Hasattan Harmana: Sorunlar ve Çözümler

Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz sürecinde yönümüzü yüksek maliyetlerle tarımsal üretim yapma mücadelesinde olan ve emeğinin karşılığını alamayan, harman zamanı mahsulüne maliyetlerini bile karşılamayan fiyatlar verilen, emeğiyle ekip biçen çiftçilere çevirdik. İç Anadolu Bölgesi’nden, Ankara-Polatlı’nın İnler Köyü’nde buğday, arpa ekimi yapan çiftçilerle görüşmeler gerçekleştirdik. 

Haber dosyamızda, Türkiye’de geçmişten bugüne tarım politikalarının geldiği nokta, emeğe dayalı çiftçiliğin kamu eliyle ve şirketler aracılığıyla tasfiyesi, tarımsal sürdürülebilirlik, ekolojik tarım, agro-ekoloji, gıda egemenliği, iklim krizi, çiftçi örgütlülüğü gibi konuları ve tarımda endüstrileşmeden çıkışın nasıl olacağına dair akademiden, sendikalardan profesyoneller ve alandan çiftçiler ile görüştük. 

Tarımsal üretimin baş aktörü olan çiftçilerin, akademinin ve sendika temsilcilerinin hemfikir olduğu nokta, “Küçük-orta ölçekli çiftçiliğin şirketler karşısındaki tükeniş sorununun ortadan kalkmasının ve çiftçinin yok edilen motivasyonunun sağlanmasının yolunun atalardan kalan kadim bilgilerle ekolojik tarıma dönüş, örgütlenme ve dayanışmadan geçtiği, bu dinamiğin hayata geçirilmesi için de çiftçi birliğinin sağlanması gerektiği” oldu.

AKADEMİSYEN ÖZDEN: “ÇİFTÇİLİK EL DEĞİŞTİRDİ”

Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü Öğretim Elemanı Dr. Fatih Özden, tarımsal sürdürülebilirliğe bütüncül açıdan bakıldığında ekonomik, ekolojik ve sosyal sürdürülebilirlikten bahsetmenin en doğru yöntem olduğunu vurguladı.

Özden, “Tüm bunları kamu otoritesi nasıl planlıyor diye baktığımızda en azından kâğıt üzerinde Türkiye’de özellikle Ulusal Kırsal Kalkınma Strateji Belgesiyle planlandığını ve yönetilmeye çalışıldığını görüyoruz. Avrupa Birliği (AB) uyum sürecinde hazırlanmaya başlanan ve ilki 2007-2013 dönemini, ikincisi 2014-2020 dönemini, sonuncusu ise 2021-2023 dönemini kapsayan belgeler bulunuyor. 2024-2028 Kırsal Kalkınma Strateji Belgesi’nin hazırlıkları ise devam ediyor. Söz konusu strateji belgelerine baktığımızda ekonomik, ekolojik, sosyal ve altyapıya yönelik hedefleri içeren, çok boyutlu entegre bir kırsal kalkınma yaklaşımı olduğunu görüyoruz. Ancak bu çok boyutlu anlayış yapısal politikalar yerine, proje bazlı uygulamalarla hayata geçirilmeye çalışılıyor. Proje bazlı uygulamaların etkisi de son derece sınırlı oluyor” dedi.  

“BÜYÜKŞEHİR YASASI İLE SORUNLAR BAŞLADI

Akademisyen Özden, 2012 yılında çıkartılan 6360 Sayılı Büyükşehir Yasası ile köylerin tüzel kişiliklerini kaybetmesi konusuna değinerek şunları söyledi: “Bu düzenleme sonrası mahalleye dönüşen köyler birçok altyapı ve yatırım sorunuyla karşılaşmaya başladı. Geçmişte Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü vardı. Hem fiziki alt yapı hem de insan kaynağı olarak çok daha etkili bir şekilde köylere yatırım götürebiliyordu. Tarımsal üretimin sürdürülebilirliği aynı zamanda kırsal yaşımın sürdürülebilirliğine de bağlı. Dolayısıyla tarımsal üretim kadar eğitim, sağlık, sosyal, kültürel diğer hizmetlere de gereksinim söz konusu. 21. yüzyılda köylerde liselerden, belki akademilerden bahsetmemiz gerekirken, köylerdeki ilkokulların kapatıldığını taşımalı eğitime geçildiğini görüyoruz. Benzer durum sağlık hizmetleri için de geçerli. Kırsalda göçü tetikleyen nedenlerin başında bunlar geliyor. Tarımsal üretimde ve kırsal yaşamda gelecek göremeyen çiftçilerin tarlalarını satarak veya kiralayarak toprağından vazgeçmesinin altında bu yatıyor.”

“TARIM BİTMEDİ, AKTÖRLERİ DEĞİŞTİRİLDİ”

Kırsaldaki ekonomik ve sosyal erozyonun ardından “Türkiye’de tarım bitti” söylemlerinin toptancı bir değerlendirmeye dayandığını ve iddialı bir yargı olduğunu ifade eden Fatih Özden, “Türkiye’de, mülksüzleştirme ve yoksullaştırmaya dayalı köylülüğün ve küçük-orta ölçekli çiftçiliğin tasfiyesi durumu söz konusudur. Dolayısıyla tarım bitmiyor. Tarım yine yapılmaya devam ediyor ama tarımsal üretimin aktörleri, özneleri değişiyor. Yani yapısal bir değişimden bahsediyoruz. Bu yapısal değişimin kökleri açıkçası 1990’lı yılların ortalarına kadar gidiyor. Bu değişim sadece Türkiye’den de ibaret değil, küresel gelişmeler de bu durumu çok fazla etkiliyor. Biz bunun çok farkında değiliz belki ama 1994’te Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) bünyesinde imzalanan ve 1995’te yürürlüğe giren bir Tarım Anlaşması var. Bu tarım anlaşması ülkelerin tarıma sağladıkları destekleri azaltması ve gümrük duvarlarını uluslararası tarım ürünleri ticaretine açmalarını dikte etmesi açısından tarım-gıda rejiminde önemli kırılmalar yarattı. Ve aslında o tarihten sonra da özellikle 2000’lerle birlikte mevcut hâkim olan tarım-gıda sistemi de artık şirketleşmiş bir tarım-gıda rejimi olarak adlandırılmaya başlandı. Kamunun neredeyse tamamen kenara çekildiği, süreçlerin piyasaya ve şirketlere havale edildiği bir gıda rejimi içindeyiz. Bunu en son, Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) tarafından açıklanan buğday, arpa alım fiyatlarıyla, çiftçinin maliyetlerinin altında kalan, ancak dünya borsa fiyatlarının dikkate alındığı çok belli olan bir fiyat açıklamasıyla gördük” değerlendirmelerinde bulundu.

ÇİFTÇİNİN MOTİVASYONU NASIL SAĞLANIR?

“Emeğiyle üretim yapmaya çabalayan çiftçiyi tekrar tarımsal üretime motive edebilmek mümkün mü?” sorumuza Özden şöyle yanıt verdi: “Çiftçilerin gelir ve yaşam koşulların iyileştirilmesi olmak üzere iki temel faktör bulunuyor. Tabii ki bunun yolu yeni sürdürülebilir bir yaklaşımdan geçiyor. Ana akım yaklaşım diyebileceğimiz endüstriyel tarım sisteminde de sürdürülebilirlik sosyal, ekonomik ve ekolojik olarak üç boyutta ele alınıyor.  Sorun bu üç boyutun birlikte değil, birbirinden ayrı, yalıtık bir yaklaşımla ve mevcut şirketleşmiş tarım-gıda sistemi içinde ele alınmasındadır. Oysa sosyal sürdürülebilirlik (örneğin tarımsal üretimin kuşaklar arasında devamlılığı-sürdürülebilirliği), ekonomik sürdürülebilirliğe, ekonomik sürdürülebilirlik ise ekolojik sürdürülebilirliğe sıkı sıkıya bağlı. Sürdürülebilirliğin bu üç boyutu arasında böyle bir ilişki kurulduğunda ise mevcut sistemin çelişkileri çok daha net bir şekilde gün yüzüne çıkıyor. Günün sonunda üreticiler bin bir emekle ürettikleri ürün için istedikleri geliri sağlayacak fiyatı elde edemiyorlar. Tüketiciler de yoğun kimyasal kullanılarak üretilmiş sağlıksız ürünleri yüksek fiyatlardan tüketmek durumunda kalıyorlar. Fosil yakıt tabanlı yoğun kimyasal kullanımına bağlı olarak ekolojiye zarar veriliyor.”

GIDA EGEMENLİĞİ PARADİGMASI VURGUSU

Sorunların çözümüne alternatif yaklaşımın ne olabileceğine yönelik ise Özden şöyle konuştu: “Bu yaklaşımı gıda egemenliği paradigması olarak ifade edebiliriz. Gıda egemenliği insanların ekolojik olarak güvenli ve sürdürülebilir yöntemlerle üretilmiş, sağlıklı ve kültürel olarak uygun gıdaya ulaşabilmeleri ve tarım-gıda sistemlerinin belirleyebilmeleri anlamına geliyor. Odağına kır ve kent emekçilerini alan böyle bir yaklaşımın radikal anlamda bugünkü hâkim şirket gıda rejiminden önemli bir kopuşu ifade ettiğini de belirtmek lazım. Söylem düzeyinde özellikle bizim gibi konuya eleştirel bakanların kulağına hoş gelen, ‘gıda egemenliği paradigması nasıl hayat geçirilebilir?’ sorusunun önemli olduğunu düşünüyorum. Bu sorunun cevabı olarak birçok şey sayılabilir. Ancak ben bunların içinde en önemlisinin tabandan gelecek ve örgütlenecek bir agro-ekoloji hareketi ve mücadelesi olduğunu düşünüyorum. Çiftçilerin emeklerinin karşılığını alabilmesi, taleplerinin görünür olması için hayata geçirilecek örgütlenme sürecine kent emekçilerinin de dahil edilmesi gerekir. Çünkü gıdaların sağlıklı veya sağlıksız olması ve gıdaya ödedikleri para onların da hayatını doğrudan etkiliyor. Dolayısıyla kır ve kent emekçilerinin tabandan örgütlenmesiyle hayata geçirilecek bir dayanışma ağı gıda egemenliğinin elde edilmesinde etkili olabilir. Agro-ekoloji çiftçinin, köylünün otonomisini yani bağımsızlığını odağına alıyor. Çiftçinin otonomisi dediğimizde ilk aklımıza gelen şey de piyasalardan bağımsızlık olarak karşımıza çıkıyor. Piyasalarda bir tarafta girdi piyasaları, bir tarafta ürün piyasaları söz konusudur. Burada tabii ki başlangıçta asıl önemli olan girdi piyasalarından mümkün olduğunca uzaklaşabilmektir. Bunun için hayata geçirilebilecek kompost, vermikompost (solucan gübresi), yeşil gübre, malçlama, rotasyon, ara ürün, toprak işlemesiz veya azaltılmış toprak işlemeli tarım, yağmur suyu hasadı gibi birçok agro-ekolojik uygulama var. Bu uygulamaların hayata geçirilerek agro-ekosistem içerisinde birtakım etkileşimlerle üretim süreçlerinin aslında o girdilere hiç ihtiyaç duyulmayacak veya çok az ihtiyaç duyulacak düzeylere getirilebilmesi mümkün.” 

AVRUPA VE AMERİKA’DAKİ ÇİFTÇİ PROTESLARI YORUMU

Örgütlenme denilince geçtiğimiz aylarda Avrupa genelinde gerçekleşen çiftçi protestoları konusundaki görüşlerini sorduğumuz Özden şöyle devam etti: “Protestoların birçok nedeni vardı. Bunlardan birisi de Avrupa Yeşil Mutabakatı’na gösterilen tepkilerdi. Yeşil Mutabakat ile çiftçilerin sentetik kimyasal gübre ve pestisit kullanımına ciddi sınırlamalar getirilmek isteniyor. Aynı şekilde hayvancılık faaliyetlerine yönelik de düzenlemeler söz konusu. Ancak tüm bu yeniliklere endüstriyel üretime alışmış çiftçilerin kısa sürede ve destek olmadan uyum sağlamaları mümkün değil. Dolayısıyla buradaki sürecin ekolojik bir sürdürülebilirlik anlayışıyla tekrar planlanması aşamasında özellikle geçiş döneminde çiftçilerin ciddi anlamda desteklenmesi gerekiyor. Bu anlamda Türkiye’de tarıma verilen desteklerin de Tarım Kanunu’nda yer alan milli gelirin en az yüzde 1’i olması şartının hep altında kaldığını belirtmemiz gerekir. Verilen sınırlı destekler içerisinde de ekolojik tarıma ayrılan kaynakların neredeyse yok düzeyinde olduğunu görüyoruz. Organik tarıma verilen desteklere bakarsak dekara ürün gruplarına göre değişmekle birlikte; 180 lira, 90 lira, 72 lira gibi rakamların destek olarak sunulduğunu görüyoruz.” 

TARIM-SEN: ORTA VADELİ PROGRAMA UYUMLU POLİTİKALAR YÜRÜTÜLÜYOR! 

Tarım Sendikası (Tarım-Sen) Genel Başkanı Umut Kocagöz, Türkiye’de uzun yıllardır hububatta, çayda, fındıkta ve başka üretim alanlarında pek çok üründe Tarım Bakanlığı’nın tarım ve gıda şirketlerinin lehine ve çiftçiyi mağdur eden düşük fiyatlı politikalar uyguladığına işaret etti.

Kocagöz, “Bu sene buğday, arpa da dahil çayda da geçen yıldan bile daha düşük bir fiyatlar verildi. Yüzde 70’in üzerinde bir enflasyon varken yüzde 13 civarı bir fiyat artışı söz konusuydu. Dolayısıyla aslında bir artıştan değil düşüşten bahsetmek mümkün. Yani bu tamamen tarım şirketlerinin ve kredi kullanan, büyük fonlara erişimi olan, büyük ölçekli tarım yapan çiftçinin çıkarına olan bir fiyatlandırma politikasıydı. Bu durumu Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in ismiyle cisimleşen Orta Vadeli Ekonomik Program ile ilişkilendirmemiz gerekir. Orta Vadeli Program ülkenin işçisinin, emekçisinin, köylüsünün, çiftçisinin daha da yoksullaşması, bu kesimlerden alınan vergilerle ülkenin patronlarının, zenginlerinin daha da zenginleşmesini ifade eden bir programdır. Ülkenin karşı karşıya kaldığı ekonomik krizin acı reçetesi sadece işçilere, emeklilere değil, köylülere, çiftçilere de kesiliyor. Orta Vadeli Program’ın faturası çiftçilere de ödetiliyor. Tarım Bakanlığı, Mehmet Şimşek’in programıyla uyumlu bir tarım politikası yürütüyor” dedi. 

“KÜÇÜK ÇİFTÇİLER, ŞİRKETLERİN KÖLESİ HALİNE GETİRİLİYOR”

Türkiye’ye uluslararası iş bölümü uyarınca biçilmiş bir rol olduğunu söyleyen Kocagöz, küçük çiftçilerin topraklarından kovulması ya da o topraklarda şirketlerin ücretli işçisi yani kölesi haline getirilmesi misyonunun benimsendiği Türkiye’de bu durumun yeni olmadığını, 1980’lerde başlayıp 2000’lerde hızlanan bir programın devamı olduğunu ifade etti. 

Umut Kocagöz, “Çiftçinin yerine şirketler geçiyor; şirketlerin daha fazla kâr elde ettikleri, yoğun sömürüye dayalı bir sistem inşa ediliyor. Ve bunun sonucu olarak da gıda krizi, kötü ve pahalıya beslenme gibi durumların ortaya çıkması kaçınılmaz.” diye konuştu. 

“HAKLARIMIZI ALMANIN TEK YOLU BİRLEŞEREK ÇOĞALMAK”

Tarım-Sen olarak uluslararası tekellere, tarım şirketlerine, devasa kârlar elde eden sera şirketlerine karşı yürütülen hak arayışının tek yolunun, bir araya gelmek olduğuna işaret eden Kocagöz son olarak şunları söyledi: “Bir araya gelmek, haklarımız için örgütlenmek ve mücadele etmek Tarım-Sen’in kuruluş amacıdır. Bu mevcut cendereden çıkış yolu çiftçilerin, üreticilerin, köylülerin, tarım işçilerinin bir araya gelerek, kendi birliklerini kurarak mücadele etmeleriyle olabilir. Talepleri çiftçiler kendi örgütleri yoluyla, kendi hareketleri yoluyla ancak gösterebilir. Ne yazık ki Türkiye’de tarım emekçilerinin böyle bir birliği, örgütlenmesi mevcut değil. Bu alan da ana akım siyasi partiler tarafından doldurulmaya çalışılıyor. Kendi öz güçleriyle çiftçileri örgütleyip, bir araya getirip, kendi haklarını talep etmelerini sağlamaya çalışan kimse de yok. Tarım-Sen olarak şirketler ve patronlar karşısında geri adım atmadan, birlikleri kurarak ve güçlendirerek ilerleyeceğiz. Bu cendereden başka bir çıkış yolu yok.”

ÇİFTÇİ-SEN: HEDEFLERİ YEREL ÇİFTÇİLERİ ÜRETİMDEN VAZGEÇİRMEK!

Türkiye’de yerel çiftçilerin, üretimden vazgeçmeleri, topraklarını terk etmek ve büyük şirketlere satmak zorunda bırakılmaları gibi politikalarla çevrelendiğini belirten Çiftçiler Sendikası (Çiftçi-Sen) Genel Başkanı Ali Bülent Erdem, belirlenen fiyatların çiftçinin maliyetinin altında tutulmasının kökeninde bu anlayışın yattığını belirtti.

Erdem, buğdayın özelliği olan, toprağımızın ana ürünlerinden olduğunu ancak buğdayda ithalata bağımlı hale getirildiğimizi vurgulayarak şunları söyledi: “Bunun nedeni Dünya Ticaret Örgütü’nün gıdayı uluslararası piyasaya bırakmasıyla oldu. Bugün dört tane uluslararası şirket dünya hububat fiyatlarını belirliyor. Tekel fiyatları bunlar ve uluslararası piyasayı devamlı düşürüyorlar. Türkiye’de devlet de bu durum karşısında çiftçileri koruyacak biçimde tepkiler almıyor. Ve giderek daha kötü bir noktaya gidiyoruz. Bu seneki buğday üreticisi maliyetini bile karşılayamamış hâlde ve bu süreç daha önce çayda da yaşandı. Şimdi göreceksiniz fındıkta da aynı problem yaşanacak. Bütün ürünlerde uygulanan tarım politikaları nedeniyle biz bu sonuçlarla karşı karşıyayız. Yerel üreticiler için artık sürdürülebilirlik yok diyebiliriz. Hedeflenen şey, küçük çiftçileri ve köylüleri topraklarında üretmekten vazgeçirmektir. Ve onları göç ettirmeye mecbur bırakmaktır. Gıdanın küçük çiftçilerin ve köylülerin elinden çıkması demek, aynı zamanda halkın elinden çıkması demektir.”

ÖRGÜTLÜ MÜCADELE ŞART!

Tarımsal üretimde yerel ölçekteki çiftçilerin yok edilmesi gidişatına dur demenin önemini belirten Erdem, sıkıntının Türkiye’de örgütlenme geleneklerinin çok zayıf olması olduğuna dikkat çekerek, “Çiftçiler arasında örgütlenme bilinci çok daha zayıf. Örgütlenme bilinci tek ürün yetiştirilen; çay, fındık, üzüm gibi bölgelerde daha yüksek diyebiliriz. Bütün dünyada en dinamik, en hareketli kesim küçük çiftçiler ve köylülerden oluşuyor. Avrupa’da izlediğiniz, ithal edilen ürünler karşısında bütün çiftçiler bir araya geldiler. Bizim de tarımı kendi doğal döngüsüne dönüştürmemiz gerekiyor. Yerel tohumları tekrar serbest bırakmak, atalarımızdan bugüne gelen o kadim bilgilerin tekrar kullanılmasına başlamak, yüksek maliyetli girdilerden ve enerjiye bağımlı üretim biçiminden vazgeçmek gerekiyor. Bu noktada kamunun üreteceği bir politika olmalıdır. Bugün çiftçilere telafi edici ödemeler yapılmalıydı. Refah paylarının verilmesiyle, maliyetin çok üstünde ürünlerinin değer bulmaları gerekiyordu. Bu da ancak ekolojik tarıma dönülmesi için desteklerin artırılması ve çiftçilerin desteklenmesi ile mümkün olabilir. Çiftçi-Sen olarak örgütlenme çalışmalarına 1999-2001 yıllarında IMF ve Dünya Bankası’nın dönüşüm programlarıyla başladık. Türkiye kurultayı gerçekleştirdik. Ürün bazında örgütlendik. Çünkü bütün saldırılar ürün bazında gelmeye başlamıştı. Tütünde, çayda, fındıkta, hububatta, her yerde KİT’ler kaldırılıyor, tarımsal kooperatifler işlevsizleştiriliyordu. Birçok eylem yapmamıza, mitingler yapmamıza, birçok etkinlik yapmamıza rağmen bu tahribatı durduramadık. Şimdi, üzüm üreticileri ile birlikteyiz. Üzümde de fiyatlandırma sorunları yaşanacak. Üzüm üreticilerini de dolaşıyor, fiyatlara tepkinin nasıl yapılacağını görüşüyoruz.” şeklinde konuştu.

Dosyamızın bu bölümünde sözü çiftçilere devrettik. Çiftçiler son dönemde neler yaşadıklarını ve ne tür zorluklarla başa çıkmaya çabaladıklarını aktardılar.

“ÇİFTÇİLER TOPRAĞI TERK EDERSE KITLIK OLUR!”

Sinan Dölcü (48): Yirmi yaşından beri çiftçilikle uğraşıyorum. Bu sene harman beklediğimiz gibi değil. Kuraklıktan dolayı verimden ve fiyatlarından memnun değiliz. Biçer döver fiyatları, kamyon fiyatları da zorluyor. Ailemde üçüncü kuşak olarak şimdi çiftçilik yapmak için zor bir mücadele veriyoruz. Ve mücadeleyi bırakmayı düşünüyoruz. Çocuğumun bu işi yapmasını hiç istemiyorum. Çünkü her sene geriye gidiyoruz. Mahsulüm 150 kilo geldi. Seneye yine borçla ekeceğim ama ekecek gücüm yok. Arazide şu anda herkes kan ağlıyor. Ekinlerin yüzde 20’sine dolu vurmuş. Gerisi fare tarafından tüketilmiş. Bir de bunların üstüne buğday fiyatımız da yok. 10 bin 80 lira bir maliyeti olan bir buğdaya şu anda 9 bin 250 yüz elli lira fiyat veriliyor. Ofiste ödeme 45 gün sonra olduğu için özellikle borsaya gidiliyor. Borcu olmayan çiftçi ofise verebiliyor. Borcu varsa zaten mecbur borsaya götürüyor. Çiftçinin beklentisi bu yıl en az 15 bin liraydı. Ama çiftçi şu anda maliyetin altında fiyat verilince umduğunu bulamadı. Fiyat açıklamayı son dakikaya kadar bekletiyorlar. Sanki bizim hiç maliyetimiz yokmuş gibi, sanki buğday havadan yağıyormuş gibi bir muamele görüyoruz. O tarlaya biz 11 sefer giriyoruz. Ama daha önceden bize bu fiyatı bir belirtseler, biz de ona göre hareket ederiz. Daha biçer, tarlanın içinde çalışırken buğdayın fiyatını açıklıyorlar. Mecbur kalıyoruz götürüp satıyoruz. Devlet büyüklerimizin ne şekil çalıştığı, bu sistemi çalıştığını biz bile düşünemiyoruz. Yani bir kişinin ağzından çıkan bir kelimeyle bitti gitti. 10-20 tane çiftçiyi bir yanınıza çağırın. Bu buğdayı kaç liraya mal ettiniz? Ne iş yaptınız? diye bir sorun. Biz bedava para verin demiyoruz. Emeğimizin karşılığını versinler. Emeğimizin karşılığını vermedikleri için de gerçekten büyük sıkıntımız var. Çiftçiler sırt sırta verip de bir Avrupa ülkesi gibi sokağa dökülüp hakkını aramıyor. 

“ÇİFTÇİ ÇOK SAHİPSİZ”

Mustafa Kılıç (55): Üçüncü kuşak çiftçiyim. Hayatım boyunca ilk kez bu sene çok zorlandık. Hem fiyatlar bakımından hem de büyük kuraklık nedeniyle. Çiftçinin çok sahipsiz olduğunu düşünüyorum. Ne ziraat odası var ne de çiftçiyi temsil eden bir kuruluş var. Çiftçi kendi kendini kurtarmaya çalışıyor. Hiçbir beraberlik yok. Tarım Bakanlığı’nın çiftçiye hiçbir katkısı yok. Yakınımızda Devlet Üretme Çiftliği var. Bize hiçbir faydası yok. Çiftçinin girdi maliyetleri çok yüksek. Tarımın girdi maliyeti yüzde 52 artmış durumda, enflasyonun durumu belli. Tarım Bakanlığı’nın bize verdiği fiyat yüzde 12 artı prim. Biz normalde 13 lira, artı prim 15 lira bekliyorduk. Şu anda hem kuraklıktan hem de fiyattan dolayı zor durumdayız. Biçer tarlaya girdi. 150 kilo, çok nadir 250 kilo çıkıyor. Normalde 500-600 kilo yapması gerekiyor. 400 kiloyu geçmiyor şu anda. Bu sene çok zor bir yıl olacak. Duyduğumuza göre de daha İzmir Limanı’ndan buğday geliyor. Yani çok çelişki var. Memlekette bir başı bozukluk var. Bizim köyde şu anda 35-40 bin dekar yer satıldı. Araziler hep şirketlere geçti. Eskiden yüz kişi tarımdan geçiniyordu. Şimdi 20 kişi geçiniyor. Satılan tarlaları da şirketler başıboş bırakıyor. Kim güçlüyse gidip kaldırıyor. Veyahut da yerini bilen tanıyan kiralama yapıyor. Şu anda durum öyle. Bazı çiftçiler, tarlasını şirketlere satabilmek için tarlasına taş getirip döktü. Kıraç tarım kesinlikle bitti. Bu sene herkes zararda. Kar bile yağmadı. Hiç kış olmadı. Buğdaylar şu anda tam on beş gün erken oldu. Temmuz’a varmadan biçim bitti. Bu ilk defa oluyor. Önceki senelerde de oldu ama bu kadar olmadı. Seneye de aynı olacağını düşünüyorum.

“BİLİMDEN ÇOK İNANÇ BAZLI YAKLAŞIM VAR!”

Mehmet Serkan Yıldız (52): Makina mühendisiyim, emekli oldum. Babamı kaybettikten sonra çiftçiliğe başladım. Yaklaşık 2 yıldır çiftçilik yapıyorum. Çiftçiliğe başlarken ilk başta daha modern yapıda bir çiftçilik yapılarak, daha üst verimlere ulaşılabilir diye düşünüyordum ama yapmaya başladıktan sonra ne kadar modern de olsa doğa şartlarının daha etkili olduğunu gördüm. Türkiye’de destekler çok alt seviyelerde. Onun için insanların destek almadan bu işi ilerletmeye gitmesi çok zor. Girdilere yüzde 55-56 zam olmuşken, yüzde 12 zam yapmak, dünya piyasasına dair fiyat politikası oluşturmanın anlamsızlığını ortaya çıkartıyor. O ülkelerdeki çiftçilerin aldığı destekleri belki biz burada alsak, biz de o fiyatlara inebileceğiz. Ama hiçbir açıklama yapılmadan, emrivaki ile yapılan açıklamalar anca çiftçiyi bitirme yönündedir. Gelecek sene için herkesin kaygısı var. Serbest piyasa oluşsa ve devletin verdiği destekler yeterli seviyelere gelebilse belki çiftçilik sürdürülebilir ama şu aşamada çok zor. Tarlalarını satan çiftçiler var. Doğru düzgün, bilimsel açıdan ele alınacak tarım politikalarına ihtiyaç var. Çevre etkisel değerlendirmelerini de göz önüne alarak politika üretilmesi lazım. Ama hala inanç merkezli bakıyorlar. İşte iklim krizi var ama inanç diye bakıyorlar. Halbuki yaşıyoruz işte. Seller oluşmaya başladı, fırtınalar çıkıyor. Denizler gittikçe ısınmaya başlıyor. Sıcaklık rekorları kırıyoruz. Yani bunların hepsi göz önüne alınarak politikaların oluşturulması lazım. 

“ÇİFTÇİLİK YAPMAYA MECBURUZ!”

Celal Vural (47): Şu anda arpa biçiyoruz sulama yapabildiğimiz için verim güzel. Kıraçlarda verim düşüklüğü var. Maliyetler çok yüksek. Gelecek sene için fiyatlardan dolayı çiftçiliği yapıp yapmayacağımız da belli değil. Ama mesleğimiz bu mecburen yapacağız. İnşallah devlet fiyatları yükseltir. Her şey aynı fiyatta olursa yapılabilir. Bu işe mecburuz yapılmasa olmuyor. Bugün buğday olsun, diğer ürünler olsun hepsi ihtiyaç.

“4 KİLO BUĞDAY 1 LİTRE MAZOT ETMİYOR”

Birdal Öztürk (26): Nakliyeciyim. 5 senedir bu sektördeyim. Tarımı, çiftçiyi bitirdiler. Çiftçi kazanmıyor. Çiftçi kazanmadığı için de nakliyeci de kazanmıyor. Ondan sonra pazardaki pazarcı da kazanamaz. Halk bir şey alamaz. Gitgide biz de yerin dibine batıyoruz. Özellikle bu sene verimler çok düşük. Artık öyle bir duruma gelmişiz ki girdiğimiz tarlada anlaştığımız fiyat ayrı, tarla biçildikten sonraki aldığımız ücret farklı oluyor. Bunun da sebebi tarla sahibinden o ücreti almaya çekiniyoruz. Çiftçi kaldırdığı mahsulü sattığı fiyatla, nakliyeyle bir çay parasını çıkaramıyor. Çıkarmadığı için de insan vicdanen aldığı paradan rahat etmiyor. Durum içler acısı. Enflasyona karşı buğdayın fiyatı çok düşük. Geçen seneki fiyat bu seneden daha yüksek. Böyle olunca da çiftçi de kazanmaz, nakliyeci de kazanmaz. Dışarıdan ithalat olmasın. Kendi kendimize yetebilecek bir ülkeyiz. Şu anda 4 kilo buğday, 1 litre mazot etmiyor.

Tarımın ve Çiftçilerin Sorunları Nasıl Çözülecek?

Çay Tarımı: Sorunlar, Tepkiler ve Çözümler

Tunalıoğlu: “Tarıma Yatırım Yapan Yerel Yönetimler Başarılı Oldu”