İstanbul’un Tatavla Mahallesi’nde 21 Ocak 1929 günü bir kış gecesi yangın çıkar ve beş yüzden fazla ev kül olur. Nisan 1929’da adı değiştirilerek “Kurtuluş” yapılan Tatavla’da yangın sonrası Rum nüfus mahalleyi terk eder. İddiaya göre yangın Aya Tanaş Sokağı’nda Demirci Alekos’un evinde, Alekos’un kaçak rakı ürettiği kazanın patlaması üzerine çıkar. Tarihçi Dr. Aytek Soner Alpan’ın 1929 Tatavla Yangını ve Tatavla’nın “Kurtuluş”u üzerine yazdığı kitap İstos Yayınları’nca basıldı.
Alpan kitabında, kentsel mekânın millileştirilmesi açısından işlevsellik kazanan Tatavla Yangını’nın savaş sonrası Türkiye’sinin siyasi ve iktisadi milliyetçilik tarafından belirlenen atmosferinde, milliyetçi hedeflerin hayata geçmesinde kullanıldığını söylüyor.
Aynı günler Rumca yayın yapan Hronika Gazetesi’nin yazıhanesi de “Duyarlı Gençler” tarafından basılıyor. Gazetenin sahibi Eleni Hacopulu’nun tamamen tesadüf eseri orada bulunmaması olası bir faciayı önlüyor. Alpan kitabında, Hronika Gazetesi’nin basılması ile Hrant Dink’e dönük, basının merkezinde durduğu linç kampanyasıyla bir paralellik kuruyor.
Dr. Aytek Soner Alpan ile kitabını, Tatavla Yangını’nın neden ve sonuçlarını konuştuk.
“TATAVLA, TARİHİ BİR RUM MAHALLESİ”
1929 yılı ocak ayını esas alırsak İstanbul’un Tatavla Mahallesi (Günümüzde Kurtuluş) nasıl bir yerdi? Burada sadece Rumlar mı yaşıyordu? Tatavla Mahallesi’nin özgün yanını anlatabilir misiniz?
Tatavla, tarihi bir Rum Mahallesi. Bugünkü Yunanistan’ın çeşitli bölgelerinden gelen nüfus, bilhassa da Sakızlılar bu mahallenin kurulmasında etkin. Yerleşimin tarihini 16. yüzyıla kadar götürebiliyoruz. Çeşitli kaynaklarda mahallede yerleşimin 18. yüzyıl sonunda verilmiş bir fermanla Rum olma koşuluna bağlandığı da söyleniyor. Velhasıl, her zaman baskın bir Rum nüfus ağırlığı mevcut. On dokuzuncu yüzyılda bir dizi faktör tarafından belirlenen ve Rum nüfusun genelini ama bilhassa İstanbul’u etkileyen kültürel rönesanstan da payını alıyor Tatavla. Mahallede dini, kültürel kurumlar; eğitim, spor ve yardımlaşma dernekleri kuruluyor. Bu da mahallenin Rum kimliğini perçinliyor. Mahallede yaşayan Ermeni, Türk ve az da olsa Yahudi nüfus da mevcut. Yangının hemen öncesinde de durum farklı değil. Velhasıl Tatavla, İstanbul’un en bilinen Rum mahallelerinden biri ama tek hususiyeti bu değil.
Tatavla, biraz kıyıda köşede kalmış, “marjinal” bir mahalle. Rum cemaatinin sınıfsal açıdan üst katmanlarını barındıran bir bölge değil. Bazı araştırmacıların deyişiyle bir “getto”. Kabadayılarıyla, tulumbacılarıyla, “kanun kaçaklarıyla”, Galata ve Pera’daki fuhuş sektöründe çalışanlarla, Giovanni Scognamillo’nun deyişiyle bir çeşit “toplu boşalma”, “kurtlarını dökme” seremonisi olan karnavalı ile maruf bir mahalle. Dolayısıyla ilk planda akla gelen parıltılı, alafranga yaşam tarzına sahip varlıklı bir muhitten bahsetmiyoruz. Bu “marjinal” karakteri onu bir araştırma konusu olarak daha çekici yapıyor yapmasına ama 1929’da müdahaleye daha açık hâle getirdiğini söylemek mümkün.
1929 yılı ocak ayında Tatavla’da ne oldu? Bir kış gecesi yangın çıkıyor ve beş yüzden fazla ev yanıyor. Bu yangının detaylarını anlatabilir misiniz?
Kent yangınları İstanbul’un tarihine yabancı değil. Pek çok yazarın, seyyahın, yolu İstanbul’a düşmüş insanın şehre dair yazdıklarında yangın temasına mutlaka denk geliyorsunuz. Bu açıdan bakıldığında Tatavla’da çıkan yangın pek de istisnai bir olay değildi. Ahşap evlerden müteşekkil bir mahallede bir kış gecesi başlayan yangından bahsediyoruz. Yangın sonradan adı Yeni Alem yapılacak Aya Tanaş Sokağı’nda Demirci Alekos’un evinde çıkıyor. İddia, Alekos’un evde kaçak rakı ürettiği kazanın patlamasının yangına sebebiyet verdiği… Sizin de söylediğiniz gibi ocak ayında, 21 Ocak gecesi çıkıyor yangın. 22 Ocak’ın ilk ışıklarına kadar yanıyor mahalle. Zaten zemheri dönemi ama 1929 kışı soğuğuyla, karıyla ve fırtınalarıyla tarihe geçen meşhur bir kış. İstanbul’da neredeyse iki ay aralıksız kar yağdığı söylenir o sene. Boğaz donar. Tanıklıklara göre o gece sert esen poyraz ve yolların buz tutması söz konusu. Hava koşullarının yarattığı olumsuzluklarla Beyoğlu İtfaiyesi’nin meşhur Arkadi Sokağı’ndaki başka bir yangınla meşgul olması birleşiyor… Böyle listeleyince İngilizcede “felaket reçetesi” dedikleri durumla karşılaşıyoruz zaten. Buna bir de o dönem İstanbul’un su imtiyazını elinde bulunduran Fransız sermayeli Terkos Su Şirketi’nin itfaiyeye doğru düzgün su sağlayamamış olması da ekleniyor. Zaten ilk tutuklananlardan biri, şirketin müdürü olan Mösyö Kastelno’dur. Bu yangın, kısa denebilecek bir süre sonra bu imtiyazın satın alınarak devletleştirilmesinde de bir gerekçe olarak kullanılacak. Zaten 1928’den beri İstanbul’un su imtiyazı meselesi basın yoluyla gündemde.
Tatavla’da bir devrin sonunu getiren bu yangın Yunan ve Türk basınında nasıl karşılandı? Yangının nasıl çıktığı belirlenip failleri ortaya çıkarılabildi mi?
Söylediğim gibi yangının nasıl çıktığını, müsebbibini biliyoruz. Bu konuda şüpheye yer bırakmayacak bir olay akışı var elimizde. Yangının başladığı evde kim var kim yoksa soruşturma kapsamında tutuklanıyor. Onlar dışında zaten çok kötü hizmet verdiği belli olan Terkos Su Şirketi’nin müdürü var ilk tutuklananlar arasında. Bu kişi suçlu olmasına suçlu ama biraz da belediyenin ve itfaiyenin zafiyetini örtmek, aynı zamanda az önce bahsettiğim şirketin devletleştirilmesi tartışmalarına yangını vesile etmek üzere günah keçisi olarak da seçiliyor. Suçlamalar pek haksız görünmüyor. Terkos Şirketi’nden herkesin yaka silktiği de anlaşılıyor. Ancak anlaşılması zor olan bir husus, Kastelno ile ilk tutuklananlar arasında Rum mütevelli heyetinin üyelerinin de bulunması. Tatavla’nın ileri gelenleri diyelim… Yangını geç haber verdikleri gerekçesiyle Dahiliye Vekaleti tutuklanmaları doğrultusunda bir emir veriyor. Sonra salıverilseler de ilk andan mesuliyet mahalleliye de yüklenmeye başlıyor.
Türk basınında, ilk günler Terkos Şirketi’nin sorumluluğu vurgulanıyor. Yangının tüm sorumluluğu şirketin üzerine yıkılmaya çalışılıyor dediğim nedenlerle. Bu esnada Tatavla hâlâ yardım edilmesi gereken bir yer. Mahalle sakinleri için yardım çağrıları yapılıyor. Hilal-i Ahmer yardım organizasyonuna girişiyor, bunlar empatik bir tonda haberleştiriliyor vs. Bu hava, İngiliz Büyükelçisi George Russell Clerk’ün Tatavla’yı ziyaret ettiği ve Patrikhane’nin Tatavlalılar için uluslararası yardım çağrısında bulunduğu haberleri ile adeta bir düğmeye basılmışçasına değişiyor. Clerk kendisinin değil eşinin Tatavla’yı ziyaret ettiği yolunda gazetelere tekzipler gönderse de nafile. Tatavlalılar ve onların nezdinde tüm Rumlar bir anda memleketin iç meselelerine “dış güçleri” karıştırmak için çaba harcayan bir “beşinci kol” olarak sunulmaya başlanıyor. Bundan sonra Tatavla’nın fethi için büyük bir taarruza girişiyor necip Türk basını!
Yunan basını ise Türkiye’deki değişen hava ile sert bir yayın çizgisi izliyor bu konuya ilişkin. Hatta Türkiye ile bir uzlaşma peşinde olan Venzielos Hükümeti’nin tepkisini çekecek kadar yüksek perde bir tepkiden bahsediyoruz. O günlerde mevcut sorunlara çözüm arayışında olan Venizelos’un mutedil mesajlarına karşın Venizelist yayın organları eteklerindeki tüm taşları dökmeye başlıyorlar. Venizelos karşıtı Halk Partisi yanlısı gazeteler zaten, Venizelos’u mutedil politikası nedeniyle çarmıha germek ve “eski defterleri” açmak için hazırlar. Bu tepkinin 1922 ve sonrasının travmasının tetiklemesiyle yakından ilgisi var ama Yunanistan iç siyasetindeki kutuplaşmanın da bu tepkinin tonunda ve gelişiminde etkili olduğunu söylemek lazım. Tatavla’nın trajedisi Yunanistan iç siyasetinde de hızla araçsallaşıyor.
Tabii bir de unutmamamız gereken İstanbul’daki Rum basını var. Başlangıçta onlarda felaketin büyüklüğü karşısında bir şok hâli hakim. Öte yandan yangının çıkışı, seyri, belediyenin sorumluluğu gibi başlıklarda herhangi olumsuz, suçlayıcı imada dahi bulunmamak konusunda son derece dikkatliler. Genelde Türkçe basından çeviri haberlerle ya da teknik diyebileceğimiz bir dille yazılmış haberlerle konuyu aktarıyorlar. Türkçe basındaki saldırılar yoğunlaşıp doğrudan cemaati hedef aldığında dahi durum bu. Rum basını için galiba kırmızı çizgi, bu konuda en sert yayınları yapan Akşam ve Milliyet gazetelerindeki “meğer Rum evlerindeki bombalar, cephaneler patlamış” yolundaki yalan haberler oluyor. İlk defa o zaman Türkçe basındaki haberlere açıktan karşı çıkıyorlar. Zira bu söylem yerleşse, başlarına gelebilecekleri tahmin ediyorlardı ki pek de haksız sayılmazlar. Bu gibi şayiaların nerelere varabileceğini 1955’teki 6-7 Eylül olaylarından biliyoruz bugün.
Siz daha önce verdiğiniz bir beyanatta, Mübadelenin “bir etnik temizlik yöntemi” olduğunu öne sürmüştünüz. Tatavla Yangını’nın Türkiye ile Yunanistan arasında o dönem sürdürülen Mübadele müzakereleriyle bir ilgisi var mıydı?
Evet, nüfus mübadelesi tanım itibariyle bir etnik temizlik yöntemi. Yine size verdiğim o mülakatta söylediğim gibi devletlerin karşılıklı olarak anlaşmış olması, uluslararası hukuk tarafından bu yöntemin bir zamanlar kutsanmış olması bu durumu değiştirmiyor.
Bu yöntemin, iki ülke arasındaki sorunları çözdüğüne dair algı da tam anlamıyla bir yanılsama. 1928-29 dönemecinde Türkiye ve Yunanistan arasında dev bir sorunlar yumağı var. Bu yumağın büyük kısmı mübadeleden miras kalan meselelerle ilgili. Terkedilmiş mülkler yani emval-i metruke meselesi, bunlar karşısında ödenmesi gereken tazminatlar, kimlerin mübadeleden muaf, yerleşik nüfus sayılacağı meselesi, pasaport-vatandaşlık sorunları, cemaat kurumlarının kaderi gibi –saymaya devam edebilirim– başlıklardan oluşan dev, bütünüyle –en azından milliyetçi bir perspektifle– çözülmesi imkânsız bir sorun yumağı… Üstelik gittikçe de büyüyen bir yumak, bir keşmekeş… Neden büyüyor? Çünkü iki ülkede mübadeleden muaf tutulmuş, bir açıdan bakıldığında rehin bırakılmış topluluklar var. İki devlet de karşılıklı sorunlarını bu cemaatlerin haklarını tartışmaya açmak, budamak suretiyle, bu cemaatlerin hakları üzerinden birbirlerine şantaj yaparak çözmeye çalışıyor. Mübadeleden muaf tutulmuş Rumların ya da mübadeleye tabi tutulmuş ve ülke dışına gönderilmiş Rumların terk edilmiş, el konulmuş, işgal edilmiş mülkleri meselesi en sıcak gündem Tatavla Yangını çıktığında. Hatta yangından sayılı gün önce İstanbul Rumlarının dört önemli örgütü birleşerek bu sorunun çözümü için ilgili mercilere başvurular yapmaya başlıyor. Bakıyorsunuz aynı günlerde Yunanistan da bir yandan Batı Trakya’daki Müslüman Türk azınlığın Türkiye’de benimsenen yeni alfabesiyle eğitim ve neşriyat yapmasını yasaklama uğraşında, diğer yandan Batı Trakya’da Kemalist ajan avında. Önceki sohbetimizde de söylemiştim. Devletlerin “ali çıkarları” için insanların yaşamlarının gasp edildiği, adına da mütekabiliyet denen bir girdap var. Rehin azınlıkların hakları bu girdabın içinde ortadan kayboluyor.
Esas sorunuza dönecek olursam, etnik temizlik süreçlerine ve sonrasına eşlik eden mekân temizliği, yer isimlerinin dönüştürülmesi, kültürel sembollerin ortadan kaldırılması, kentsel kırım süreçleri on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın tarihinde hep var. Devletlerin perspektifinden yaklaşarak söylüyorum, bu tip “düzeltme operasyonları” sonrası geride kalan “küçük sayılara” dönük artan husumet de tekrar eden bir tema. Tatavla’ya dönük bu taarruz bu bağlamda ele alınabilir.
“RUM NÜFUSUN BEZDİRİLMESİ SÜRECİNDE ÖNEMLİ BİR DÖNEMEÇ”
Bu konu ile ilgili yazdığınız kitapta, Tatavla Yangını’nın Kurtuluş Savaşı sonrası Türkiye’sinin siyasi ve iktisadi milliyetçilik tarafından belirlenen atmosferinde, milliyetçi hedeflerin hayata geçmesinde kullanıldığını ileri sürüyorsunuz. Bu nasıl oldu, anlatabilir misiniz?
Bu konunun çok somut bir çıktısı var elimizde. Tatavla diye bir yer kalmamış durumda. Böyle bir Rum Mahallesi artık yok. Ne yer adlarıyla ne kültürel, tarihsel referanslarıyla bugün böyle bir mekândan söz edebiliyoruz. Dolayısıyla kentsel mekânın millileştirilmesi açısından işlevsellik kazanıyor yangın.
İktisadi açıdan Terkos Su Şirketi meselesine değindim. Tabii bir de bir bölümü paha biçilmez olan terkedilmiş Rum emvali meselesinin, tazminat sorununun çözülmesi konusunda bir gözdağı niteliği taşıyor. Bir yandan da dikişleri atmakta olan bir Türk ekonomisi var. 1929 Buhranı geliyor ama öte yandan ekonominin yapılan liberal tercihler nedeniyle çok ciddi yapısal sorunları var. Enflasyon çok ciddi sorun. Bu esnada yine Türk’ün olması gereken serveti haksız yere elinde tutan, şu ya da bu oyunla o servete, zenginliğe ortak olan Rum imajı gazetelerde boy boy yerini alıyor.
Öte yandan diken üstünde tutma politikası diyebileceğimiz bir yaklaşım var. Mütemadi bir taciz altında yaşıyor bu insanlar. Dönemin gazetelerini her açtığınızda yeni bir sürpriz sizi bekliyor. Gün be gün… Kâh bir Rum okulunda Türk bayrağı yırtılmış, Gazi’nin resmine hakaret edilmiş, Yunan bayrağı göndere çekilmiş haberleri –ki bunlar ekseri olarak adresi ve faili meçhul olaylar– kâh “efendim, şu Rumlara ve Giritlilere bir türlü Türkçe öğretemedik” kabilinden dert yanan hassas okur mektupları kâh kitapta örneğini verdiğim “Tatavla Dilberi Sokrati” gibi mide bulandırıcı öyküler, kâh Türk Ortodoks Kilisesi denen mübadele sonrası cemaati neredeyse bir aileye daralmış yapının çıkışı… Her gün bir sürpriz var. İnsanların evsiz barksız kaldıkları yetmiyor, bir de evlerinde bomba patlamadığını, mahallelerinin kül olmasını seyredip itfaiyeye haber vermekten kaçınmadıklarını ispat etmeleri gerekiyor. Rum nüfusun azınlıklaştırılması, ötekileştirilmesi ve bezdirilmesi sürecinde önemli bir dönemeç alınıyor 1929 ile…
Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim. Kamusal alanı ve kentsel mekânı ideolojik bir fetih nesnesi hâline getirme sürecinin çok boyutlu olduğunu da göstermeye çalıştım. Tatavla üzerinden toplumsal cinsiyet rollerinin de nasıl biçimlendirilmek istendiğine dair önemli bir örnek bulunuyor kitapta.
O dönem Rumca yayın yapan Hronika Gazetesi ve gazetenin sahibi Eleni Hacopulu’ya yönelik saldırılar olur. Bu olayda yakın tarihimizde gerçekleşen Agos Gazetesi ve Hrant Dink’e yönelik saldırının bir benzerini görüyoruz. Bu tarihi benzerliği nasıl yorumluyorsunuz?
Evet, Tatavla Yangını ile aynı günlerde bir de Hronika isimli Rumca yayın yapan gazeteye dönük Türklüğü tahkir gerekçesiyle dava açılması, bununla birlikte gazeteye karşı büyük bir basın lincinin tertiplenmesi ve gazetenin yazıhanesinin “duyarlı gençler” tarafından basılması süreci var. Az önce bahsettiğim sürprizlerden biri de bu mesela… Gazetenin yetkililerinin o gün orada bulunmamaları tamamen tesadüf. Hrant Dink’e dönük, basının merkezinde durduğu linç kampanyasıyla kitapta bir paralellik kuruyorum. Doğru. Hronika’ya dönük bu kampanya ve fiziki saldırıya ilk denk geldiğimde dost sohbetlerinde de kimi akademik etkinliklerde de hep bu benzerlikten bahsettim. Sonra kitap yayımlandıktan sonra bu doğrultuda sorulan sorulara da benzer bir yanıt veriyorum. Hrant, son yazısında “güvercin tedirginliği” diye tarif ediyordu ruh hâlini. Kendisini, yakınlarını ve bir bütün olarak onun nezdinde temsil olunan kimliği hedef alan atmosferde yersizdi diyebilir miyiz?
Bu iki olay arasında yaklaşık seksen yıl olmasına rağmen, çarpıcı benzerlikler Hrant’a ya da Hronika’ya karşı yürütülen kampanyanın kişisel bir husumetten ya da gelip geçici, dönemsel bir tepkiden kaynaklanmadığını ortaya koyuyor. Hrant Dink’in son yazısındaki dokunaklı “güvercin tedirginliği” tanımı da münferit bir deneyim değildi. Şu ya da bu nedenle makbul olmayan vatandaşlarını böyle bir tedirginlik içinde yaşamaya mahkûm eden bir anlayış söz konusu. Bu tedirginliği besleyen koşullar geçici dalgalanmalar değil, ülkemizin tarihinde yer alan tercihlerden ve bunlardan ileri gelen köklü, yapısal sorunlardan kaynaklanıyor.
“TATAVLA İLE İZMİR YANGINI ARASINDA BİR BENZERLİK…”
Türk Ordusunun İzmir’e girmesinden dört gün sonra İzmir’de de günlerce sürecek olan ve özellikle Rum ve Ermeni mahallelerini etkileyen büyük bir yangın çıktı. Bu yangını Türklere göre Rumlar, Rumlara göre de Türkler çıkardı. Tatavla Yangını ile İzmir Yangını arasında bir benzerlik kurulabilir mi?
İki olay hem benzer hem farklı. Ölçekleri, bağlamları, kasıt unsurunun olup olmaması açısından farklı… İzmir Yangını üzerine bence nafile bir tartışma var. Sonuçları üzerineyse çok verimli, büyüyen bir literatür. Kitabın önsözünde de bu tartışmaya girmemek için Tatavla Yangını’nı yazdığımdan bahsediyorum. Burada da İzmir Yangını’nın faili tartışmasına girmek niyetinde hiç değilim. Tatavla için de böyle bir derdim yok. Anaakım Yunan tarih yazımında yanan değil yakılan bir mahalle Tatavla. Bu doğrultuda benim elimde somut bir kanıt yok. Söyleyenlerin de somut bir kanıtı yok. İki yangını ortaklaştıran noktaysa yangının milliyetçi ajanda doğrultusunda işlevsellik kazanmış olması. Bu listeye 1917 Selanik örneğini de ekleyebilirsiniz, ölçek olarak küçük olsa da sonuçları itibariyle benzer etki yaratan 1916 Ankara örneğini de.
Yangınların ortaya çıkardığı tahribat egemenlere bir “boş kâğıt” sunuyor. Yangın tahribatı; geçtiğimiz yüzyılda kentsel mekânın millileştirilmesi, kamusal mekânın egemenlerin muhayyilesindeki gibi yeniden şekillendirilmesi, kentlerin milliyetçi anlatıya uymayan geçmişlerinin belleklerden silinmesi, kentlerin ideolojik saikler doğrultusunda yeniden ve yeniden fethi için vesile olarak sık sık kullanıldı.
Velhasıl yangının ortaya çıkardığı bu boş kâğıdı egemenler istedikleri gibi doldurmaya çalışıyor. Tarihin havını tersine taradığınızdaysa aslında bu boş kâğıdın bir yanılsama, geçmişle aramıza çekilmiş bir perde olduğunu kolayca görebiliyoruz.
Dr. Aytek Soner Alpan
Aytek Soner Alpan, yüksek lisans derecesini Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde iktisat, doktora derecesini ise University of California, San Diego’da tarih alanında almıştır. Yüksek lisans ve doktora çalışmaları esnasında 1923 Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi’nin çeşitli boyutlarına odaklanan Alpan’ın akademik ilgi alanları arasında zorunlu yerinden etme pratikleri ve mültecilik deneyimi, Osmanlı Rum Cemaati, Osmanlı İmparatorluğu ve Yunanistan’da Türkçe-dilli Rumlar, bellek çalışmaları ve tarihyazımı bulunmaktadır. Çalışmaları çeşitli akademik dergilerde ve kitaplarda yayımlanan Alpan yine İstos tarafından yayımlanmış olan Μουχατζηρναμέ / Muhacirname: Κaramanlı Muhacirler için Şiirin Sedası kitabının ortak editörlerinden biridir. Aytek Soner Alpan, akademik çalışmalarını Kanada’da Simon Fraser University – SNF Centre for Hellenic Studies’de doktora-sonrası araştırmacı olarak sürdürmektedir.
Türk Ulus Devletinin Kurucu Belgesi: 1924 Teşkilât-ı Esâsîye Kanunu