Anayasaların Tarihinden – III
1876’da Kanun-i Esasi’nin İlanı ve Rafa Kaldırılması
1876 yılı Osmanlı tarihinde “üç padişahlı” yıl olarak anılır. Çünkü o yıl, II. Mahmud’un ölümüyle dokuz yaşında tahta çıkan Abdülaziz, bu yazının konusu olmayan nedenleri bahane eden Midhat Paşa, Hüseyin Avni Paşa, “Mütercim” Rüşdi Paşa, “Kayserili” Ahmet Paşa ve Süleyman Paşa kliği tarafından 11 Mayıs 1876’da Bayezid, Fatih ve Süleymaniye medreselerinin talebelerinin “Müslümanlar Hıristiyanların hakaretine uğruyor, böyle zamanda ders yapılmaz” avazeleri ile sokağa dökülmeleriyle başlayan olayların sonunda 30 Mayıs 1876 tahttan indirmişti. Abdülaziz’in yerine Abdülmecid’in ilk şehzadesi, Batı kültürüyle yetişmiş, nazik, savurgan ve bohem V. Murad geçirildi. Resmî hikâyeye göre, Topkapı Sarayı’nda 1808’de III. Selim’in öldürüldüğü daireye kapatılan Abdülaziz, hayatının tehlikede olduğunu söyleyerek V. Murad’dan yardım isteyince, üç gün sonra Fer’iye Sarayı’na nakledildi, ama 4 Haziran 1876 günü hamama girip annesinden istediği tırnak makasıyla (nasıl başardıysa) her iki kolunun damarlarını keserek intihar etti. Padişah V. Murad, etkilenmemesi için olaydan uzun süre haberdar edilmedi. Halk günlerce heyecan içinde yaşadı. Olayı duyduktan sonra şiddetli bir “ruhi bunalım” geçiren V. Murad, tahta çıkışının 93. gününde, akli dengesinin yerinde olmadığına dair bir doktor raporu ile tahttan indirildi ve yerine 31 Ağustos 1876 günü Abdülmecid’in diğer şehzadesi II. Abdülhamid çıkarıldı. Abdülhamid’in ilk işi Abdülaziz ve V. Murad’ın tahttan indirilmesinde rolü olan Midhat Paşa’yı sadrazam yapmak oldu.
ABDÜLHAMİD’İ BEKLEYEN SORUNLAR
Tahtı kısa bir müddet önce garip ve sorunlu şartlar altında devralan II. Abdülhamid, kendini imparatorluğun en ciddi krizlerinden birinin içinde bulmuştu. Bir taraftan Midhat Paşa ve Abdülaziz döneminin önemli muhalefet hareketi olan Genç Osmanlıların başı çektiği güçlü bir kesimin meşrutiyet ve anayasa talepleri, diğer yandan o yılın Nisan ayında Bulgaristan’ın Batak köyünde başlayan ve kısa sürede tüm Balkanlara yayılarak uluslararası bir soruna dönüşmeye meyyal bir isyan ve bu isyanın bastırılmasında kullanılan aşırı güç ve vahşetin sonunda başta İngiltere olmak üzere üçlü bir kesimin meşrutiyet ve anayasa talepleri gibi baskıları göğüslemeye çalışan Abdülhamid, dışarıya karşı Osmanlı İmparatorluğu’nu ileriye ve Avrupa’ya doğru taşıyacak yeni ve yenilikçi bir hükümdar olmaya gayret ediyor, diğer yandan kendisini tahta taşıyan vesayet odaklarını tasfiye etmenin yollarını arıyordu.
Önce dış baskıları tanımlayalım. Edhem Eldem’e göre, bu tarihlerde Avrupa’nın dayattığı başlıca iki konu vardı. Bunlardan biri, Osmanlı sisteminin özellikle mali ve iktisadi olarak Avrupa’yla uyumlu hale getirilerek ekonomik entegrasyon için gereken adımların atılmasını mümkün kılacak altyapı ve yapının oluşturulmasıydı. Diğeri ise İmparatorluğun toplumsal ve siyasi olarak modernleşmesinin hızlanıp genişlemesi için nüfusun önemli bir kısmını oluşturan ama Müslümanlarla bir türlü eşit konuma gelemeyen gayri Müslim toplulukların haklarının genişletilmesiyle kanun önünde eşitlik ilkesinin fiiliyata geçirilmesiydi. Her iki durumda da Osmanlılara tam bir güven olmadığı için Büyük Devletler bu yeniliklerin bir tür garantörleri olarak İmparatorluğun iç siyasetinde ve özellikle gayri Müslim milletlerin haklarının korunması konusunda kendilerini görevli ve müdahil saymışlardı. Kırım Savaşı’nın ardından toplanan 1856 Paris Konferansı’ndan 20 sene sonra umulan, tekrar böyle bir müdahale ve kontrol ortamının oluşmasıyla bir müddettir “başıboş” bırakılmış olan Osmanlı İmparatorluğu’nun tekrar toparlanacağı, özellikle de Rumeli vilayetlerindeki gayri Müslim nüfusun emniyete alınacağıydı.
MİDHAT PAŞA’NIN HESAPLARI
Bu amaçla Britanya’nın öncülüğünde Osmanlı İmparatorluğu bir konferansa razı edilmişti. Ancak konferansın hazırlık toplantısına Osmanlı Hükümeti’nin temsilci yollayarak katılmasına izin bile verilmedi. Yine de Sadrazam Midhat Paşa, konferansı Batı müdahalesinden kurtulmak için bir fırsata dönüştürmek konusunda kararlıydı. Bu amaçla da yıllardır hayalini kurduğu ama bir türlü fiiliyata geçiremediği anayasa (Kanun-ı Esasi) projesini kullanmayı düşünüyordu. Edhem Eldem’e göre, Midhat Paşa, bir taşla iki kuş vuracaktı: Bir taraftan V. Murad’a ilan ettiremediği, ancak muhtemelen tahta çıkmadan önce Abdülhamid’e zorla kabul ettirdiği anayasayı şimdi siyasi bir zorunluluk olarak gösterebilecek, diğer taraftan da bu manevrayı Avrupa devletlerinin temsilcilerine, hükümetinin ıslahat konusundaki ciddiyet ve kararlılığının bir işareti olarak sunabilecekti. Böylece hem kendi iktidarını perçinleyip iç siyasette itibar ve güç kazanacaktı hem de ülkesini gurur kırıcı bir dış müdahale ve murakabeden kurtarmış olacaktı.
KANUN-İ ESASİ’NİN ESİN KAYNAKLARI
Kanun-ı Esâsî (esas kanun) metni, Padişah tarafından atanan ve o sıralarda resmi bir görevi olmayan Midhat Paşa’nın yönlendirdiği 37 (bazı kaynaklara göre 28) kişilik Cemiyet-i Mahsusa isimli heyetin eseri olarak ortaya çıktı. Söz konusu kurulun altı üyesi gayri Müslim’di. Bu kişiler Nafıa Müsteşarı Krikor Odyan Efendi, Adliye Müsteşarı Vahan Efendi, Hariciye Müsteşarı Kara Todori Efendi, Mekteb-i Sultanî (Galatasaray Mektebi) Nazırı Sava Paşa, Şura-yı Devlet Azası Ohannes Efendi, VI. Belediye Dairesi Reisi Kostaki Efendi ve hangi kurumdan olduğu tespit edilemeyen Yanko Efendi’ydi. Komisyonda, ileriki yıllarda Mithat Paşa tasarısı, Sait Paşa tasarısı ve Süleyman Paşa tasarıları diye bilinen üç temel tasarının bileşkesi olarak bir metin çıkmıştı. 113 maddelik ilk metnin kimi maddelerine yapılan eklerin ve düzeltmelerin Namık Kemal’in kaleminden çıktığı düşünülmektedir. Namık Kemal’in önerisi ile “dibace”siz olarak hazırlanan ikinci ve son metindeki değişiklikler ise Hariciye Nazırı Savfet Paşa tarafından yapılmıştı.
Bazı araştırmacılara göre anayasa metni 1791 Polonya, 1831 Belçika, 1814 Fransa ve 1850 Prusya anayasalarından ve özellikle Kirkor Odyan’ın etkisiyle (geçen yazıda nasıl ortaya çıktığını anlattığım) 1863 tarihli Nizamnâme-i Millet-i Ermeniyân’dan esinlenerek; bazı araştırmacılara göre ise “Velestinli Rigas” adıyla tanınan Yunan asıllı Osmanlı tebaası Rigas Fereos’un 1797’de kaleme aldığı 35 maddelik İnsan Hakları Bildirgesi ve 124 maddelik Anayasa İlkeleri’nden oluşan “Rigas’ın Anayasası”ından esinlenerek hazırlanmıştı.
Metin “Memalik-i Devlet-i Esasiye” (1-7. maddeler), Tebâa-ı Devlet-i Aliye’nin Hukûk-ı Umûmiyesi” (8- 26. maddeler), “Vükelâ-yı Devlet” (27- 38. maddeler), “Memurin” (39- 35. maddeler) “Meclis-i Umumi-i Osmâni” (42- 59. maddeler), “Heyet-i Mebûsan” (65-80. maddeler), “Mehâkim” (81-91. maddeler). “Divan-ı Âli (92- 95. maddeler) “Umûr-ı Maliye” (96- 107. maddeler), “Vilâyat” (108- 112. maddeler), “Mevâd-ı Şetta” (1113- 119. maddeler) olmak üzere 11 bölümden oluşmuştu.
Tıpkı Prusya Anayasası gibi düzenlenebilecek her konunun maddeye bağlandığı “kazuistik” anayasalardan biri olan bu metnin önemli maddeleri şunlardı: 7. maddeye göre Sultan Heyet-i Vükela’yı (Bakanlar Kurulu) ve Nazırları (Bakanları) azledebiliyordu. (Bu bölüm Padişahın hak ve yetkilerinin korunmasını isteyen Cevdet Paşa ve Mütercim Rüştü Paşa kliği ile Padişahın yetkilerinin sınırlanmasını isteyen Mithat Paşa kliği arasında önemli mücadeleler sonucu şekillenmişti.) 8. madde 1856 Islahat Fermanı sonrası ortaya çıkan mutlak eşitlik temelli Osmanlıcılığın bir görünümü olarak tüm tebaaya ayrım yapılmaksızın “Osmanlı” denileceğini düzenlemişti. 9 ve 10. maddeler kişilerin özgürlüğünü; 11. madde herkesin dininin Osmanlı Devleti tarafından korunacağını, 13. madde herkese şirket kurabilme yetkisi tanıyarak ekonomik liberalizmi vaazediyordu. 18. madde başlangıçta Süleyman Bey, Küçük Said Paşa ve İngiliz Said Paşa’nın çabalarıyla“Osmanlı memleketinde bulunan milletlerin her biri kendi dilini konuşmakta serbesttir” şeklinde iken, Osmanlı Devleti’nin resmi dili “Türkçedir” şeklinde değiştirilmişti. 19. ve 20. maddeler devlet memuriyetine girişte liyakatin aranacağını, 21. madde özel mülkiyetin korunacağını ve müsadere yasağını, 22. madde konut dokunulmazlığını, 24. madde angarya yasağını, 25. maddesi vergilendirmede kanuniliği ve 26. madde işkence ve eziyet yasağını düzenlemiştir.
113. maddeye göre Osmanlı Devleti’nde isyan çıkacağına ilişkin emareler varsa, hükûmet’in sıkıyönetim yetkisi olduğu düzenlenmişti. Bu maddede Sultan’ın Osmanlı Devleti’ne ilişkin tehdit içeren şahıslar hakkında mahkemesiz bu kişileri sürgün etme yetkisi de düzenleniyordu. Bu madde Damat Mahmud Celâleddin Paşa’nın çabalarıyla birlikte son anda kabul edilmişti. Bu madde ile birlikte padişahın devlet işlerini düzenleyen maddelerdeki doğrudan veya dolaylı etkisi birlikte düşünüldüğünde padişaha bir anlamda sınırsız iktidarın yolu açılmış oluyordu. (Nitekim bu maddedin ilk kurbanı da anayasanın mimarı Midhat Paşa olacaktı.) 115. maddeye göre Kanun-i Esasisi’nin herhangi bir maddesinin uygulamadan kaldırılması yasaktı.
Özetle söylersem bu ilk anayasa, halkı temsil eden bir kurucu meclis tarafından hazırlanmadığı gibi, bir halk oylamasıyla da kabul edilmiş değildi. Padişahın tek yanlı bir işleminden doğmuş olan bu “ferman”, saltanat ve hilafet hakkının Osmanoğulları soyuna ve bunun en büyük evladına ait olduğunu belirterek padişahın sonsuz olan yetkilerini sınırlamak yerine pekiştiriyor; devletin bir monarşi, dininin İslam, resmî dilinin Türkçe olduğunu ilan ederek bir anlamda fiili durumu onaylamaktan öteye gitmiyordu fakat Müslüman olsun gayri Müslim olsun tüm tebaanın temel hak ve özgürlüklerini düzenlediği; yargı yetkisini bağımsız mahkemelere devrettiği ve iki kamaralı (Heyet-i Ayan ve Heyet-i Mebusan) bir parlamento (Meclis-i Umumi) kurulmasını mümkün kıldığı için demokrasiye doğru atılmış büyük bir adımdı.
TÖREN VE HALKIN TEPKİSİ
Midhat Paşa, maddelere son şekilleri verilirken, 19 Aralık 1876 tarihinde sadrazam yapılmıştı.
Törenin yapılacağı 23 Aralık 1876 Cumartesi günü hava oldukça yağmurlu olduğu için Bâb-ı Ali meydanında “Hünkar Dairesi” önüne Osmanlı bayrakları ile donatılmış bir özel kürsü konmuştu. Dinleyiciler için de büyük bir çadır kurulmuştu. Gazetelere göre halktan binlerce kişi Sirkeci İskelesinden Bâb-ı Ali’ye uzanan büyük caddeyi hınca hınç doldurmuşlardı. Askerler bando eşliğinde caddenin iki tarafına dizilmiş, herkes Mithat Paşa’nın saraydan çıkmasını heyecanla beklemekte idi. Sadrazam arkasında “Mabeyn-i Hümâyun Başkatibi” Sait Paşa ile birlikte yanında Padişah’ın Hatt-ı Hümayun’u ve tabettirilmiş olan Kanun-ı Esasi olduğu halde, denizden Sirkeci İskelesi’ne çıkmış, oradan bando eşliğinde karşılanarak, Bâb-ı Ali’ye gelmişti. Burada Sait Paşa, Hatt-ı Hümâyun’ u çıkarmış, öpüp başına koyduktan sonra Sadrazam’a vermişti. “Okunan metnin başında II. Abdülhamid’in ağzından “Vezir-i Meâlî-semirim Midhat Paşa (Yüce Nitelikli Vezirim Midhat Paşa)” diye başlayan bir Hatt-ı Hümayun vardı. Kanun-ı Esasi ilan edildikten sonra daha önceden basılıp hazırlanan Kanun-ı Esasi ve Hatt-ı Hümayun nüshaları halka dağıtılmıştı. Mithat Paşa “Padişah’ın lütfen inayet buyurarak ihsan ettiği, Kanun-ı Esasi’nin halk için önemli bir ihsan olduğunu ve bunun için Padişah’a sonsuz şükran sunmak gerektiğini dile getirdikten sonra Edirne Müftüsü tarafından dua okunmuş, İstanbul’un çeşitli semtlerinde 101 pare toplar atılmıştı. İçlerinde yabancı bankerlerin, Galata sarraflarının, tüccar ve esnafın bulunduğu büyük bir kalabalık Borsa Komiseri Abidin Bey’in başkanlığında, İstanbul sokaklarında dolaşıp “Padişahımız çok yaşa” diye bağırmış, çevrelerine Türkçe, Rumca ve Ermenice olarak Meşrutî yönetimi öven konuşmalar yapmışlardı.
TERSANE KONFERANSI’NDAKİ HAVA
Edhem Eldem’e göre bunlar olurken Tersane’deki Bahriye Nezareti’nin merkezi niteliğindeki Divanhane binasında (bugünkü Kuzey Saha Deniz Komutanlığı) Britanya, Prusya (Almanya), Rusya, Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu delegelerinin katılımıyla Tersane Konferansı devam ediyordu. Konferansa başkanlık eden Hariciye Nazırı Safvet Paşa, top atışlarını duyar duymaz ayağa kalkarak diğer delegelere gururlu bir şekilde yeni bir dönemin Sultan’ın meşrutiyeti ilan edip azınlıkları güvence altına aldığını söyledi ve toplantının artık anlamsızlaştığını söyleyip toplantıyı terk etmişti. Ne var ki bu mükemmel mizansen pek etkili olmamış, Midhat Paşa ve kabinesinin oyunu tutmamıştı. Yabancı delegeler istiflerini bozmadan müzakerelere devam etmiş, anayasanın ilanının Balkanlar’da alınmasını istedikleri ciddi ve acil tedbirlerin gerekliliğini hiçbir şekilde ortadan kaldırmadığını ifade etmişlerdi, hatta bazı yorumculara göre alınan kararların beklenenden sert olmasına bu tavır neden olmuştu.
Hiç tahmin etmediği bu tepki karşısında ise Midhat Paşa stratejisini değiştirmek zorunda kalmıştı, Abdülhamid dahil barış taraftarlarını sindirmeye yönelik bir siyaset takip etmeye başlamıştı. Bu açıdan büyük ölçüde başarılı olan sadrazam, 18 Ocak 1877 günü Padişah’ın iradesiyle toplanan 200 kişilik bir Meclis-i Umumi’nin, konferansın bütün taleplerini (Sırbistan ve Karadağ’ın bağımsızlığının tanınması, Bulgaristan ve Bosna-Hersek’e özerklik verilmesini) geri çevirmesini sağlayarak köprülerin atılmasına neden oldu. 20 Ocak günü dokuz oturumdan sonra çalışmalarına son veren konferans heyeti de dağılmış, son barış ümitleri suya düşmüştü.
Dönemin münevverlerinden Ahmet Midhat Efendi’nin 25 Aralık 1876-15 Ocak 1877 tarihleri arasında İttihad gazetesinde bir yazı dizisiyle Kanun-ı Esasi’nin ilk 36 maddesini “şerh ederken” ilk yazısında “Bugünkü günde biz gerçekten bir millet-i mütemeddine ve muntazama (medeni ve düzenli bir millet) olduk” demişti. Dizinin diğer maddeler şerh edilmeden bitmesi otosansürle mi yoksa Kanun-ı Esasi’nin yürürlüğe girmesinden sadece bir buçuk ay sonra, 5 Şubat 1877 tarihinde Mithat Paşa’nın elinden sadaret mührü alınmasına da neden olan siyasi tablo ile mi ilgiliydi kestirmek zor olsa da Midhat Paşa’nın görevden alınmakla yetinilmeyip, İzzettin vapuru ile İtalya’nın Brindisi şehrine götürülürken “Yazık, devlete ve millete yazık!” diyerek ağlaması, kendisini Brindisi’ye götürmekle görevli alaybeyi Bahri Süleyman Bey’in dönüşte sunduğu rapora göre, “Yazık! Konstitüsyon bitti, bu millet terakki edemiyecek!” demesi, 23 Ağustos 1876’da “bize konstitüsyon değil enstitüsyon lazım” diyen Berlin Sefiri Edhem Paşa’yı haklı çıkarmış gibiydi.
MECLİS-İ MEBUSAN SEÇİMLERİ
Her ne kadar anayasanın ilanını siyasi ve askeri bir ajandaya bağlasa da samimi bir anayasacı olan Midhat Paşa, sürgünde dahi hazırladığı metnin arkasında durmuştu. Aslında Padişah da hemen geri adım atamadı, nitekim Kanun-ı Esâsî gereğince 1 Mart’ta açılması kararlaştırılan Meclis-i Umumi’nin 80’i Müslüman, 50’si gayri Müslim olan 130 üyesini belirlemek için iki dereceli seçimlere geçilmiş, binbir zorlukla yapılan seçimler sonucu ancak 119 üye İstanbul’a gelmişti. (Bunların 71’i Müslüman, 44’ü Hıristiyan, 4’ü de Yahudi idi.) Bunun üzerine açılış ertelenmiş, Meclis-i Umumi, nihayet 19 Mart 1877 günü Dolmabahçe Sarayı’nda Padişah’ın nutku ile açılmıştı. Meclis, üyeleri arasından 21 Müslüman ve beş gayri Müslim’i “ayan heyeti” olarak seçilmiş ve çalışmalarını Sultanahmet’teki Darülfünun binasında yürütmeye başlamıştı. Ancak bu gelişmeler dahi dış politikaya fayda etmeyecekti.
93 HARBİ’NİN ETKİLERİ
Nitekim 12 Nisan 1877’de Rusya Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etti. Kısa sürede olay Panslavizm (Rus-Slav milliyetçiliği) davasına dönüştü. Rus halkının bağışlarıyla desteklenen, Rus komutanların yönettiği Sırp orduları Balkanlar üzerinden, Rus orduları doğrudan Kafkasya üzerinden Osmanlı İmparatorluğu’na taarruza geçtiler. Ucuz ve yaygın gazeteler sayesinde Batılı ülkelerde halkın her sabah heyecanla takip ettiği ve bu yüzden “kahvaltı savaşı” (breakfast war) diye anılan, Osmanlı ülkesinde ise ilan edildiği yılın Hicri takvimdeki karşılığından (1293 yılından) dolayı “93 Harbi” diye anılacak olan savaş, Şıpka ve Plevne savunması gibi bazı önemli başarılara rağmen dokuz ay boyunca hiçbir yerden destek alamayan Osmanlı İmparatorluğu’nun Rus, Sırp, Bulgar, Romen ve Karadağlıların ortak direnişine karşı koyamayarak yenilmesiyle sonuçlandı. Ancak daha hazini, Rus orduları Batı’da Edirne’ye, Doğu’da Erzurum’a dayandılar.
Mersin vapurunun Ruslar tarafından kaçırılması Meclis’in gündemine oturmuş ve savaşın kötü gidişi ile birleşerek Mecliste sert tartışmalara neden olmuştu. Özellikle 14 Ocak 1878 yılında başlayan oturumda, Suriye mebusu Halil Ganem, bir Atinalı yargıcın “Ey Atina halkı! Siz nutuklarla uğraşırken, düşman kapıya dayandı” sözlerini hatırlatmasıyla şiddetli tartışmalar yaşanmış; Meclis ile Hükümet arasında gerilim çok yüksek boyutlara ulaşmıştı. Elbette eleştirenlerden Sultan da payını alıyordu. Özellikle ordunun komuta kademesinde yapması gereken ama yapmadığı değişiklikler ilerde savaşın kaybının temel nedenlerinden olarak görülecekti.
KANUN-İ ESASİ’NİN RAFA KALDIRILMASI
Rusların İstanbul’u işgal etmesinden korkan Bâbıâlî, 31 Ocak 1878’de Rusya’ya ateşkes teklif etti. Ruslar ateşkesi kabul etmeden Yunanistan’ın Teselya bölgesini de işgal ettiler. Ateşkesten sonra da İstanbul’a doğru yürümeye devam ettiler. Avrupalı Büyük Devletler 1856 Paris Antlaşması hükümlerine göre Rusların İstanbul’u işgal etmeleri halinde müdahale etme hakları bulunduğunu ihtar ettilerse de Rus orduları ancak İstanbul’un banliyösü Ayastefanos’ta (bugün Yeşilköy) durdu. Paniğe kapılan Abdülhamid’in talebi üzerine İngilizler, 13 Şubat 1878’de İstanbul’a Helicon zırhlılarını gönderdiler. Gelenekte hiç görülmemiş biçimde yürütme ile didişmekten yorulan Abdülhamid de ertesi gün Meclis’i kapatıp, Kanun-ı Esâsî’yi askıya aldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk anayasası, İttihat Terakki Cemiyeti (İTC) ile Ermeni Devrimci Federasyon (EDF-Taşnaksütyun) ittifakının II. Abdülhamid’e Meşrutiyet’i ikinci kez ilan ettirdiği 23 Temmuz 1908 gününe kadar tarihin tozlu raflarında beklemeye alındı…
Özet Kaynakça:
Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), Afa Yayınları, İstanbul, 1996;
a.g.y., “Osmanlı Basını ve Kanun-ı Esasî”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul, İletişim Yayınları, 1985, cilt 1, s. 72-74;
Yavuz Abadan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Anayasa Sistemine Geçiş Hareketleri”, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 100. Yılına Armağan: Meclis ve Milli Egemenlik Yazıları Seçkisi, (Der. Hamit Emrah Beriş), TBMM Yayınları, Ankara 2022, ss.73-108;
Edhem Eldem, “13 Ocak 1877–Tersane Konferansı ve Rusya ile Savaş Tehlikesi”, Toplumsal Tarih, sayı 241, Ocak 2014, s. 16-23;
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi, TTK Yayınları, 2000;
Selda Kaya Kılıç, Osmanlı Devletinde Meşrutiyet’e Geçiş, İlk Anayasanın Hazırlanması, Berikan Yayınevi, 2010.
Suna Kili Suna-Şeref Gözübüyük, Sened-i İttifak’tan Günümüze Türk Anayasal Metinleri, İş Bankası Yayınları, 2000.
Haftaya: “Demokratik İstisna Olarak 1921 Anayasası”
18. Yüzyılda Anayasa Rüzgârı Yeni Dünya’dan mı, Eski Dünya’dan mı Esti?
Batılı Seyyahların Gözünden: Osmanlı’da Köpeklerin Sergüzeşti