal bir bölgeye sürmenin anlamsızlığına bir gün herkes çarpacak nasılsa.  

Bu eğilimler üzerinden sinema-tiyatro gibi alanlarda klasik metinlerin uyarlanması, güncellenmesi anlamında gelecekte bizi neler bekliyor olabilir?

Sanatın özellikle yenilikçi kanadı, eleştirel düşüncenin kazanımlarını toplumdaki kabullerden çok önce kendi estetik programına dâhil etmiştir. Her çeşit hiyerarşiyi sadece içerik açısından değil biçim açısından da tartışan önemli sayıda uygulama var. Daha eşitlikçi bir dünya için uğraşanların kendilerine miras kalmış edebi-teatral külliyatı yeniden okumalarının sonu hiç gelmiyor, gelmeyecek de zaten. Kadınların erkeklerin yarattığı dünyayı yeniden okumaları, klasik metinlere yeniden bakışın iyi örneklerini sundu. Ayrımcılığa uğramış ırkların, klasiklere başka bir gözle bakmaları da öyle. Girişimci beyaz Robinson’u Cuma’nın perspektifinden okumak gibi, monarşiyi, kralların hikâyesini uşaklar ve hizmetçilerin açısından okumak gibi. Titanic’i garsonlar, yemek yapanlar, kömür dairesindeki işçiler açısından okumak gibi. Uygarlığın utançları ne kadar görünür kılınırsa yaratıcı yorumlar da o kadar çoğalacaktır. Kategorilerimiz, normal kabul ettiklerimiz aşındıkça, yorumlar da elbette değişecektir. Belki de o eski metinlerde kurulan dünyaları bir gün hiç anlamayacağız. Bir zamanlar böyle öldürür, böyle severler ve her şeyden ayrım üretirler diye bakacağız belki de hepsine. Belki de….

Sanata Karşı Sanat!

Semih Çelenk: “Öncelikli İş Büyük Bir Seyirci Havuzunu Var Etmek Olmalı”

Sahne Tozuyla 50 Yıldır Çocukça