Anayasaların Tarihinden – V
Türk Ulus Devletinin Kurucu Belgesi: 1924 Teşkilât-ı Esâsîye Kanunu
20 Kasım 1922 günü başlayan Lozan Barış Görüşmelerinin 4 Şubat 1923’te kesintiye uğraması üzerine, Lozan delegasyonu Ankara’ya döndükten sonra, 27 Şubat-6 Mart 1923 tarihleri arasında TBMM’de özellikle Musul’suz bir anlaşma imzalamaya hazır olan Birinci Grup ile buna karşı çıkan İkinci Grup üyeleri arasında ateşli tartışmalar yaşanmıştı. Hatta 6 Mart’taki görüşme sırasında, Birinci Grup’un kurucusu Mustafa Kemal, İkinci Grup’un lideri konumundaki Ali Şükrü Bey’in üzerine yürümüştü. Mustafa Kemal, Musul tartışmaları bittikten sonra 13 Mart’ta Güney vilayetlerini kapsayan bir geziye çıkmış, 15 Mart’ta Adana’da, 17 Mart’ta Mersin’de, 18 Mart’ta Tarsus’ta, 20 ve 21 Mart’ta Konya’da, 23 Mart’ta Afyon’da, 24 Mart’ta Kütahya’da kendisini karşılamaya gelen halka hitaben konuşmalar yaptıktan sonra 25 Mart’ta Ankara’ya dönmüştü. Bu gezi bir anlamda nabız yoklama gezisi olmalıydı çünkü geziden bir hafta sonra TBMM Mustafa Kemal’in isteği doğrultusunda, 1 Nisan 1923 tarihinde, Meclis’in yenilenmesi için seçimlere gidilmesine karar verecekti.
SEÇİM KANUNUNDA DEĞİŞİKLİKLER
Ardından bir dizi tamamlayıcı karar alındı. İlk adım 1876’dan itibaren seçmek ve seçilebilmek için erkek olmak, Türkçe bilmek, itimada layık, iyi ahlâk sahibi olmak, 25 yaşından aşağı olmamak ve az çok emlak sahibi olmak gerekiyordu. Bu nitelikleri taşıyanlar da doğrudan seçmen olamıyor, onların seçtikleri “ikinci seçmen”ler her 50 bin kişiye bir temsilci olmak üzere meclise gidecek kişileri belirliyordu. 3 Nisan 1923’te seçim kanunda değişiklikler yapıldı. “Her 50 bin kişiye bir temsilci” şartı, “her 20 bin” olarak değişti, seçme ve seçilme yaşı 18’e indirildi, mülk sahibi olmak (vergi vermek) şartı kaldırıldı. Ancak yine erkekler arasından seçilen ikinci seçmenlerin (müntehib-i sanilerin) oyu esastı. Buna karşılık milletvekili olmak için Türkiye Devleti halkından olmak, 30 yaşını bitirmiş olmak, Türkçe konuşmasını bilmek, birden fazla seçim çevresinden aday olabilmek gibi şartlar korundu.
8 Nisan’da Mustafa Kemal, “Dokuz Umde”yi yayımlayarak Halk Fırkası’nın seçim programını açıkladı. Ardından milletvekili adaylarını belirlemeye başladı. Bunlar olurken, Lozan Barış Görüşmelerinin ikinci dönemi 23 Nisan’da başladı, tamir tazminatları konusunda Başbakan Rauf Bey’le, Lozan Heyeti’nin Birinci Delegesi Hariciye Vekili İsmet Bey arasında görüş ayrılığı çıktı. Bu ayrılıkta Mustafa Kemal, İsmet Bey’in tarafını tuttu. Bu arada yeni TBMM’yi oluşturacak seçimler yurdun dört bir yanında devam etti. Nihayet, İtilaf Devletleri ve gözlemci devletler ile Türkiye arasında 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması imzalandı. 1 Ağustos’ta seçimlerin büyük ölçüde tamamlanmasının ardından Mustafa Kemal 2 Ağustos’ta yeni milletvekillerini TBMM’nin açılışı için toplantıya çağırdı. Bu toplantıya sadece 70 Milletvekilin gelmesi üzerine, ancak 11 Ağustos 1923’te en yaşlı üye sıfatıyla Edirne Milletvekili Abdurrahman Şeref Bey’in dualarıyla ve 192 Milletvekilin katılımıyla açılan İkinci Meclis’in ilk işi, TBMM Reisliği’ne Mustafa Kemal’i, Reis Vekilliği’ne Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’yı getirmek oldu.
YENİ DÖNEMDE REJİM TARTIŞMALARI
11 Ağustos 1923 günü TBMM açılmış, iki gün sonra Meclis Başkanlığı’na oy birliğiyle Mustafa Kemal seçilmiş, aynı gün Lozan görüşmeleri sırasında İsmet Paşa ile ters düşen Rauf Bey başbakanlıktan çekilmiş ve yerine Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı Ali Fethi (Okyar) Bey getirilmişti. Mustafa Kemal’in tüm üyelerini elleriyle seçtiği (kendi tabiriyle) “kız gibi meclis”, 23 Ağustos’ta “Musul’suz” Lozan Barış Antlaşması’nı onaylayarak (yine de 14 ret oyu vardı) Mustafa Kemal ve ekibini büyük bir dertten kurtarmıştı.
23 Eylül 1923 tarihli Neue Freie Presse adlı Avusturya gazetesinde çıkan bir haber Lozan tartışmalarına nokta koydu. Habere göre Mustafa Kemal, basında 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye’de tadilat yapıldığına dair haberler hakkında şöyle demişti:
“[B]ütün bu tadilat cumhuriyet esasına müteveccih [yönelik] olacaktır. Türkiye hal-i hazırda olduğu kadar istikbalde de daha fazla demokratik bir cumhuriyet olacaktır. Hiçbir suretle Garp cumhuriyetlerinin sisteminden farklı olmayacaktır. Türkiye’nin bu cumhuriyetlerden ayrıldığı bir şekil meselesinden başka bir şey değildir.
Gazeteler, tartışmaya adeta balıklama daldılar. Gazetelere göre, yeni devletin adı “Türkiye Halk Cumhuriyeti” veya “Türk Halk Devleti” olacaktı. 27 Eylül günü bu demecin resmen doğrulanmasıyla kamuoyunda ateşli bir tartışma başladı. 7 Ekim’de İstanbul basınını “ortalığı velveleye vermekle” suçlayan Yunus Nadi’nin Yeni Gün gazetesindeki sorulu cevaplı makalede, “Hayır, cumhuriyet ilan olunmayacaktır. Zaten mevcut olan idarenin cumhuriyet olduğu söylenecektir” denirken; 8 Ekim tarihli Tevhid-i Efkâr’da Velid Ebuziyya, “İstanbul’a Türk ordusunun girişi şerefine rica ediyoruz, hükümet sürekli münakaşa ve mücadele siyasetini terk etsin, Cumhuriyet mi yapacak, başka bir hükümet şekli mi yapacak, ne yapacaksa yapsın ve olumlu bir çalışma dönemi açsın” diyordu. Ama “yeni bir anayasa” yapılmasından söz eden yoktu. Halbuki yaklaşık 600 yıllık bir monarşik rejimin yerine yeni bir rejim inşa edilmesi gibi “devrimci” bir değişiklik öngörülürken, öncelikle yeni rejimin nitelikleri, kurumların ve erklerin birbiriyle ilişkileri konusunda oydaşma gerekirdi. Halbuki önce rejim değişmiş, rejimin anayasası, “istim arkadan gelsin” misali atiye bırakılmıştı.
CUMHURİYETÇİLER- LÂ CUMHURİYETÇİLER
Konumuzla doğrudan ilgisi olmayan bir dizi olaydan sonra 2 Ekim’de İtilaf Kuvvetleri, İstanbul’dan çekildi ve 6 Ekim’de İstanbul, Ankara Hükümeti tarafından teslim alındı. 13 Ekim’de Ankara başkent yapılırken, toplum Cumhuriyetçiler ve Lâ Cumhuriyetçiler (cumhuriyet karşıtları) diye ikiye bölünmüştü. Cumhuriyetçiler “Amerikanvari”, “Fransızvari” ve “Türkiye tarzı” diye üçe; Lâ Cumhuriyetçiler ise “Hakimiyet-i Milliyeciler” ve “İttihatçılar” diye ikiye ayrılıyordu. Gazeteler uzun uzun Fransız ve Amerikan sistemlerinin analizlerini yapıyorlar, eksilerini ve artılarını sayıyorlardı. Kimine göre Fransız sistemi, kimine göre Amerikan sistemi “daha demokratik” idi. Yazılardan anlaşıldığı kadarıyla o günün siyasileri bu iki sistemi de çok iyi tanıyorlardı. Yine anlaşılıyordu ki, rejimin adından çok içeriği önemliydi. Çünkü 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılmasından beri siyasi elitler arasındaki en büyük endişe, Mustafa Kemal’in bütün yetkileri üzerinde toplayarak diktatörlüğe gitmesiydi. Nitekim bu tartışmalar sürerken, Mustafa Kemal kendisine yakın milletvekillerini Halk Fırkası (HF) adı altında toplamış ve fırkanın başına geçmişti. Ama bütün bunlar hakkında Mustafa Kemal’in düşüncelerini öğrenmek, daha doğrusu sesini bile duymak mümkün olmamıştı. Çünkü o, İstasyon binasında “Mütehassıslar Encümeni” adı altında bir araya getirdiği yakın adamlarıyla rejime kendi istediği şekli vermekle meşguldü. Ancak bu “şekil” bir “anayasal metin” haline dönüşmüş değildi, bunun işaretleri dahi yoktu.
SUNİ HÜKÜMET KRİZİ
25 Ekim’de Mustafa Kemal’in has adamlarından Başbakan Ali Fethi (Okyar) Bey, aynı zamanda üstlendiği Dahiliye Vekilliği’nden yorgunluk gerekçesiyle istifa etti. CHF grubunun Mustafa Kemal’e danışmadan, Rauf Bey’i Meclis İkinci Başkanlığı’na, Erzincan Mebusu Sabit Bey’i de Dahiliye Vekilliği’ne seçmesi, Mustafa Kemal tarafından bir hükümet krizine dönüştürüldü ve Mustafa Kemal’in baskısıyla hükümet 27 Ekim’de istifa etti. Bunun üzerine o ana kadar Ankara’da kalan Ali Fuat Paşa da İstanbul’a doğru yola çıktı.
Muhalefetin ağır toplarının Ankara dışında olduğu 28 Ekim gecesi, Mustafa Kemal, İsmet Paşa, Milli Müdafaa Vekili Kâzım (Özalp) Bey, eski kolordu kumandanlarından Sinop Mebusu Kemalettin Sami ve Milli Mücadele Kocaeli Grubu Kumandanı Halit Paşa, Rize Mebusu Ekrem ve Afyon Mebusu Ruşen Eşref Bey’i Çankaya’da yemeğe alıkoymuştu. Tüm yemek boyunca dalgın ve sessiz duran Mustafa Kemal, birden “Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz” demişti. Daha sonra diğer misafirlerini uğurlamış, İsmet Bey’le ikisi, ertesi gün sunulacak teklif üzerine çalışmışlardı.
29 Ekim Pazartesi günü saat 10.00’da toplanan HF grubunun yeni hükümeti kuramamasıyla başlayan tartışmalar, Mustafa Kemal’in 13.30’da kürsüye çıkarak “eksiklik ve yanlışlığın uygulanmakta olan usûl ve şekilde olduğunu, bunun da ancak Cumhuriyet idaresi ile giderilebileceğini” söylemesiyle yeni bir merhaleye girdi. Konu TBMM’ye taşındı ve bir dizi başka oylamadan sonra, saatler 20.30’u gösterdiğinde Mustafa Kemal’in hazırladığı değişiklik önergesi Antalya Milletvekili Rasih (Kaplan) Hoca’nın “Din bakımından da en muvaffık (uygun) hükümet şekli cumhuriyettir” diye biten ateşli konuşmasından sonra, “Yaşasın Cumhuriyet!” haykırışları arasında oylamaya katılanların tümü tarafından kabul edildi.
ANAYASANIIN “TAVZİH” EDİLMESİ
Önergede dikkat çeken husus, “Cumhuriyet’in ilanı”ndan değil, “Türkiye Devleti’nin hükümet şeklinin Cumhuriyet olduğunun açıklığa kavuşturulmasından” (kullanılan terim “tavzih”tir) söz edilmesiydi. Tavzih işi, 1921 Teşkilat-ı Esasiye’sinin (bundan böyle 1921 Anayasası) 1. maddesine “Türkiye Devleti’nin şekl-i hükümeti cumhuriyettir” cümlesinin eklenmesiyle yapılmıştı. Ancak hemen ardına, daha önceki metinde olmayan “Türkiye Devleti’nin dini, din-i islamdır, resmî lisanı Türkçedir” şeklinde yeni bir madde getirilmişti. Bunun muhafazakâr kesimlere verilmiş bir sus payı olduğu açıktı. Ayrıca “cumhurbaşkanlığı” konusuyla ilgili iki yeni madde ile bazı maddelerde de değişiklikler yapılmıştı.
Kanun, yoklamasız oylandığından, oylamaya kaç kişinin katıldığı, dolayısıyla kaç kişinin oyuyla rejimin “cumhuriyet” olduğu bilinmiyor. Ancak bundan sonra cumhurbaşkanı seçimine geçilmiş, oturumu yöneten İsmet Bey sonucu şöyle açıklamıştı: “Türkiye Cumhuriyeti için yapılan intihapta reye iştirak eden azanın adedi 158’dir. 158 aza, müttefiken (oy birliğiyle) Ankara mebusu Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerini Cumhuriyet Riyasetine intihap etmişlerdir.”
Bu sayı, rejimin adını koyan kanunun oylamasına katılanların da sayısı olmalıdır. Ancak İsmet Bey, “çekimser” veya “ret” oyu verenlerden söz etmediğine göre, Mustafa Kemal kendisine oy vermiştir. Şevket Süreyya Aydemir Tek Adam adlı eserinde, “159 kişi oya katılmış ve 158 oyla Gazi Mustafa Kemal oy birliğiyle Türkiye Reisicumhurluğu’na seçilmişti. Çekimser kalan tek oy Mustafa Kemal’in oyu idi” diyerek bu garabeti gidermeye çalışacaktı. Ama asıl garabet, Cumhuriyet’in ilanı oylamasına, TBMM’nin kâğıt üzerinde 286, fiilen 270 üyesinden sadece 158 veya 159’ununun katılmasıydı. Meclis’in tüm üyelerinin bizzat Mustafa Kemal tarafından seçilmiş olduğu düşünülünce fire büyüktü. Öte yandan böyle önemli bir Anayasa değişikliğinin salt çoğunluktan biraz yüksek bir oyla yapılması da anayasal teamüllere aykırıydı. Oylamanın Kazım Karabekir, Rauf (Orbay), Refet (Bele), Dr. Adnan (Adıvar), Ali Fuat (Cebesoy) gibi Milli Mücadele’nin önemli isimlerinin Ankara’da olmadığı bir güne denk getirilmesi de cabasıydı.
Cumhuriyet ilan edildikten ancak dört ay sonra (1 Kasım 1922’deki Saltanat’ın İlgası’ndan ardından TBMM’nin uhdesine bırakılmış olan) Halifelik, 4 Mart 1924 tarihinde “ilga edildi”. Bu büyük adım da atıldıktan sonra, sıra yeni rejimin anayasasını hazırlamaya gelmişti.
YENİ ANAYASA GÖRÜŞMELERİ BAŞLIYOR
Cumhuriyet ilan edilirken yapılan kısıtlı değişiklikler bazı milletvekillerinin eleştirisine neden olmuş ve gazetelerde tadilat çalışmasının sürmesi gerektiği konusunda yazılar çıkmıştı. Nitekim Cumhuriyet’in ilanından sonra tadilat komisyonu görevine devam etmişti.
Kasım ve Aralık aylarında esas olarak Cumhurbaşkanı’nın Halk Fırkası ile ilişkileri temelinde yürüyen tartışmalar, adım adım Mustafa Kemal ile onun “diktatörlük eğilimleri” taşıdığını düşünen milletvekilleri arasında hesaplaşmaya dönüştü. Bunun ilk işareti, 5 Aralık 1923’te Karesi (Balıkesir) Milletvekili Ahmet Süreyya (Örgeevren) Bey’in verdiği 144 maddelik anayasa teklifiydi. Teklifte Cumhurbaşkanına veto, seçim yenileme gibi haklar verilmemekte, TBMM’nin yanı sıra bir “Devlet Meclisi” kurulması önerilmekteydi. Ancak bu teklif, Hilafet’e destek verdiği ileri sürülen İstanbul matbuatının ve İstanbul Barosu’nun bazı üyelerinin 10-27 Aralık 1923 tarihleri arasında “vatana hıyanet” suçlamasıyla İstanbul İstiklal Mahkemesi’nde yargılanması ve bazı cezalara çarptırılmasının yarattığı gerilim içinde tartışılamadı.
Tadilat komisyonu, çalışmalarına 1924 yılının Ocak ayında devam etti ve 1 Şubat 1924’ten itibaren basında bazı maddelerin metinleri boy göstermeye başladı. Nihayet 1 Mart 1924 günü 105 maddelik metin üzerinden TBMM’de anayasa değişikliği görüşmeleri başladı. İlk tartışma, anayasa değişikliği için “basit çoğunluk” mu yoksa “nitelikli çoğunluk” mu aranması gerektiğinde oldu. “Basit çoğunluk” (ekseriyet-i mutlaka), Meclis üye tam sayısının yarısından en az bir fazlası; “Nitelikli çoğunluk” (ekseriyet-i sülüsan), Meclis üye tam sayısının üçte ikisinden en az bir fazlası anlamına geliyordu. 9 Mart 1924 tarihli oturumda, bu sayının üye tam sayısının mı, yoksa oturuma katılan üye sayısının üçte ikisi mi olacağı konusundaki tartışmalar; 287 üyeli İkinci Meclis’te aynı zamanda “toplantı yeter sayısı” olan “basit çoğunluk” için 145 üye; yine bu mecliste bir kararın alınması için gerekli olan “karar yeter sayısı” olan üye tam sayısının üçte birinden bir fazlası olan 96 üye olarak karara bağlandı.
FERDİ İDARE Mİ MAŞERİ İDARE Mİ?
Aynı oturumda Cumhurbaşkanı’nın genel seçimlere gitmek üzere meclisi feshetmesi konusunda da önemli tartışmalar yaşandı. İzmir Milletvekili Mahmut Esat (Bozkurt) Bey, meclisi fesih yetkisinin, meclis istibdadını önlemek amacıyla verilmek istendiğini; ancak birkaç örnek dışında dünya yüzünde “müstebid meclis” olmadığını; nitekim dünyanın hiçbir ülkesinde Cumhurbaşkanı’nın meclisi feshetme yetkisinin olmadığını; böyle bir yetkinin artık krallara bile verilmediğini; verilse bile feshedileceğini öğrenen bir meclisin fesih yetkisini veren maddeyi ilga ederek kabineyi büyük bir çıkmaza sürükleyebileceğini anlatmıştı. Bu yüzden fesih yetkisinin üçte iki çoğunlukla bile değil, ancak meclisin tam ittifakıyla kullanılmasının doğru olacağını ileri sürmüştü. Konuşmasını gülüşmeler ve alkışlar arasında tamamlayan Mahmut Esat Bey’in arkasından söz alan Dersim Milletvekili Feridun Fikri (Düşünsel) Bey ise, bütün meselenin “ferdi idareler (kişisel yönetimler) ile ma’şeri idareler (kanuni yönetimler) arasında tercih yapmak olduğunu” belirterek Türkiye’de idarenin ferdi idareden ma’şeri idareye doğru geliştiğini belirtmiş, ancak Meclis’in alelacele alacağı hatalı kararları düzeltecek veto veya ikinci bir meclis olmadığı için, kanun yönetiminin düzenli bir Şura-yı Devlet (Danıştay), kuvvetli bir Dâhilî Nizamname (İç Yönetmelik) ve Âlî İktisat Meclisi (Yüksek Ekonomi Meclisi) ile yapılmasını önermişti.
Daha sonra kürsüye çıkan Sivas Milletvekili Halis Turgut Bey ise, hükümet şekillerini “mutlakıyet”, “meşrutiyet” ve “cumhuriyet” olarak üçe ayırdıktan sonra, milletin bu üç şekli de tecrübe ettiğini; ancak hâkimiyetin kayıtsız şartsız millette olduğu cumhuriyet idaresinde, meclisin feshi yetkisinin tek bir kişiye verilmesinin sakıncalı olduğunu belirtmişti. Kesinlikle Mustafa Kemal Paşa’yı kastetmediğini belirten Halis Turgut Bey, hâlen Başkumandanlık görevini de sürdürmesine karar verilen Cumhurbaşkanı’na böyle bir görevin verilmesinin yanlış olduğunu söylemiş; son olarak da anayasanın “basit çoğunluk” ile kabulünü, ancak değiştirilmesi için “nitelikli çoğunluk” aranması gerektiğini istemişti.
“DEVLET MECLİSİ” TARTIŞMASI
Bu oturumdaki ilginç bir tartışma da Ahmet Süreyya (Örgeevren) Bey’in teklifi olan “Devlet Meclisi” konusunda olmuştu. Bursa Milletvekili Refet (Canıtez) Bey, Osmanlı’daki Ayan Meclisi benzeri bir meclis önermediğini söylemiş; Fransa ve İngiltere gibi ülkelerin tarihinden verdiği örneklerle, birinci mecliste çıkacak anlaşmazlıkları çözmek, kanunların yapılışı sırasında heyecandan uzak karar vermek açısından ikinci meclisin faydalarını anlatmıştı. Refet Bey’e göre bu meclis İl Özel İdareleri, Ticaret, Sanayi ve Ziraat Odaları temsilcilerinden oluşacaktı ve seçimle gelen birinci meclisle birlikte TBMM’yi oluşturacaktı. Bu öneriye Zonguldak Milletvekili Tunalı Hilmi Bey şiddetle karşı çıkmıştı. Başka da lehte ve aleyhte görüş olmayınca öneri gündemden düşmüştü.
TÜRKİYE YERİNE TÜRK VEYA TÜRKİLİ
16 Mart 1924 günü anayasanın maddelerinin görüşülmesine geçildi. “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” diyen 1. madde üzerine yapılan tartışmalarda Mersin Milletvekili Niyazi Bey “Türkiye” ibaresine itiraz etti ve yerine “Türk” veya “Türkili” denmesini önerdi. Zonguldak Milletvekili Tunalı Hilmi Bey, “Türkiye Devleti bir Halk Cumhuriyetidir” denmesini önerdi. Ancak bu iki teklif de reddedildi. “Türkiye Devletinin dini, Din-i İslâmdır.” şeklindeki 2. madde görüşülürken Bolu Milletvekili Falih Rıfkı (Atay) Bey ve Mardin Milletvekili Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) Bey, devletin dini yerine “resmî din” denmesini önerdiler. Ancak bu teklifler de reddedildi. Kanunun 3. maddesindeki bazı ifade bozuklukları giderildi. Egemenliğin Türk milleti adına TBMM tarafından kullanılacağına dair 4. madde okunurken, Niyazi Bey tekrar “Türkili” ibaresini önerdi, yine reddedildi. Kanunun 5 ila 10.maddeleri bazı tartışmalara rağmen aynen kabul edildi.
KADINLARA SEÇME VE SEÇİLME HAKKI
Seçme ve seçilme hakkına dair 11. madde tartışılırken, Bayezid (Ağrı) Milletvekili Şefik Bey “Türk lâfzının içinde kadınlar da mevcuttur,” deyince, seçme ve seçilme hakkının kadınlara da verilip verilmeyeceği konusunda tartışma çıktı. Şefik Bey, bu konuda istisna konulmasını istedi. Konya Milletvekili Refik Bey “Onlar da olacaktır,” derken, Dersim Milletvekili Feridun Fikri Bey “Zaten maksadımız odur, kadınlar da rey verecektir,” dedi. Karesi (Balıkesir) Milletvekili Ahmet Süreyya Bey, “bunun çok şayan-ı arzu ve şayan-ı temenni” olduğunu ancak 9. maddede atıf yapılan seçim kanununa göre bunun mümkün olmadığını söyledi. Kütahya Milletvekili Recep (Peker) Bey ise, Türkiye’de bütün kadınların seçme ve seçilme niteliğinde olmadığını, ancak bu nitelikte bazı kadınların bulunabileceğini öne sürdü. Ardından Türk kadınının, tamamıyla olmasa bile, erkeklerin yapabileceği her şeyi yapabilecek yetenekte olduğunu belirterek “Türkiye bir halk devletidir, bir halk cumhuriyetidir. Efendiler, Türk kadını bu Türk halkının hiç olmazsa yarısı değil midir?” diye sordu. Sonunda kanun maddesine “erkek” kelimesinin eklenmesine karar verildi ve kadınların seçme-seçilme hakkını kazanması başka bir bahara (4 Aralık 1934’e) bırakıldı.
TÜRKÇE BİLMEYENLER NE OLACAK?
Milletvekili olamayacakları belirten 12. maddeye “Türkçe okuyup yazma bilmeyenler milletvekili seçilemezler cümlesi eklendi. Meclisin seçim dönemini belirleyen 13. madde ise, önemli bir tartışmayı gündeme getirdi. Tartışma esas olarak, seçim döneminin eskisi gibi iki yıl olması gerektiğini ifade edenlerle dört yıl olmasını savunanlar arasında yaşandı. Nihayetinde dört yıllık dönem kabul edildi. 14. ila 17. maddeler ufak tefek tartışmalarla tamamlandıktan sonra görüşmelere ara verildi.
17 Mart günü Halk Fırkası Grubu toplandı ve İdare Heyeti seçimlerini yaptı. Seçimler sırasında yaşanan gerginlikler 23 Mart 1924 günü anayasanın maddelerini görüşmeye devam için toplanan TBMM’ye de yansıdı. O gün görüşme 159 milletvekilinin katılımıyla başlamış ve milletvekillerinin yıllık ödeneklerine dair 18.madde, tartışmasız kabul edilmişti. TBMM’nin tatil sırasında toplantıya çağrılmasına dair 19. madde, birkaç küçük değişiklikle; 20.-21. maddeler hiç tartışılmadan; 22. madde bir yan cümleyle; 23. ve 24. maddeler kısa tartışmalardan sonra ittifakla kabul edildikten sonra “Meclis kendiliğinden seçimlerin yenilenmesine karar verebileceği gibi Cumhurbaşkanı da hükümetin görüşünü aldıktan sonra gerekçesini Meclis’e ve milletvekillerine bildirmek şartıyla buna karar verebilir” diyen 25. madde ateşli tartışmalara neden oldu.
Maddenin aleyhinde ilk konuşmayı yapan Saruhan (Manisa) Milletvekili Reşat Bey, Mustafa Kemal’in Saruhan Vilayeti’nde yaptığı çeşitli konuşmalardan örneklerle desteklediği konuşmasında hâkimiyet-i milliyeden taviz verilmemesini istedi. Lehte konuşmak üzere söz alan Kütahya Milletvekili Ragıp Bey de 25. maddeyi birkaç yönden “sakat” bulduğunu; kendisinin Meclis dışındaki bir makamın da seçimleri yenilemesinden yana olduğunu; ancak bunun biçiminin ne olacağını henüz bilmediğini; şimdilik Cumhurbaşkanı’nın ancak üçte iki oyla seçimleri yenileyebilmesini önerdi. Karesi (Balıkesir) Milletvekili Ahmet Süreyya Bey ise, mevcut teklife göre Cumhurbaşkanı’nın Meclis dışından da seçilmesinin mümkün olması yüzünden, böyle bir yetkinin Cumhurbaşkanı’na verilmesi halinde Meclis’in, Meclis dışından biri tarafından feshi gibi milli iradeye aykırı bir sonucun da mümkün olduğunu belirtti. Kütahya Milletvekili Recep Bey, “Reis-i Cumhur’un isteği ve Meclis’in üçte birinin onaylaması durumunda seçimlerin yenilenmesine ve hâkimiyet-i milliyenin yeniden oluşmasına olanak tanımak” amacıyla hazırlanan maddenin oylanmasını istedi. Oylamaya katılan 194 üyeden 71’i kabul, 122’si ret, 1’i çekimser oy verdi. Başka değişiklik teklifleri de oylanıp reddedilince bazı milletvekilleri salonu terk etti. Bu sefer maddenin tamamı isim okunarak oylandı. Bu oylamaya 130 milletvekili katıldı, 127’si ret, 2’si kabul, 1’i çekimser oy kullandı. Bunun üzerine toplantıya katılan üye sayısının “karar yeter sayısı”nın altında olduğu gerekçesiyle, konunun tekrar oylanacağı belirtilerek oturum tatil edildi.
24 Mart 1924 tarihinde Hâkimiyet-i Milliye’de, Meclis’in yenilenmesinde Cumhurbaşkanı’na yetki verilmesinde sakınca olmadığı yumuşak bir dille ele alınırken; Anadolu’da Yeni Gün gazetesinde, Menteşe (Muğla) Milletvekili Yunus Nadi imzasıyla çıkan başyazıda tartışmalar “milletin hâkimiyetine Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından vurulan ilk darbe” olarak niteleniyordu. Aynı gün TBMM’de 25. madde bir kez daha oylandı. Oylamaya yine 130 milletvekili katıldı. 126 milletvekili ret, 2 milletvekili kabul, 2 milletvekili çekimser oy kullandı. Oylamada yine “karar yeter sayısı” olmadığı için 25.madde kabul edilmedi. Bunun üzerine, anayasa maddeleri dışındaki konuların müzakeresine geçildi.
HALK FIRKASI’NDA 25. MADDE TARTIŞMALARI
- madde tartışmalarının karar yeter sayısı bulunamadığından kilitlenmesi, Halk Fırkası içinde de tartışmalara neden oldu. Fırka İdare Heyeti adına İsmet Paşa, bir tebliğ yayımlayarak Fırka Heyet-i Umumiyesi’ni 27 Mart’ta toplantıya çağırdı. 26 Mart’ta Fırka Grup İdare Heyeti üyesi Maraş Milletvekili Mithat (Alan) Bey, 24 Mart’taki toplantıda belirtilen görüşlere katılmadığını belirterek istifasını verdi. 27 Mart’taki toplantıda İsmet Paşa, çeşitli görüşleri dinledikten sonra inkılabı Meclis’in yaptığını, kimsenin inkılaba sahip çıkmak küstahlığında bulunamayacağını söyleyerek başladığı konuşmasının bir bölümünde bazı kişilerin, “hâkimiyet-i milliye elden gidiyor” iddialarıyla kabineyi düşürmeyi planladıklarını, düşük katılımlı toplantılardan sonra bu şayiaların doğru çıktığını belirtti. Ardından Lozan’da özellikle Boğazlar Meselesi konusunda hata yaptığı iddialarına cevap verdi; mübadele, asayiş ve tohumluk konusunda yaptıklarını anlattıktan sonra kabinesine güvenoyu istedi.
İsmet Paşa’nın uzun konuşmasının ardından söz alan birkaç milletvekili daha oldu. Sonunda oylamaya katılan 159 milletvekilinden 154’ü evet, 4’ü çekimser, 1’i de hayır oyu verdi ve toplantı sona erdi. Ancak tartışmalar sona ermemişti.
CUMHURBAŞKANI’NIN VETO YETKİSİ
TBMM, 30 Mart 1924 günü, anayasanın diğer maddelerini görüşmek üzere toplandı. 26., 27., 28. ve 29. maddeler görüşüldü. Bunlardan 26. madde önemliydi, çünkü Cumhurbaşkanı’nın veto yetkisini düzenliyordu. Kabul edilen maddeye göre Meclis tarafından kabul edilen kanunların Cumhurbaşkanı tarafından onaylanması gerekiyordu. Ancak Cumhurbaşkanı’nın mutlak veya zorlaştırıcı bir veto yetkisi olmayacaktı; Cumhurbaşkanı’na sadece geciktirici bir veto yetkisi tanıyordu. Buna göre Cumhurbaşkanı 10 gün içinde kanunu ya onaylayacaktı ya da “bir daha müzakere edilmek üzere” Meclis’e iade edecekti. Bu şekilde iade edilen bir kanun, Meclis tarafından tekrar kabul edilirse Cumhurbaşkanı onu ilan etmek zorundaydı.
Cumhurbaşkanı’nın görev süresinin yedi yıl olmasına dair eski 31., yeni 30. madde üzerine bazı tartışmalar oldu ve sonunda süre, bir seçim dönemi (4 yıl) ile sınırlı tutuldu. Bununla uyumlu olarak eski 32., yeni 31. madde, Cumhurbaşkanı’nın Meclis üyeleri arasından seçilmesi şeklinde tadil edildi. 32., 33. ve 34. maddeler ufak tefek değişikliklerle kabul edildi. Cumhurbaşkanı’na veto yetkisi veren 35. madde de bazı değişikliklerle kabul edildi ki, bu konu biraz da 25. madde tartışmalarıyla bağlantılı olduğu için, gerilim yaşanmaması ilginçti. 36. ila 39. maddeler de aynen kabul edildikten sonra, 40. maddeye gelindiğinde çoğunluk olmadığı görülünce celse tatil edildi.
BAŞKUMANDANLIK TARTIŞMASI
6 Nisan 1924’te anayasa maddelerinin görüşülmesine devam edildi. Cumhurbaşkanı’na Başkumandanlık yetkisi veren 40.madde, ciddi tartışmalara neden oldu. Kütahya Milletvekili Recep (Peker) Bey, demokrasilerde kurulan sistemlerin, kişilerin hatalarını telafi ettiğini, demokratik sistemlerde Başkumandanlık makamının siyasi tesirlerden arındırılmak amacıyla tek kişiye verildiğini belirterek maddenin lehine konuşurken; Saruhan Milletvekili Abidin Bey, Başkumandanlık Kanunu ilk görüşüldüğünde (1921) Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı bazı konuşmalardan alıntılar aktararak, “o koşullar olmadan”, kimseye Başkumandanlık yetkisinin verilemeyeceğini savundu. Bundan sonra söz alan milletvekillerinden bazıları, Avrupa ülkelerinden örnekler verdi; bazıları kimseden örnek almayacaklarını, milli tarihlerinden ders alacaklarını söylediler. İstanbul Milletvekili Yunus Nadi Bey’in Başkumandanlık yetkisinin sembolik olduğunu belirterek tartışmayı yatıştırmayı denemesi üzerine, Eskişehir Milletvekili “Ayıcı” Arif Bey buna itiraz etti.
Bunun üzerine Bursa Milletvekili Refet Bey, Birinci Millet Meclisi’nin kabul ettiği 1921 Anayasası ile kurulan yapının dünyada tek örnek olmadığına dikkat çekerek başladığı konuşmasında, ortak olağanüstü koşullar ortadan kalktığına göre, normale dönmek gerektiğini; ancak doğrudan demokrasi, kuvvetler birliği ve kuvvetler ayrılığı ilkelerinin Türkiye’de uygulanamayacağını; dolayısıyla kuvvetlerin dengelenmesine dayalı bir parlamenter sistemin er geç kurulması gerektiğine dikkat çekti.
Zonguldak Milletvekili Halil (Türkmen) Bey, bir uzlaşma önerisi olarak savaş ve barış zamanları için iki ayrı biçim önerdi. Tartışmaların sürmesi üzerine Mustafa Kemal; İsmet Paşa veya Müşir Fevzi (Çakmak) Paşa’nın dinlenmesini önerdi. İsmet Paşa’nın Meclis’te olduğu sesleri yükselince İsmet Paşa kürsüye çıktı ve barış zamanlarında Başkumandanlık yetkisini kullanmak üzere siyasetten arınmış, bağımsız bir Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Riyaseti’nin (Genelkurmay Başkanlığı) kurulduğunu; savaş zamanında da asıl sorumlunun hükümet olduğunu; Cumhurbaşkanı’nın onayladığı bir kişinin Başkumandan olarak atanmasının doğru olacağını söyledi. İsmet Paşa Başkumandanlık makamının Meclis’e ait olduğunu ve bu makamı Cumhurbaşkanı’nın temsil etmesinin, temsil açısından doğru olacağını da ekledi. Bu konuşmadan sonra madde oylandı ve oylamaya katılan 156 milletvekilinden 112’sinin kabul, 42’sinin ret ve ikisinin çekimser oyuyla kabul edildi. Böylece anayasanın en tartışmalı maddesi oldukça fazla sayıda karşı oya rağmen kırgınlık olmadan ilk şeklini muhafaza etti.
GERİLİMSİZ OTURUMLAR
Görüşmelere 13 Nisan 1924 tarihli oturumda devam edildi. Cumhurbaşkanı’nın ihanet halindeki sorumluluğunu konu edinen 41. madde, yeniden düzenlenmek üzere komisyona geri gönderilirken; bundan sonraki maddelerin ezici çoğunluğu, hemen hemen hiç tartışma olmadan kabul edildi. Hükümete nizamname yayımlama yetkisi veren 52. madde; hükümete örfi idare (sıkıyönetim) ilanı yetkisi veren 86. madde; Osmanlı Devleti’nin verdiği nişan ve madalyalara ilişkin 89. madde; vilayet, şehir, kasaba ve köylere hükmi şahsiyet tanıyan 90. madde; Divan-ı Muhasebat (Sayıştay) kurulmasına dair 100. madde; “değiştirilmesi teklif edilmeyecek maddeleri saptayan” 101. madde; anayasanın değiştirilme usullerine dair 102. madde (değişiklik teklifi, TBMM üye tam sayısının üçte biri tarafından imzalanmalı ve üye tam sayısının üçte ikisi tarafından kabul edilmeliydi. Değişiklik sürecinde Cumhurbaşkanı’na bir rol tanınmamıştı; Cumhurbaşkanı üçte iki çoğunlukla kabul edilen anayasa değişikliğini ilan etmek zorundaydı), “Anayasanın hiçbir maddesi, hiçbir sebep ve bahane ile ihmal ve tatil olunamaz. Hiçbir kanun Teşkilât-ı Esâsîye Kanunu münafi olamaz” diyen 103. madde ve bu anayasa ile 1876 Anayasası ve 1921 Anayasası’nı açıkça yürürlükten kaldırıldığını belirten 104. madde neredeyse tartışmasız kabul edildi.
VATANDAŞLIĞI DÜZENLEYEN 88. MADDE
1921 Anayasası’nın aksine, 1924 Anayasası’nda “vatandaşlık” kavramı bir tanım olarak yer almıştı. Bu tanım, 88. maddede “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak olunur” şeklinde yer alıyordu. Metindeki “vatandaşlık itibarıyla” ifadesi ilk metinde olmayıp daha sonra, tartışmalar üzerine eklenmişti. Örneğin, Bozok (Yozgat) Milletvekili Ahmet Hamdi (Altıok) Bey, komisyonun “Kanun milliyetle değil, tabiiyetle ilgilidir,” şeklindeki hatırlatmasına rağmen, maddenin düzeltilmesini istemişti. Önerisi şöyle idi: “Türkiye ahalisinden olup, Türk harsını kabul edenlere Türk ıtlak olunur.”
İstanbul Milletvekili ve Türk Ocağı Başkanı Hamdullah Suphi Bey’in şu ifadeleri de gayrimüslimlere tanınan vatandaşlık statüsünün sınırlarını gösteriyordu:
Bütün siyasi hudutlarımız dâhilinde yaşayanlara Türk unvanını vermek bizim için bir emel olabilir. Fakat görüyorsunuz ki, çok müşkül bir mücadelenin içinden çıktık ve hiçbirimiz kalbimizde mücadelenin tamam olduğuna dair bir şey taşımıyoruz. Diyoruz ki: Devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin tebaası tamamıyla Türk’tür. Bir taraftan da hükümet mücadele ediyor, ecnebiler tarafından tesis edilmiş olan müessesatta çalışan Rum’u, Ermeni’yi çıkarmaya çalışıyor. Biz bunları Rum’dur, Ermeni’dir diye çıkarmak istediğimiz vakit bize “Hayır Meclisinizden çıkan kanun mucibince bunlar Türk’tür,” derlerse ne cevap vereceksiniz? Tabiiyet kelimesi zihinlerde mevcut ve kalplerde mevcut bulunan bir emeli izale etmeğe kifayet etmez. Lafzen biz bir tefsir bulabiliriz. Maddeye tefsir ile geçilebilir, fakat bir hakikat vardır. Onlar Türk olamazlar.
Tartışmaya Gelibolu (Çanakkale) Milletvekili Celal Nuri (İleri) Bey tarafından yapılan “Türk” tanımı ile devam edilmişti:
[B]ugün bizim öz vatandaşımız, Müslüman, Hanefiyülmezhep, Türkçe konuşur. (…) Eskiden bir Osmanlı sıfatı vardı, bu sıfat cümleye şamildi. Bu sıfatı ortadan kaldırıyoruz. Yerine bir Türk Cumhuriyeti kaim olmuştur. Bu Türk Cumhuriyeti’nin de bilcümle efradı Türk ve Müslüman değildir. Bunları ne yapacağız? Ortada bir Rum var, bir Ermeni var, bir Yahudi var, türlü türlü anasır var (…) Bunlara eğer Türklük sıfatını vermeyecek olursak ne diyeceğiz? (“Türkiyeli!” sesleri) İstirham ederim, Türkiyeli hiçbir manayı müfit değildir.”
Celal Nuri Bey’in yaptığı bu tanım, yeni kurulan ulus-devletin ana unsuru olan ulusun ortak paydasının tespiti açısından önem arz etmekteydi. Zira ortada, Türk olarak nitelenen, Türkçe konuşan ve Müslüman olan bir topluluk ile bu nitelikleri taşımayan farklı ırk ve inanç grupları vardı. 88. maddenin metni, işte bu çelişkiyi çözmek üzere kaleme alınmıştı. Buna karşılık Müslüman olup da Türk olmayanların (örneğin Kürtlerin) durumundan açıkça hiç söz edilmemişti. Hamdullah Suphi Bey’in Kürtlerin adını vermeden “Türkçe konuşanlar ve Hanefi mezhebinden olanların Türk sayılması gerektiğine” dair ifadeleri; Türkçe konuşmayan ve Hanefi değil, Şafii mezhebinden olan Kürtlerin Türk sayılmasının, milletvekillerinin pek içine sinmediğini gösteriyordu.
ÜÇ ÇEŞİT TÜRKLÜK
Ancak Türklük meselesi, sadece 88. madde’nin konusu değildi. 1924 Anayasası’nda hakların öznesi olarak da “Türk” kavramı kullanılmıştı. Örneğin, Anayasa’nın Beşinci Faslı’nın üst başlığı “Türklerin Hukuku Ammesi” idi. 9.madde, milletvekili seçme hakkının “Türkler”e ait olduğunu belirtiyordu. 68. maddede “Her Türk hür doğar, hür yaşar” ifadesi yer alıyordu. 69. madde’de “Türklerin kanun nazarında eşit oldukları” belirtiliyordu. Dinçkol ve Işık’a göre bu tanımlar, sübjektif millet anlayışına dayanan bir millet anlayışına işaret ediyordu. Yazarlara göre daha sonraki süreçte yaşanacak olan gelişmeler, “anayasal (sübjektif millet anlayışı) anlamda Türk” ile “ırksal (objektif millet anlayışı) anlamda Türk”ün mücadelesi olarak görülebilirdi.
Mesut Yeğen’e göre ise ileriki yıllarda ayrımcı ve asimilasyoncu uygulamaların tümünün meşruiyeti 88.maddeden gelmekte olup, maddenin lafzına ve Meclis’teki kabul ediliş hikâyesine biraz daha yakından bakıldığında, Türklüğün vatandaşlıkla edinilebilir siyasi bir paye olarak görülmediği belliydi. Yeğen’e göre ülkenin vatandaşlık mevzuatı açısından, en azından 1961’e kadar, memlekette üç derece Türklük vardı: “Türkler”, “müstakbel Türkler” ve “vatandaşlık itibarıyla Türk olanlar/Kanun-ı Esasi Türkleri”. Bu üç grubun, ahalinin hangi kesimlerine denk düştüğü de aşağı yukarı belliydi. Hâlihazırda Türkçe konuşanlar “Türkleri”, Türk dili ve kültürü dairesine henüz girmemiş̧ Boşnak, Çerkez, Arap ve Kürt gibi Müslim kavimler “müstakbel-Türkleri”, Gayrimüslimler de “Kanun-ı Esasi Türklerini” oluşturuyordu. Yeğen’e göre, bu üç dereceli Türklük fikri, Cumhuriyet döneminin de önemli entelektüellerinden Mehmet Fuat (Köprülü) Bey’in 1913 yılında Türk Yurdu dergisinde yayımladığı bir yazısında açık bir biçimde şöyle ifade edilmişti:
Devletimizi bir büyük daireye benzetecek olursak kuvve-i merkeziyeyi Türklük, onun etrafındaki birinci daireyi İslâmlık, son daireyi de Hırıstiyan unsurlar teşkil eder. (…) Osmanlı Devleti her şeyden evvel bir Türk ve İslâm saltanatıdır. Kuvve-i merkeziyeyi iptida Türklük ve ona merbut (bağlı) İslâmlık teşkil eder.
OYLAMA VE “EKSERİYETLE” KABUL
Maddelerin tek tek kabulünden sonra celseyi yöneten Meclis Reisi Ali Fethi (Okyar) Bey, kanunun tamamının oya sunulmasını önerdi; ancak üyelerden böyle bir istek gelmediği itirazlarıyla karşılaşınca 105 asıl ve bir geçici maddeden oluşan Teşkilât-ı Esâsîye Kanunu (bundan böyle 1924 Anayasası) el kaldırma usulüyle “ittifaka yaklaşan bir ekseriyetle” ve şiddetli alkışlarla kabul edildi. Böylece rejimin adı konduktan yaklaşık altı ay sonra kurucu metni onaylanmış oldu.
Anayasa oylamasına kaç kişinin katıldığı, kaç kişinin kabul, ret veya çekimser oy verdiği bilinmiyor. Çünkü bu hususlar tutanaklara geçirilmemiş. Ancak bu sayının “basit çoğunluk” için gerekli olan 145 oyun altında, “karar yeter sayısı” olan 95 oyun üstünde olduğu tahmin ediliyor. Bu sayılardan da anlaşılacağı üzere 1924 Anayasası anayasal teamüllere uygun olarak “nitelikli çoğunlukla” kabul edilmemiş, gayet “zayıf” bir anayasa idi.
TBMM, 22 Nisan 1924 günkü oturumunda Zonguldak Milletvekili Ahmed Ragıp (Özdemiroğlu) Bey’in TBMM’nin altı ay süreyle tatile girmesi yönündeki teklifini oyladı. İki kez yapılan oylama sonucunda, teklif 51’e karşı 103 oyla kabul edildi. Ardından üçü açık, biri “150’likler” konusunda gizli olmak üzere dört celse halinde toplantıya devam edildi ve beşinci celsede çoğunluğun kalmadığı kabul edilerek tatile girildi.
GENEL DEĞERLENDİRME
Dikkat edileceği gibi, bu tartışmalarda 1921 Teşkilat-ı Esasiye’sinin 23 asıl maddesinden 12 maddesinin konusu olan “muhtariyet” meselesinin adı bile geçmemişti. Aksine yerele mümkün olduğunca az yetki tanıyan, buna karşılık merkezin gücünü arttıran bir metin hazırlanmıştı. Bu durumu Bülent Tanör şöyle özetler:
“[19]21 Anayasası sisteminde merkeziyet usulü sınırlı ve hatta istisnaidir. Yerinden yönetim (adem-i merkeziyet) ise asli ve geneldir. Bunun kurum ve araçları; seçimlerle oluşan organlar ve tüzel kişilikler, yürütücü karar alabilme yetkileri ve özerkliktir. Nahiye yönetimin bile iktisadi, mali ve hatta yargısal yetkilerle donanması ve seçimle oluşması, özerkliğin boyutları konusunda bir fikir verir. Böylece klasik Osmanlı sisteminin ve Kanuni Esasi’nin öngördüğü geleneksel merkezi için sistem tersine çevrilmiş, yerinden yönetime ve özerkliklere ağırlık verilmiştir. 1921 anayasası idarenin örgütlenmesi bakımından getirdiği yerinde yönetimci esasları bakımından aşağıdan yukarı bir yönetim yapısını geliştirmiş bulunmaktadır. Bu, Osmanlı-Türk idare geleneğinden çok farklı bir siyasal felsefeye işaret eder. Nahiye çekirdekli bir örgütlenme modeli, taşranın, köyün ve Anadolu’nun merkeze karşı bir tepkisi [ve güvencesi] olarak anayasallaşmış durumdadır. 1924 Anayasasının bu konuya getireceği düzenlemeler, yine merkeziyetçi klasik idari örgütlenmesinin canlandırılması anlamına gelecektir.”
1924 Anayasası ile TBMM, sahip olduğu yürütme kuvvetini, bizzat değil; Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu marifetiyle kullanabileceği için, 1921 Anayasası’nın ruhunu oluşturan “kuvvetler birliği” korunurken, “görevler ayrılığı” ile parlamenter rejime doğru bir yöneliş söz konusuydu. Bu melez yapı, rejimi başkanlık sistemine çekmek isteyen Mustafa Kemal ile kendi gücünü arttırmak isteyen Meclis arasındaki mücadeleden doğmuştu. Ahmet Demirel’e göre İkinci Grup’un oluşumuna da neden olan “Mustafa Kemal’in diktatör olacağı endişesi”, 1924 Anayasası tartışmalarında hep canlı olmuştu. Sina Akşin’e göre de “dava arkadaşları onun (Mustafa Kemal’in) baş oluşunu değil örgüt üyeleri olarak kendi paylarının tanınmamasını tartışma konusu yapmışlardır. Bir de Mustafa Kemal’in tutku ve yeteneklerini bildiklerinden başlarına bir diktatör olmaması için sınırlama ve frenleme mücadelesi vermişlerdir.” Hıfzı Veldet Velidedeoğlu da hatıratında “Ben de –herhalde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk havasına çok bağlanmış olduğum için olacak– Cumhuriyet ilan edilmesini ve Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis Başkanlığı’ndan ayrılıp Cumhurbaşkanı olmasını içimden istemiyordum. Sonra bir de tek kişi istibdadından korkuyordum,” diyecekti.
Bu endişelerin ne kadar güçlü olduğu; neredeyse tüm üyeleri Mustafa Kemal tarafından tek tek seçilmiş, Mustafa Kemal’in liderliğini yaptığı Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyetleri (ARMH-C) teşkilatları tarafından tayin edilmiş “ikinci seçmenler” tarafından rakip bir parti adayıyla yarışmadan oylanarak (daha doğrusu onaylanarak) TBMM’ye gönderilmiş temsilcilerden oluşan ve Mustafa Kemal’in gazeteci İsmail Habib (Sevük) Bey’le yaptığı bir konuşmada kullandığı tabirle “kız gibi” İkinci Meclis’in pek çok üyesinin Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini radikal biçimde tırpanlama iradesini yılmadan göstermesinden belli oluyordu. Ancak bütün bu çabaların sonuç vermediği; Mustafa Kemal’in 1938’de ölümüne dek, özellikle 13 Şubat 1925’te başlayan Şeyh Said İsyanı bahanesiyle 4 Mart 1925 tarihinde çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu ve isyancıları yargılamak üzere yeniden faaliyete geçen İstiklal Mahkemelerinin de desteğiyle anayasadan ziyade kendi ilke ve kurallarına göre ülkeyi yönetmesiyle ortaya çıkacaktı.
Son olarak, Anayasa hukukçusu Kemal Gözler’e göre, altı fasıldan oluşan 1924 Anayasası’nın Dördüncü Faslı, “kuvvet-i kazaiye”, yani yargı kuvvetine ayrılmış olduğu için yargının konumu yükselmiş gibi görünse de yeni anayasanın yargıya sağladığı güvenceler, 1876 Anayasası’ndan çok daha geriydi. Yine Gözler’e göre 1924 Anayasası, temel hak ve hürriyetlerin felsefi kökeni ve sınırları konusunda, 1789 Fransız İhtilali’nin İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’nden alınmışa benzeyen metni ile etkileyiciydi; ancak, birçok temel hak ve özgürlüğün anayasada sadece isminin olması; temel hak ve hürriyetlerin hangi hâllerde ve hangi ölçütlere uyularak sınırlandırılacağı hususunun anayasada düzenlenmemesi; üstelik pek çok temel hak ve hürriyetin “kanun dairesinde” tanınması, yani daha baştan sınırlı olması; dahası bu kanunların uyması gereken anayasal ilkeler ve ölçütler getirilmemesi, “anayasanın üstünlüğü” ilkesinin kabul edilmesine rağmen, bunu denetleyecek bir kurumun tanımlanmaması gibi hususlar yüzünden kuvveden fiile geçmeyecekti. Dahası “Anayasa değişikliği teklifi meclis üye tam sayısının en az üçte ikisi tarafından kabul edilmelidir” dendiği halde anayasanın “katılığı” gerçek bir müeyyideye bağlanmadığı için, ileriki tarihlerde adi kanunlarla anayasaya aykırı hükümleri kabul etmek, yani dolaylı yoldan anayasayı değiştirmek mümkün olacaktı.
Özet Kaynakça
Faruk Alpkaya, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu (1923-1924), İletişim Yayınları, 1998.
Bihterin Vural Dinçkol ve Alper Işık, “1924 Anayasası Döneminde Yurttaşlık Anlayışı”, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi, cilt 21, sayı 1, 2015, s. 13-43
A.Şeref Gözübüyük ve Zekâi Sezgin, 1924 Anayasası Hakkında Meclis Görüşmeleri, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1957.
Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, Ekin Kitabevi, 2000.
Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), Der Yayınları, İstanbul, 1995.
Mesut Yeğen, “Yeni Anayasada Eski Vatandaşlık”, Liberal Düşünce, İlkbahar, 2008, s. 55-65.
Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2007.
Dinçer Demirkent, Bir Devlet İki Cumhuriyet, Ayrıntı Yayınları, 2017,
Ahmet Demirel, Tek Partinin Yükselişi, İletişim Yayınları, 2021.
HAFTAYA: 27 Mayıs 1960 Darbesi ve “Özgürlükçü” 1961 Anayasası Paradoksu