“Aynı İstanbul’un içinde İstanbul’u arayarak ve bulamayacağımı pek iyi anlayarak hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum. Ben İstanbul’un, eski İstanbul’un, o şahsiyetli ve güzel İstanbul’un iç yüzünü afacancasına tanıyan bir evladıyım. İşte ben bu pek iyi tanıdığım ve pek çok sevdiğim vücudu kaybettim ya ona yanıyorum, onun hasretini çekiyorum.”
Yazar Refik Halid Karay, “İstanbul’un Bir Yüzü” romanını bu cümlelere bitiriyordu. Tarih 1918’di. O zaman imparatorluğun güçlükle ayakta duran başkentinin nüfusu 1 milyon bile değildi. Aradan 106 yıl geçti. Sürekli nüfusu arttı İstanbul’un, büyüdükçe büyüdü. Karay’ın yazdığı romanın günlerden bu yana tam yirmi kat… Ve neredeyse 20 milyonluk şehir depremi bekliyor, zaman daralıyor. ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Tarık Şengül de, İstanbul’un artık sırtındaki yükü kaldıramadığını söylüyor. Şengül’ün kentsel yapı, rant meselesi, inşaat sektörü ve insana dair diyecekleri de var.
1999 MARMARA DEPREMİ: ÖĞRENİLEMEYEN DERSLER
Belirli aralıklarla afetleri yaşıyoruz. 99 Depremi bir olay, acı ve kötü bir örnek olsun istedik. Ancak aradan geçen süreye bakıldığında 99 depremi ders alınacak bir olay olmadı denilebilir mi? Kentleri nasıl kurmalıyız diye tartıştıktan sonra yaşam yeniden eskiye mi döndü?
İyi bir kavramla başladınız “olay” diyerek. 1999 Marmara Depremi bir olay olmadı. Yani biz olaya aslında bir etki olarak bakıyoruz ve o etki olduğunda bazı şeylerin çok temelden değişmesi gerekiyor ki olay olsun. Daha önceki süreçler, ilişkiler, kurumlar, davranış biçimleri eğer bu olayla birlikte radikal biçimde değişiyorsa ve bir daha geriye dönülmüyorsa ona “olay” diyoruz. Olay zannettik, olay olsun istedik ama olmadı. Yakın zamanda Kahramanmaraş depreminde çok benzer biçimde, farklı bir coğrafyada, yine bölgesel ölçekte, biraz daha büyük ama aynı hataların yapıldığı, kamunun yine yetersiz kaldığı, insanların bölgeye koşup yardımları dağıtamadığı ya da yardım dağıtmanın aksadığı, alana kurtarma ekiplerinin geç girdiği yani 99 depreminde yaşanan başarısızlıkların daha büyük ölçekte aradan uzun süre geçmiş olmasına rağmen tekrarlanışına şahit olduk.
17 Kasım 1999’da Türkiye’nin Kaynaşlı ilçesinde meydana gelen bir depremin ardından, sakinler evlerinin enkazı üzerinde oturuyor / Fotoğraf: Manoocher Deghati, AFP
Demek ki; 1999 bize bir şey öğretmemiş. Ya da sorumlu kurumlarda yapısal dediğimiz başarısızlıklar değişmemiş. Kurumlar değişmediği gibi anlayışlar değişmemiş, imar algısı değişmemiş. Kısacası 1999 depremi bir olay değil. Kahramanmaraş depremi sonrasındaki davranışlar da benzer biçimde öğrenme yönünde hareket etmediğini gösteriyor sorumlu kuruluşların. Bu çok üzücü. 17 binden 50 bine kadar hatta daha fazla insan kayıptan bahsediliyor. 100-120 milyar dolar civarında maddi hasardan söz ediliyor. Onarılamayacak, geri döndüremeyecek tarihi çevrelerin de yok oluşuna şahit olduk. ‘Burada öğrenilmiyorsa nerede öğrenilir?’ sorusuyla karşı karşıya kalırız böylesi bir durumda. Onun için başımıza gelen, yaşadığımız büyük yıkımın sonunda bir sonraki aşamada ‘Bunlar olmayacak’ diyebilecek bir rahata sahip değiliz. Yakın zamanda başarı örneklerinde Şili var. 2000’lerin başında yaşananlar, 2015’te yaşandığında aynı şeyler olmadı. Çünkü öğrenmişler. Neyi? Erken uyarıyı, toplumsal hazırlıkları, imar düzeninin sağlıklı hale getirilmesi meselesini… Dolayısıyla Şili’de deprem olay olmuş Türkiye’de olay olmadı ne yazık ki…
“KENTSEL DÖNÜŞÜM BİR KALKINMA PROJESİ OLABİLİR AMA…”
Kentsel dönüşüm her tartışmanın vardığı nokta. Çözüm kentsel dönüşümde mi? Yoksa mesele bununla sınırlı olmayacak kadar derin mi?
İstanbul’a bakalım. 190 bin bina var. Ki; bunlar konut birimi değil. Onların her birinde çeşitli sayılarda konut var. Yeniden yıkılıp yapılması gerekli. Yani 200 bine yakın binadan söz ediyoruz. Tümüyle yıkılıp yapılması gerekiyor. Bu milyonlarca konut birimi demek. Beş konut olsa her birinde, bir milyon eder. Aynı zamanda güçlendirilmesi gereken binalar var. Buradan baktığınız zaman çok büyük bir kaynaktan söz ediyoruz. Bu ancak Türkiye’de zamana yayılarak yapılabilir. Yerel yönetimlerin bütçesinin ötesinde bütçe gerektirdiği için belli bir iş birliği içinde olunmalı.
Fotoğraf kaynağı: Açık Radyo
Merkezi yönetimle yerel bir yönetim arasında bir projeye dönüşmeli, etaplayarak yapılmalı. Ama bir yandan da şöyle bir telaşla yaşıyoruz: ‘Her an deprem olabilir’ telaşı. Gecikirseniz büyük bir sorumluluk almış oluyorsunuz. Çok sayıda insan, hele İstanbul gibi bir yerde maddi-manevi insan kaynaklarıyla ve insanıyla büyük bir yıkıma, kayba uğrayacaksınız. Dolayısıyla burada asıl hikâye bir önceliklendirme hikayesidir. Türkiye’de bu büyüklükteki kaynaklar üretken olmayan biçimde harcanıyor. Aslında kentsel dönüşümün kendisi aynı zamanda bir kalkınma projesi olabilir. Bunca yıl inşaata dayanıp rant ekonomisi üreten bir ülke düşünün. Bu kez özel olarak İstanbul’da merkeze insanı koyabileceğinizi düşünün. Böylesi bir durumda yatırdığınız kaynaklar sonunda İstanbul’da yaşayan insanların canını, güvenliğini korur. Ama şunu tekrarlamak gerek. Bu yerel yönetimlerin mevcut kaynaklarıyla yapabilecekleri bir şey değil. Merkezi yönetimin de bugünkü konumlanışıyla yapabileceği bir şey değil. Türkiye’de ve İstanbul’da önceliklerin değişmesi lazım. Yani hukuk burada ikincil kalıyor. Hukuk üç günde değişir. Ki; öyle ya da böyle işte bu el koyma vesaire gibi demokratik olmayan araçları cumhurbaşkanının kararnamesiyle bir gecede çıkartılabildiğini gördük. Yanlış anlaşılmasın, elbette ‘Bu yollara başvurulsun’ anlamında söylemiyorum. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ‘Bir seferberlik ilan edelim hep birlikte’ dedi. Demeye çalıştığım istenirse hukuki alandaki sıkıntılar, iş birliği ve kaynak yaratmanın önündeki sıkıntılar üç günde kalkar. Ama açıktır ki; bugünkü yapılanma bunu yapamaz. Bir biçimde Türkiye’nin ama onun ötesinde özellikle İstanbul’un önceliğinin gerçekten kentsel dönüşüm, depreme karşı bir dirençli kent yaratma olmalı. Bir de burada altını çizeyim. Sadece İstanbul konuşmuyoruz. Marmara Bölgesi’ni de konuşuyoruz aynı zamanda. Dolayısıyla bunun bölgesel ölçekte de kurgulanması lazım İstanbul’un ötesinde.
Marmara Havzası genelinde?
Evet ama özel olarak ben size Gemlik’i söyleyeyim. Son derece alüvyal topraklar üzerinde oturan bir yer. Neredeyse yerleşimin yüzde 70-80’inin deprem için olabilecek en kötü yerlerde olduğunu biliyoruz. Fay hattının hem yakınında hem üzerinde olduğu yerleşmeler var. Olay İstanbul’un da ötesinde aynı zamanda.
“TÜRKİYE’Yİ SÜRÜKLEYEN BİR BÖLGENİN ÇÖKME İHTİMALİNDEN SÖZ EDİYORUZ”
Bir de meselenin insani olduğu kadar ekonomik boyutu da var…
Evet bir başka noktada işin ekonomik boyutu da var. Marmara aynı zamanda Türkiye’nin motor gücü. Türkiye ekonomisini sürükleyen bir bölgeden söz ediyoruz Marmara deyince. Yüzde 25-30’ları bulan bir gayrisafi milli hasıla katkısı var. Şüphesiz insanın konuşulduğu yerde bunlar hiçbir zaman birinci plana çıkmaz ama bu da bir gerçek. Aynı zamanda Türkiye’yi sürükleyen bir bölgenin çökme ihtimalinden, yıkım ihtimalinden söz ediyoruz. Dolayısıyla gerekli önemler alınmazsa insan kayıplarının dahi ötesinde bir yıkım söz konusu olabilir.
“ZAFİYET YARATAN ANLAYIŞLARI ÜRETMEK ALIŞKANLIK ÖTESİ BİR DURUM”
Ranttan hiç bahsetmedik. Rant projelerinin altına atılan imzalar için bir nevi alışkanlık, bir nevi yönetim biçimi diyebilir miyiz? Bunu hem 1999’da hem de 6 Şubat depremlerinde tecrübe ettik mi? Eğer ettiysek artık yüzleşme zamanı gelmedi mi?
Alışkanlık, yatkınlık meseleleri önemli. Bu tür imzaları deprem karşısında direnç kazandırmak yerine tam tersine davranılıyor. Zafiyet yaratan anlayışları üretmek, imar planlamasıyla, kentsel dokusuyla vs. bunları yaratmak alışkanlık ötesi bir durumdur. Çünkü Türkiye ekonomisi daha doğru ifadeyle iktidar ekonomisi böyle yürüyor. Mevcut iktidarlar kendi toplumsal tabanlarını, müteahhit çevrelerini, ekonomi anlayışlarını ancak bu tür projeler aracılığıyla üretebiliyor. Onun için dönüp dönüp aynı hataları yapıyorlar.
Kentsel dönüşüm mü, rant mı? / Fotoğraf: AA
Dolayısıyla bu bir alışkanlık meselesidir. Ama başka tür düşünmeyi de beceremiyorlar zaten. Bu tür bir anlayış yaşamlarına o kadar girmiş ki… Başka türlü bir kentleşme, başka türlü bir dönüşüm, başka türlü bir kent yaratma türü bir projeyi hem iktisadi hem kültürel bir kategori olarak düşünemiyorlar. Geri planda çok önemli ekonomik ve siyasi bağlar var. Belli bir iktidar anlayışının yeniden üretiminin maddi kaynakları olması meselesi… Bu tür dönüşüm, kentsel gelişme ve imar planlaması anlayışı aynı zamanda rant dağıtıyor. İşte o rantlar aracılığıyla bir iktidar ve ekonomi işliyor.
DOĞRU ŞEHİRLEŞME İÇİN NE YAPILMALI?
Bir anlığına siyaseten ve ekonomik olarak bahsetmiş olduğunuz engelleri, çarpıklaşmayı bir kenara bırakalım. Aynı zamanda merkezi hükümetle yerel hükümet arasındaki iş birliğinden yoksunluğu da… Özel olarak İstanbul genel olarak Türkiye’de doğru şehirleşme için sizce ne yapılması gerek?
Bir yanda böyle hani çok uzmanca yanıt verebilirim bu soruya. Ama onun ötesinde hayatın kendisine, kentlerin işleyişine, dinamizmine de iyi bakmak lazım. Çünkü hayalleriniz, idealleriniz çok havada kalabilir. Doğrularınız uygulamaya dönemeyebilir demeye çalışıyorum. Mesela son bir yıl içinde İstanbul’a yönelen iş gücünde de İstanbul’u hedefleyen akışkanlıklarda da bir yavaşlama var, hatta yer yer İstanbul’dan uzaklaşma var. Çünkü İstanbul çok maliyetli bir yer haline geldi. Deprem açısından maliyetli, ekonomik açıdan maliyetli, konut maliyetli, her şey maliyetli! İstanbul bize bir şey söylüyor. Diyor ki; “Ben aşırı büyüdüm. Bunun başka yerlerde yarattığı maliyetleri karşılaştırırsanız benim yarattığım maliyet çok daha büyük” diyor. Artık insanlar bunu duyuyorlar. Buradan hareket ettiğimizde bile yapmamız gereken şey aslında mevcut pratiklerden çıkıyor. İstanbul’u biraz seyrekleştirmemiz lazım. Ekonomik açıdan seyrekleştirmemiz lazım. Göç açısından seyrekleştirmemiz lazım. Anadolu-İstanbul dengesini yeniden gözeten bir mekânsal strateji ve politikaya ihtiyaç var.
İstanbul’un nüfusu 2023 yılında 242 bin 27 kişilik azalarak 15 milyon 655 bin 924’e geriledi. Kentin nüfusu, 2020’deki 56 bin 815 kişilik düşüşten sonra Cumhuriyet tarihinde 2. kez azalmış oldu. / Fotoğraf: Canva
Bunun altını çizip uygulamamız lazım. Sanayi açısından da söylüyorum bunu. Diğer bir takım ekonomik sektörler açısından da söylüyorum. Bir kere deprem bölgelerinde, o fayların bulunduğu bölgelerden uzaklaşan nüfusu ve yatırımı uzaklaştıran daha makro ölçekli bir yaklaşıma ihtiyaç var. İstanbul-Anadolu ilişkisi aynı zamanda kalkınma meselesini de daha dengeli hale getirmeye de olanak verecek. Türkiye’nin dörtte biri burada yaşıyor, büyük bir bağımlılık içerisinde. Bunu dengelediğiniz zaman insanları deprem bölgelerinden uzaklaştırmış oluyorsunuz. Bu makro ölçekte bir şey. Bunun ötesinde kent içinde güçsüz konut ve yerleşim alanlarını önceleyen bir politikaya ihtiyacımız var. Geçtiğimiz dönemde yapılan kentsel dönüşüm projelerini ele alalım. Neredeyse hiçbirinin gerçek anlamda sorunlu bölgelerle örtüşmediğini görüyoruz. Başka yerlerde kentsel dönüşüm yapmışız, “Depreme karşı yapıyoruz” diye. Bir an önce bu bölgelere yönelik somut projelerin geliştirilmesi lazım. Bırakın 7 büyüklüğündeki depremi 6’da bile yıkılması kaçınılmaz hale gelmiş yerler var. Herkesin artık bildiği çok açık bölgeler var. Bu bölgelerin hızla sağlıklaştırılması, kentsel dönüşüm projeleri açısından önceliklendirilmesi lazım. Dolayısıyla böyle gelişi güzel bir kentsel dönüşüm proje anlayışıyla yaşayamayız.
Önceliklendiren, tespit eden ve bu tespitlere göre etaplayan bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Ama onun ötesinde de meseleler var. Toplumun çok geniş bir bölümü deprem karşısında nasıl davranacağını hala bilmiyor. Mesela bu mahalle bazlı, topluma inen, toplumun bu tür bir süreçte nasıl davranacağını, bilinçli biçimde eğitim meselesi olarak topluma götürebilen bir başka politikaya daha ihtiyacımız var. Şili’nin en büyük başarılarından bir tanesi bu. Yani insanlar deprem öncesi, deprem anı ve sonrasında nasıl davranacaklarını biliyorlar. Bizim insanımıza sorun. Çok konuşuluyor ama hala bu noktada değiliz. Çünkü öyle konuşarak olmuyor bu iş. Sistematik olarak yapılması gereken, semt-mahalle bazlı yapılması gereken bir şey. Bir an için yapılması gereken değil, yerleşik hale getirilmesi gereken bir şey. Bir yaşam biçimi haline getirilmesi gereken bir politika. Daha mikro ölçekte ise işte bunları söyleyebilirim. Bunun gerçekten daha az maliyetli ve daha sonuç alıcı bir politika alanı olduğunu da belirterek…
“BİR DÖNEM DE İNŞAAT MERKEZLİ EKONOMİ İŞLETİLSİN, İÇİNE İNSANI KOYAN”
Geçen yıl Jeoloji Mühendisleri Odası’nın deprem sempozyumunda “Benim bir toplum bilimci olarak ürettiğim çerçeveye bir jeolog mesafeli bakabilir. İstanbul’u yenilemek gerektiğinde, 190 bin yapıyı yenilemek gerektiğini teknik olarak söylediğinizde bunun hiçbir manası yok. Söyleyebilirsiniz ama o para yoksa herhangi bir sorunu çözemiyorsunuz. Bugün İstanbul’da karşı karşıya kalınan mağazaları biraz da böyle” demiştiniz. Bundan bahsedelim mi?
190 bin yapı ama artı bir de güçlendirme alanları var. O da eklendiğinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 8-10 yıllık bütçesinin tamamını harcasanız bile altından kalkamayacağınız bir şey. Büyük bir meblağdan söz ediyoruz. Bu böyle bir sosyal politika alanı olarak kurulamaz. Bu aynı zamanda ekonomik politik alanına da dönüşmeli. Türkiye uzun süre inşaat sektörü üzerinden çalıştı değil mi? Bir dönemde gerçek anlamda deprem meselesini hedefine koyan bir inşaat merkezli ekonominin işletilmesinde hiçbir mahsur görmüyorum. Ama bu kez kentsel dönüşümü gerçekten topluma mal etmek lazım. Yerinden etmeden, 3-4 tane firmaya öncelik yaptırmadan, daha yaygın bir Keynesyen yani talebi de gözeten şekilde. Deprem meselesi ayrıca yerel ekonomileri destekleyen (esnaf vesaireyi de dahil ederek) bir kalkınma meselesi olarak kurgulanabilir. Ama bu kez inşaatın merkezine rant değil insan oturur, doğa oturur. Peki nasıl oluyor Türkiye’de? Diğer ekonomik öncelikler büyük pay aldıktan sonra hani küçük sosyal politika alanları vardır ya, yoksulluk yardımlarına benzeyen işte tam olarak böyle bir deprem politikası var. Küçük kaynaklarla insanları iyi hissettirme meselesi lakin baktığınızda sorunu çözmüyorsunuz. Ertesi gün yine aç insanlar, ertesi gün yine güvenilmez konutlardalar. Bunu bir yoksulluk politikasına çevirmemek lazım. Zaten bizdeki yoksulluk politikası da biraz böyle “fakire sadaka” politikası misali. Türkiye’nin tam da buna benzeyen bir deprem stratejisi var ve buradan ivedilikle çıkmamız lazım.
“DEPREM SONRASI TEHDİT GÖÇMENLER ÜZERİNDEN KURULAMAZ”
Son soru hocam. Büyük bir deprem olması halinde İstanbul’da büyük bir kaosun yaşanabileceğini öne sürenler var. Bu bağlamda İstanbul’u bir nevi laboratuvar gibi yorumlayanlar var, dünyadaki hiçbir kentin bu kadar fazla sığınmacıyı barındırmadığını gerekçe göstererek… Bu tespit, meseleyi kent güvenliği anlamında sığınmacıya indirgemek midir yoksa düpedüz realite midir?
Laboratuvar meselesi doğru bir bakış açısı mı emin değilim. Çünkü İstanbul, 16 milyon yerleşik nüfusu, en az 20 milyon insanıyla yakalanacak afetlere. Bu noktadan baktığımızda İstanbul ekstrem bir örnek, uç bir örnek. Bir yandan da şöyle bir şey var. Bütün bu uç örneklere karşı birikimleri de olan bir kenttir İstanbul. Deprem sonrası ve öncesi en önemli meselelerden biri lojistik. İstanbul’un deprem lojistik planı mühim. Lojistik plan İstanbul’un belli bir anda boşaltılması meselesinden öte bir meseledir. Deprem Konseyi ve İBB 65 alan ve adım tanımladı. Bunun içinde hastanelerin boşaltılmasından, hastanelere erişme, insanların tahliyesinden kritik bazı depoların güven altına alınmasına kadar adımlar vardı. Zira İstanbul’da kimyasalların saklandığı, muhafaza edildiği bölgeler de var, çok büyük başka türlü afetlere yol açabilecek meseleler de var işin içinde. Bir yanıyla tsunami gibi meseleler var, erken uyarı sistemleri meselesi var… Dolayısıyla lojistik her şeyden önce başlı başına bir mühendislik meselesi. Bu konuda bir çalışma yaptık, az önce de değindiğim 65 adımda İstanbul’un lojistik açıdan güvenli hale getirilmesiyle ilgili. Kritik birtakım ortaklıkların mutlaka kurulması gerekiyor. Örneğin sağlık alanı büyük ölçüde merkezi yönetim kontrolünde. Ama bu tür bir somut şey için yerel yönetimle birlikte çalışmanız gerekiyor. Büyük deprem gibi bir olay olduğunda bölge dışından birtakım güçlerin de lojistik bağlamda işe dahil olmasını sağlayacak bir mekanizmanız olur. Dolayısıyla ortada İstanbul ve ötesine geçen kompleks bir yerleşme deseni var. Buralarda yolların işler halde olması gerek. Üzerindeki yapı stokunun da bu yolları kapatmamasını sağlamamız lazım özellikle ana arterler açısından…
Profesör Şengül, “Planlar işler hâle gelmeli yoksa hepsi rafta kalacak” diyor / Görsel: Canva
Bunun ötesinde birtakım hizmetlerin devam ediyor olması lazım. İletişiminden tutun, temiz su sağlamaya kadar… Altyapı meselesiyle de iç içe geçmiş bir lojistik meselesinden söz ediyoruz. Ez cümle deprem sonrası tehditler bir göçmen meselesi olarak kurulabilecek bir şey değil. Türkiye’de son dönemde canı sıkılan göçmen meselesinden çıkartıyor acısını. Kolay hedef haline geldi göçmenler. Ben “Hiçbir sorun yok” demiyorum ama bütün göçmenleri gönderseniz, geriye kalsa 15 milyon insan. 15 milyonun meselesini çözdünüz mü? Buradaki hikâye kolay noktalara kaçmaksızın, bütün gerçekliğiyle, altyapısıyla, insan malzemesiyle, kurtarma ekiplerinin kendisinin organize olması, organize olduktan sonra bir yerlere eriştirilmesi, orada gerekli çalışmayı yapabilmeleri, gittikleri yerde yerel halktan destek alabilmeleri ile alakalı. Çünkü yerel bilgi çok önemli hale geliyor. Hangi binada kim var? Neresi boş? Nereyi hedefleyeceğiz? Bu meselelerde yerel bilginin kendisinin de harekete geçmesi lazım. Çok kompleks bir meseleden söz ediyoruz. Ama unutmayalım. İstanbul bütün bunları yapabilmek açısından kapasitesi yüksek bir yerleşme. Dünyanın en büyük metropolleri arasında büyük bir beşerî sermayesi, büyük bir bilgi stoku var. Bütün bunları bir araya getirebilecek bir koordinasyon ve bir plana ihtiyacımız var. Plan üzerinde çalışıyoruz ama burada koordinasyon dediğiniz zaman gerçekten farklı yönetim birimlerinin bir takım siyasi ve yönetsel ya da başka tür kaygılarını bir yana bırakıp öncesi, anı ve sonrasında birlikte çalışabilir hale gelmesi lazım. Bunu sağlayamıyorsak bütün o planların hepsi öyle bir plan olarak yıkılmış raflarda kalır!
_______________________
*Profesör Tarık Şengül ile söyleşi Independent Türkçe için hazırlanan 6 Mart 2024 tarihinde yayımlanan Oldu&Olacak Belgeseli için gerçekleştirildi, söyleşinin tamamı ve yazılı hâli ise ilk kez Fikir Gazetesi’nde yayımlanıyor.
“4,5 Milyar Yıl Sonra Deprem Diye Bir Problemimiz Olmayacak”
“Deprem, İstanbul’da Kanalizasyon Şebekesini Kötü Etkileyecek”
Prof. Dr. Sergio Barrientos: “Depremle Yaşayan Şili’de Yolsuzluk Olmaz”