Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sinema üretimi söz konusu olduğunda tartışılan kavramların başında “bağımsız sinema” ve “bağımsız filmler” geliyor. Kuşkusuz bir filmi baştan sona sanatsal bir vizyonla ortaya koyabilmek başlı başına bir serüven. Ancak sektörün yüz yılı geçkin sermaye birikiminden, giderek oturmuş bir endüstri yapılanmasından ayrı düşünülmesi de zor. Bağımsız kategorisinde değerlendirilseler bile filmler birer ticari meta biçiminde işlev görüyor mu? Seyirciler nezdinde bu ayrımın bir önemi var mı? Ana akım sinema ile “sanat filmi” ayrımları ne ölçüde geçerli?
Filmlere tutkuyla bağlı ve gişeden bağımsız sadece film üretmek isteyen bir sinemacılar kuşağı, uzun yıllardır sinemanın yerleşmiş yapım dinamikleri dışında yollar arıyor. Türkiye’de de özellikle 1990’larla birlikte yeni kuşakların “bağımsız sinema” üretimine katkı yaptığı söylenebilir.
Peki hem üretim biçimleri hem de ideolojik anlatı yapıları açısından bağımsız sinema ne demek, hangi yollar deneniyor, Türkiyeli yönetmenlerin çabaları nasıl sonuçlar veriyor, bu sinemasal ürünlerin seyircide karşılığı nasıl? Yazar-sinema eleştirmeni Nihat Nuyan’la konuştuk:
Bağımsız sinemanın çerçevesini nasıl çizebiliriz? Nasıl bir bağımsızlıktan söz ediyoruz?
Bağımsız Sinema dendiğinde, sinema endüstrisi içinde yer etmiş büyük sermaye sahibi yapımcılar tarafından desteklenmeyen; minimal ölçekte harcamalarla derdini anlatmaya çalışan ve stüdyo veya film platolarından ziyade gündelik yaşam alanlarından imajlar üreten filmler geliyor akla ilk elden. Sinematografi dediğimiz şeyi, görüntü ile anlatma yetisini ön planda tutmakla ilgili biraz. Bağımsız Sinema bu yüzden ‘Sanat Sineması’ anlamında kullanılan, görece İkinci Dünya Savaşı esnasında Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan ve etkileri günümüzde de süren sinema hareketlerini tümden nitelendiren bir kavram olarak kullanılıyor. Elbette, ‘Bağımsız Sinema’dan söz edebilmek için sinemanın ne olduğunu da iyi belirlemek gerekiyor. Neticede “bağımsız” diyerek bir karşıtlık oluşturuyorsunuz ve bu durumda nesnenin tabiatına uygun olarak bir de “bağımlı” sinema adlandırması yapmış oluyorsunuz. Literatürde “Bağımlı Sinema” diye bir şey yok ama Bağımsız Sinema diye bir şey var. İşin özü ilkin yalnızca “sinema” vardı ve bana kalırsa hâlen de yalnızca sinema var. Ama işte ticari olan ile sanatsal olan arasındaki farkı belirleyebilmek adına bu terimleri kullanıyoruz.
Sinemanın ortaya çıkışıyla ticari bir enstrümana dönüşmesi arasında en fazla yirmi yıl olduğunu düşünüyorum. Lumière Kardeşler’in mucizevi illüzyonu derhal sermayenin bir pazar aracına dönüşüyor ve “daha çok seyirci-daha çok kazanç” motivasyonu, tüccarların bu alana yatırım yapmasına vesile oluyor. Aslında o andan itibaren, sermaye desteğini alarak kazanç motivasyonuyla film yapma işine girişenlerin dışında kalan; sinemayı çeşitli politik, sanatsal veya felsefi kaygılarını dile getirme ve topluma yayma aracı olarak görenler ayrışmaya başlıyor. Bağımsız sinema özünde bu ayrışmayı nitelendiriyor diyebiliriz. Kısmen sermayeden ve iktidarların kontrolünden bağımsızlaşma arayışı yani…
Bağımsız filmler ideolojik olarak ana akım sinemanın temsil ettiği üretim ilişkilerinden nasıl besleniyor, ana akım-bağımsız film ilişkisini nasıl değerlendirebiliriz?
İdeolojik bir ortaklık kurmak zor olabilir. Lakin ticari bir ilişki var… İdeolojik olarak ana akım sinemayı, yani ticarileşmiş sinemayı, gişe beklentisiyle seyirciyi eğlendirmeye odaklanmış ve bu uğurda sermayenin bütün olanaklarından faydalanarak ortak bir anlatı dili geliştirmiş filmler olarak sınıflandırabiliriz. Hollywood veya Yeşilçam, aslında bu türden bir sinemaya örnek gösterilebilir. Birbirine benzer ve seyirciyi daima perdeye çeken; kahramanlık, tutkulu aşk, intikam gibi olağan hayat akışı içindeki sivri duyguları pazarlayan bir yapısı vardır bu filmlerin. Olguları tartışmaz, olayları anlatır. Yapay ışık ve ses, daha “seyirlik” bir cümbüş yaratmak için seferber edilir.
Bağımsız Sinema ise hikâye anlatmaktan çok, politik veya felsefi bir tartışma yaratmayı hedefler. Basitçe ana akım sinema bir cinayet hikâyesi anlatır, bağımsız sinema ise adalet kavramının işleyişini sorgular diyebiliriz. Spielberg gibi yönetmenlerin filmleri gişe sinemasının tam karşılığı. Er Ryan’ı Kurtarmak (Saving Private Ryan, 1998) bir meseledir tabii lakin savaşın neden var olduğuna dair bir tartışma yürütülmez. Er Ryan “kahramanca” ve mucizelerle dolu destansı bir öyküyle kurtarılır ve başta Amerikalılar olmak üzere -ki sinemadaki bütün başarılar onlarındır, sermaye oradan aktığı için- bütün dünya rahatlar. Er Ryan kurtarılınca seyirci eve mutlu döner. Benzer şekilde Schindler’in Listesi (Schindler’s List, 1993) de İkinci Dünya Savaşı’nın mahal verdiği milyonlarca insanın ölümünden değil, kurtarılan az sayıdaki mağdurdan söz eder. Kubrick ise gişe sinemasından kopuşun örneği. Full Metal Jacket (1987) tümden bir savaş sorgusudur, insanları savaş denen cehennemin varlığını sorgulamaya iter. Ya da Kiarostami’nin Yakın Plan (Close-up ,نمای نزدی, 1990) filmi… Bir dolandırıcılık hikâyesi değil, kameranın tekil varlığıyla nasıl bir iktidar olabildiğini anlatır. Duruşmaya katılan yönetmen, sırf kayıt hâlinde bir kamerası olduğu için, sanığa sorular sorar. Adalet, suç, ceza, bürokrasi gibi kavramlar tartışmaya açılır filmde.
Ticari ortaklık ise kaçınılmaz. Aynı ekipmanı kullanmak, aynı oyunculardan yararlanmak veya önünde sonunda benzer anlatı diline yakınlaşmak, Bağımsız sinema olarak adlandırılan filmlerin de nihayetinde kapitalist döngünün bir üretim payesine dönüşmesini sağlıyor. Bir film çekmek için, neticede önemli miktarda bir harcama da yapmanız gerekiyor. Paradoksal bir durum bu. Bağımsız da deseniz film çekmek için kapitalizmin olanaklarından yararlanmanız gerekiyor ve kapitalizmin olanaklarından yararlanıyorsanız artık bağımsız değilsiniz. En fazla “görece bağımsız” diyebiliriz ki ana akım ile sanat sinemasını ayıran çizgi gittikçe ortadan kayboldu. Bağımsız sinema adı altında “ev yapımı” diyebileceğimiz ve deneyselliğin sınırlarını zorlayarak anlamsızlıktan anlam yaratma uğraşına girişen bir tür belirdi bence. Sınırlı sayıda örneği dışarıda tutarsak, bağımsız filmler “çağdaş sanat” olarak adlandırılan konvansiyonel pazar ürünlerine dönüştü gittikçe. Bu yüzden fazlasıyla iddialı filmlerden fazlasıyla ucuz görüntü öbekleri izler olduk. Hiçbir sanatsal -ki tarihselliği barındırması gerekir- derinliği olmayan; referanslardan yoksun, sinematografik açıdan herhangi bir yenilik barındırmayan; kimi büyük yönetmenlerin kötü kopyaları türedi. Süslü cümlelerle, günlük popülaritesinden nemalanmak istedikleri edebi, felsefi veya politik söylemlerle sunulan filmler bunlar. İzlediğinizde, iddia ettiği argümanın altında ezildiğini görüyorsunuz.
Türkiye’de bağımsız film üretiminden ne düzeyde söz edebiliriz? Sinemacılar kendilerine yeterli ifade ve üretim alanı bulabiliyorlar mı?
Türkiye örneği başlı başına kaotik bir tartışma konusu. İyi bir film için iyi bir bütçeye ihtiyacınız yok aslında, en azından artık yok. Çoğu durumda iyi bir kameraya ve hatta iyi bir kurgu ekipmanına dahi ihtiyacınız kalmadı. Gelişen teknoloji herkesin cebine 8K çözünürlükte kameralar ve video yayınlayan sosyal medya kanalları sayesinde milyonlarca seyircilik salonlar soktu. Bunun yanında Türkiye’de sinemanın henüz yeterince anlaşılmadığını düşünüyorum. Yalnızca seyirci için değil, bu alanda üretim yapanlar da sinemanın ne olduğu konusunda çok donanımlı görünmüyor. Film yapmak veya film izleyip hakkında sohbet etmek yeterli değil. Bu sizi sinemacı yapmaz. “Çok iyi oyunculuk” veya “çok iyi hikâye” gibi ifadelerle sinema yapılıyor ve izleniyor. Bir filmi iyi veya kötü yapan, sinematografi denen görsel anlatı dilinin ne olduğu konusunda yanılgılar var. Dünyada da bu böyle ama bu topraklar kültürel olarak çok daha olanaklı, iyi film yapmak adına. O yüzden Türkiye’de sinema dendiğinde, Yeşilçam klişelerini saymazsak çok az sayıda yönetmen ve çok az sayıda film kalıyor elimizde -ki onlara da bağımsız film diyoruz.
Her yerde olduğu gibi Türkiye’de de sermaye, iktidarın ve güç odaklarının elinde ve iktidarlar huzursuz insan sevmezler. Çünkü huzursuz insan sorgular, huzursuz insan sorun yaratır. İktidar oyalamak ister. Huzurlu ve bundan dolayı itaatkar köleler yaratmak ister iktidarlar ve sinema bunun kitleselleşmesi açısından iyi bir araçtır. Bu bakımdan; adaleti, ekonomiyi, ayrımcılığı, haksızlığı odağına alan filmler yapmak bu topraklarda her zaman olanaksız oldu. Gerek devlet eliyle dayatılan sansür yasaları, gerekse kapitali elinde bulunduran tüccar yapımcılar ve iktidara angaje hâldeki kültürel kurumlar bağımsız bir film yapmayı olanaksız kılıyor. Bu yüzden birçok yönetmenin dilediği gibi filmler yapamadığını biliyorum. Türkiye’deki bağımsız sinemaya örnek olur mu bilmem lakin; İstanbul’da, İran’dan kaçmak zorunda kalan sürgündeki yönetmen Bahman Ghobadi ile Türkiye’de çektiği Gergedan Mevsimi (2012, فصل کرگدن) filmi hakkında söyleşirken, filmini özgürce yapamadığından söz ettiğini hatırlıyorum. Filme destek veren yerel yapımcı ve bazı “tanınan” oyuncular Bahman’ı sorun yaşamamak adına filmi Farsça çekmeye ikna ediyorlar. Oysa bu yönetmen özgürce ve bağımsız film çekmek uğruna ülkesinden kaçmak zorunda kalmıştı. Sığındığı ülkede kendine uygulamak zorunda kaldığı sansür, kaçtığı ülkedekinden çok daha ağır görünüyor. Orada en azından ana dilinde filmler çekebilmişti.
Özetle taşraya indirgenmiş ve kentsel depresyonu kabullenmiş karakterlerle örülü hikâyeler anlatılıyor bugün bence bağımsız sinema adı altında ve çoğu yönetmen tekel konumundaki kültür kurumlarından veya yapımcılardan destek almak uğruna taviz vermek zorunda kaldığından, ortaya “kusurlu” çalışmalar çıkıyor çokça.
Son dönemde izlediğiniz bağımsız sinema örnekleri daha çok hangi tema ve eğilimleri öne çıkarıyor?
Taşra, bağımsız sinemanın seyrini belirlemiş gibi görünüyor. 2000 sonrası sinemada en belirgin eğilim taşra romantizmi… Sosyopolitik açıdan anlaşılabilir bir durum aslında. Periferide, gecekondu semtlerinde kültürel dışlanmışlığın ve yoksulluğun bir göstergesi olarak, arabesk tandanslı rap müziğin yükselmesine paralel olarak merkezde de beyaz yakalı buhranının, otuzundan sonra köye yerleşip çiftçilik yapma gibi tutarsız hayallerin bir tezahürü olarak taşra sinemasının yükseldiğini düşünüyorum. Zaten taşra dışında kalan konu da az evvel zikrettiğim gibi, kentli hüsranı bence. Bu ikisi bir araya geldiğinde oluşan tezatlıkla ilgili filmler yapılıyor en çok. Televizyon dizisi konusu ile bağımsız film hikâyesi günün sonunda aynı şeyi anlatır oluyor ki devletin olduğu kadar halkın da sınırlandırıcı politik bakış açısı bunu dayatıyor. Aksi örnekler engelleniyor veya suçlanıyor, yok sayılıyor.
Son zamanlarda izlediğim Mohammad Rasoulof’un Şeytan Yoktur (2020, شیطان وجود ندارد) Christos Nikou’nun Elmalar (Μήλα, 2020) filmlerini burada belirtmek isterim; ilki birey ve sistem arasındaki, ikincisi birey ve zihin arasındaki çatışkıyı görünür hâle getiriyor bana göre.
Bağımsız film üretmek isteyen sinemacılar, festival ve ödül beklentisiyle nasıl bir ilişki kuruyor?
Bağımsız sinemacılar için, yani artık “görece bağımsız” dediğimiz sinemacılar için, ki bunları minimal düzeyde bağımsız kılan şeylerden biri kendi sermayelerini kullanabilme olanağına sahip olmalarıdır, yoksa tümden yapımcı ve iktidar baskısı altında itaate mecbur kalıyorlar, filmden gelir elde ederek en azından yeni projeleri adına bir süreklilik sağlamanın yegane yolu olarak festivaller görünüyor. Fakat bu da yanıltıcı ve başka bir itaat sistemi dayatıyor. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde konvansiyonel sinemaya olduğu kadar bağımsız sinemaya da kapitalizmin seyirlik oyuncağı muamelesi yapan politik sinema akımı Üçüncü Sinema dahi ilk soluğu Cannes gibi festivallerde alıyordu. Bu tezatlığın aşılmasını pek mümkün görmüyorum fakat bir “en azından” iyimserliği olarak değerli buluyorum. En azından bağımsız filmleri, minimalist sinemayı sermayenin çarkları arasında ezilmek pahasına seyirciye ulaştırmak ve bu vesileyle kimi soru işaretleri yaratmak önemli bir kazanım gibi duruyor. Öte yandan ödül beklentisinin, jürinin, filmin inşasına doğrudan etki ettiği de bir gerçek. Hepimiz, onay merciinin, üretimi yapan kişiden daha donanımlı olduğu ön kabulüyle üretim yapıyoruz fakat her zaman öyle olmuyor. Yazardan daha az edebiyat bilen yayıncılar yüzünden kitaplar basılmıyor; yönetmenden daha az sinema bilen yapımcılar yüzünden filmler çekilmiyor… Daha da kötüsü bu durum yaratıcılığı değil, uyumlu bir yaltaklanmayı dayatıyor, sonuçta nitelik düşüyor. Benzer ve risk taşımayan hikâyeler seyirciye görmek istediğini gösterip duymak istediğini söylüyor. Seyirci mutlu oluyor, yapımcı mutlu oluyor, iktidar mutlu oluyor. Ama gizlenen dramların, hayal kırıklıklarının ve vahşetin üzerine kurulmuş mutluluklar bunlar. Suskunluk sarmalı denen şeyin toplumsal olarak sürmesine neden oluyor. Küçük, bireysel sorunları aşmanın “eşsiz” huzurunu bahşediyor sinema.
Sinema seyircisinin ve sektörün bağımsız filmlere dair nasıl bir algısı var? Bir ideolojik anlatı olarak bağımsız sinemayı nasıl değerlendirebiliriz?
Bağımsız sinemanın bir tür bozum olduğu fikrindeyim. Sinemayı bozan bir şey. Yalnızca seyircinin değil filmi yapanların da bu bilinçle hareket etmesi gerektiğini düşünüyorum. Neticede sanat dediğimiz şey geçmişin referanslarını barındıran ve fakat bir yenilik de sunan üretim biçimine denir. Bunun ayrımında olmayan seyirci, yönetmen ve yapımcı; denklemini izlenme sayısı, ödül ve benzeri motivasyonlar üzerine kurduğu için ortaya popüler kültürün tüketim nesnesi şeklinde metalar çıkıyor. Filmler birer meta olarak tek seyirlik bir döngüde hızla tüketiliyor ve yerini yenileri alıyor. Şimdiki görüntü akışı altında izlediğimiz filmler yalnızca izlediğimiz zaman dilimi değerinde etki ediyor üzerimizde. Yüzeysel filmlerin yüzeysel izlendiği ve sermaye sahibine teslim olunmuş bir hâlde çağın dayatmasını kabullendiğimiz gerçeğini görmezden geliyoruz. Daha iyi filmler için daha iyi bir seyirciye ihtiyaç var özellikle. Eğitim gibi, kültür gibi, ekonomi gibi dinamikleri sarsılmış ülkelerde “kral çıplak” diye bağıran filmlere ihtiyaç var fakat despot iktidarlar çıplak olduğunu inkar ediyor ve artık çocuklara kimse inanmıyor.