Bir Gösterme Zorunluluğu Olarak “El Öpme ve El Öptürme”

Bahçeli’nin el öptürme fotoğrafı üzerine çok konuşuldu ama ben bu satırları yazarken gündemden düşmüş gibi de görünüyor. Fakat burada bir gariplik var, ana akım siyasetler olarak Hem CHP hem de DEM Parti yönetimi ile onlara oy veren yurttaşlar açısından bu görüntü hiç çarpıcı değil. Bilinen zaten geçmişten beri çok konuşulan bir durumun görselleştirilmesi bu. İyi ama o halde bu poz kime? Poz verilmek için yapıldığı dahi düşünülebilir ki ben bu fikre sahibim. Bayram da değil ki…

DEM ve CHP geleneğini şaşırtmayacak olan şey AKP’yi mi şaşırtacaktı yani. Atamaların Erdoğan’ın elinden geçtiği yerde o da şaşırmazdı ama bir dakika. Bu atamaları ben yaptırdım, görmelisiniz denmiş mi oluyor. Öyleyse de niye bunu cümle aleme söylemek zorunda kalıyorlar. Atamaları yapan iktidar mı bilmiyor, sabah akşam MHP’nin belli alanlarda nasıl kadrolaştığını söyleyen muhalefet mi bilmiyor, kim bilmiyor? Bu durumu bilmeyen hiç kimse yoksa bildiğini bilenlere bildiriliyor? İnsan bildiğini bir daha bilince ne olacak ki de bildiriliyor?

Görselleştirme başka her ne niyetle yapılıyorsa yapılsın bana kalırsa söz etkisini kaybettiği için yapılmak zorunda kalınan durumun fotoğrafı oldu. Fakat yine sormalıyım o halde niye buna ihtiyaç duyuldu…

Aynı akşam Erdoğan’ın “Çırpınırdı Karadeniz” diye MHP ile özdeşleşen şarkıyı Saray’da söylenmesini alkışlaması bu bağlamda önemli tabii.

Önceki dönemde CHP’nin HDP ile açıkça görüşmesi, ittifak etmesi hem iktidar hem de İYİP’in engellemeleri ile olamıyorken zar zor bir görüme olmuş ve  onun da açıklamasını CHP genel merkezinde HDP yöneticileri bir başına çıkarak yapmışlardı. Tam bu arada SHP’nin eskiden farklı olarak DEM geleneği ile görüşmeme partisi olarak kurulduğunu hatırlatmalıyım. İlk SHP ise geçmişte DEM geleneği ile ittifak ederek Meclis’e 24 HDP öncülü geleneğin vekilinin de girmesine vesile olmuş böylece Türkiye’de siyaset yapılabilmesinin Kürtlerin “bizim de Meclisimiz’’ diyebilmesinin olanaklarını açarken demokratikleşmede ne kadar önemli bir rol oynadığını da hatırlatmalıyım. Şimdi ise CHP DEM ile açıkça görüşürken açıkça görüşmeyeceğini söyleyen alternatifinin kuruluyor olması nafile tabii. Toplumlar geriye gitmekten hiç hoşlanmaz keza… Kim artık eskisi gibi depreme dayanıksız yeni olsa bile bir evi almak ister ki… 24 vekili derdest eden parti ve anlayışların çoğu tükenmiş durumda şimdi. O dönem İçişleri Bakanı olan Mehmet Ağar bu durumu görmüş olacak ki “Dağdan inip düz ovada siyaset yapsınlar!” deyivermişti. Döneyim bugüne kelimeler ve aklım beni sürüklüyor yine oraya buraya: Birkaç yıl önce zar zor yapılan utangaç CHP- HDP görüşmesinden sonra CHP yöneticileri misafir ettikleri HDP’lileri uğurlayamamışlardı bile. Oysa o sıralarda Anayasa görüşmeleri vesilesiyle HDP ile AKP görüşüyor, MHP de “Meclis’teki partileri elbette birbiriyle görüşecek, bundan daha doğal ne olabilir’’ diyordu. HDP’nin Meclis’te olduğu böylece hatırlanıyor ama  CHP ile görüşecekse unutuluyordu. Türkçesi şu: Senin görüşmen işe benim görüşmem arasında fark var. Aynı şeyin ve sözün hatta sembolün birinin dilinde başka, diğerinin dilinde başka olması üzerine birazdan değineceğim yoksa yine odağımı kaybedeceğim.

AKP ile HDP’nin görüşmesini engelleyen değil üste çıkarak, olgun davranarak yol veren MHP oluyordu böylece. Oysa bazı muhalifler için engellemesi beklenen de oydu ki o dönem “Bahçeli bakalım bu işlere ne diyecek!’ diye Cumhur İttifakı’nda çatlak var diyen kimi muhalifiler Godot’yu beklemişti. Oysa beklemek yerine kendi yollarında yürüseler ne çok mesafe kat ederlerdi. Hazin ama o kişilerin ne kadar etkili ve belirleyici olduklarının videoları dahi düştü kongrelerde, özel anlaşmalarda. Tabii bu durum MHP’yi beklemek, sürekli ona bakmak durumunda bırakmıştı kimi muhalifleri. Oysa muhalif daha çok kendine bakmalıydı ki iktidar olsun. Neyse…

DEM Parti bu konuda yani Özel Harekat polislerinin Devlet Bahçeli’nin elini öpme sırasına girmesine ilişin olarak görebildiğim kadarıyla bir şey dememişken CHP’den eleştiriler geldi. Tüm bunların 15 Temmuz’da olduğunu da dikkate alarak söyledikleri, yarın için kayıt düşme, demiştim deme hakkını barındırmak içindi ama çok büyütmek istemedikleri de belli oluyordu. 

DEM gibi bir diğer sessiz kalansa AKP’ydi… AKP dese başka bir şey, DEM dese yine başka bir tartışma ortaya çıkardı. Bu tartışmayı ne AKP ittifakı zora sokacak kadar önemli ne de DEM mevcut durumu bozacak kadar önemli görmemiş demek ki. El öptürme meselesinden çok daha düşük dozda eleştirilerde hem MHP hem de AKP’den kimi yöneticilerin karşılıklı görevden alındığını yani bu tür tartışmaların aslında Cumhur İttifakı içinde önemsendiğini söylemeliyim. DEM’in politik durumuna da birazdan nasıl baktığımı anlatmaya çalışacağım, öylece söyleyip geçip gitmeyeceğim tabii.

MHP’nin “Bir şeyi göstermek zorunda kaldığı’’ fikrime sadık kalarak devam ediyorum. Sözünüzün geçmediğini düşündüğünüzde “gösteri’ veyahut bazen “gösterme” kısmına geçebilirsiniz siyasette. AKP ve DEM bu gösteriye ses çıkarmayarak ses çıkarılacak önemde görmediğini de göstermiş oldu. Onlar da göstermeyerek gösterdi yani. Oysa bu gösteri karşıdan ses çıksın diyeydi muhakkak. Bu açıdan görülmesi istenenin görülmediği gibi bir durum da ortaya çıkıyor. İnsan ilişkilerinin karmaşıklığı da burada. Görülmesi istenmeyen şey esas olarak gösterilmemeye çalışılan bir şeydir, gösterilmeye çalışılan değil. Son dönem siyasetinde 7 Haziran 2015 sonrasını belirleyici bir parti olan MHP’nin gösterdiğini görmemek mümkün mü ki görülmemiş gibi görülsün. 

Semboller diyarıdır tüm dünya biliyorsunuz. Sembolllerin kullanım biçimlerine göre anlamları dahi değişir. Spike Lee sayesinde öğrendim mesela Amerikan bayrağı ters asılırsa ülkenin kurtulmaya ihtiyacı olduğunu, zorda olduğunu anlatır. O siyahların baskı altında olmasını böyle anlatır. Siyahlar da artık ABD’dir yani. Yine ve mesela son Avrupa Kupası’nda Türkiye A Milli Futbol Takımı oyuncusunun Bozkurt selamı yapması başka futbolcuların ise veda mesajlarında tercihen “Halk” demesi de yine bu semboller tartışmasında dahildi. Ben sembollerin kökeni, tarihi yerine “işlevi-yani o anda ne anlattığı, ne için kullanıldığı” ile ilgilenmenin daha önemli olduğunu düşünen biriyim. Nihayet ne antropolog ne de tarihçiyim. Hoş onlar da ideolojik olabilir ya yine aklımın beni sürüklemesine izin vermemeliyim. Ne iradi bir yazı oldu böyle yahu aklım sürekli yolumdan çıkmam için bana provokasyon yapıyor. Sembolün ne zaman ve ne için kullanıldığı önem kazanıyor. Sembol o ana göre canlanıp konuşur oluyor. Bir siyah sporcu ABD bayrağı ile birincilik kürsüsüne koştuğunda başka, Ku Klux Klan’ın elinde başka konuşur oluyor. Sembol aynı olsa da dili değişiyor. Bir ülkenin ortak kurucusu ismini mesela Lincoln’u Demokratlar da Cumhuriyetçilerde ortak kurucu kabul etse de Lincoln’den anladıkları pekala ortak olmayabiliyor. Bu dinler için dahi böyle. İran’daki yönetimin anladığı başka, Malezya başka, Afganistan başka, Suudi Arabistan’ın anladığı pekala başka olabiliyor. Ki bu kaçınılmaz da ve hatta aynı ülke, ulus içinde çok farklı tarikat ve yolların olması da böyle. Dilde de böyle oluyor. Mesela Siyahlar İngilizce konuşsa da artık dil başka anlatır oluyor. Elbette buradan yola çıkarak “O hâlde mesela Nazi selamını bir demokrat yapsa başka bir anlamı mı olur!” diyebilirsiniz, güzel tartışma bu ancak ben yine iradi davranıp konuyu saptırmayacağım. Başka bir yazıda değinmeyi pek isterim. Mesela ve dini referans açısından tekbir getirmek sade bir Müslümanın dilinde başka olur ve o dinden olmayana dahi kaygı vermezken, huzur içerisinde ibadetini yapıyor diye düşündürtürken, IŞİD’li bir eylemcinin saldırı öncesi tekbir getirmesi en azından duyanlar açısında başka bir şey anlatır oluyor, saldırıya uğrayan kişi Müslüman olsa bile. Erdoğan’ın Esad ile görüşmek istediğini söylediğinden hemen sonra İdlip’te ve sınır kapısında yapılan ve  kimi cihatçıların eylemlerinde de tekbir getirdiğini görmüşsünüzdür. Bunu siyasal İslam’ın iktidar olduğu ve ülkemizdeki kimi muhaliflerin “şeriat getirecekler” dediği iktidar karşı hem de… Karmaşıktır insan ilişkileri yani. Sarı-Kırmızı-Yeşil neredeyse tüm Afrika’nın ve Orta Doğu’nun da renkleriyken Türkiye’de bir dönem “Terörist renkler” olarak görülüp trafik lambalarını bile “Sarı-Kırmızı-Mavi” yapıldığını da hatırlayınız.  Gökkuşağı renklerinin LGBTİ+ renkleri diye kimilerince dışlandığını da hatırlayınız. Yine dini referans açısından konuşulsa gördüğünüz her şey yaratıcı tarafından yaratılmışsa bu insanların farklı fikirlerine göre sahiplenilip, reddedilecek şeyler değildir diyebilir bir kişi inancınızda açıkça söylenenlerden gayrı olarak. Aynı kelime, aynı inanç her insanda, toplulukta farklı yaşanır olabiliyor böylece. 

Devletin teorik olarak partilerden ayrı bir mekanizmaya sahip olması hep konuşulur. Bürokrasi hatta onun kendisidir bu açıdan. Batı için hükümetsiz kalındığı dönemlerde sistemin yürümesi, devletin güçlü olmasının kuralları olmasından ileri geldiği söylenir. Seçimlere katılımın düşüklüğü dahi bundandır diye analizler yapılır. Kim gelse de esas durumun değişmeyeceği anlatılır. Belki de bu Orta Çağ’dan bu yana yakıla yakıla oluşturuldukları gelenek. Fakat Orta Doğu’da insanlar kederle, acıyla daha da uzun süredir yaşasa da daha çok yakılsa da daha da çok öldürülse de böyle bir kurallar silsilesi oluşturulamıyor ne yazık ki. Ülke kimin geldiğine göre sürekli değişiyor ve o yüzden seçimlere ilgi mecburen yüksek. Aynı hükümet içinde bir bakandan bir bakana göre bile ülkenin kaderi değişebiliyor. Soylu-Yerlikaya politikaları-tartışması bu bağlamda anlaşılır oluyor. Oysa Erdoğan aynı Erdoğan. Yani bedel burada da fazlasıyla ödense de sonuç olumlu olamıyor. 

Özel hayatlarındaki bir el öpme değil tabii bu. Resmi olarak yapılan, görevdeyken gösterilen bir tavır. İyi ama  neden? Daha önce açıkça olmayan neden şimdi açıkça gösterilir oluyor? Bunu güncel siyasete bağlamayacaksam geleneğe mi bağlamalıyım. Ama o halde gelenek dün mü başladı yani? Güncel siyasete bağlayacaksam da daha büyük sorunlar olduğunda dahi olmayan niye şimdi oldu? Artık her kurum ziyaretinde bu el öpme olacak mı? olmadığında onlar başka bir siyasi görüşte mi diyeceğiz?

Haberde, el öpmek için sıraya giren Özel Harekatçılar deniyor ve videosu da gösteriliyordu. El öpmek istemeyen Özel Harekatçıların da olma ihtimali olabilir mi orada? Hatta bunu farklı bir partiye yakınlığından değil, Bahçeli’yi sevse de beğense de devlet geleneğine uymaz diye düşünen dahi olabilir. Mesela aynı Ülkü Ocağı’nın farklı dönemlerde başkanı olsalar da hepsi aynı mı düşünür ki sonrasında zemini bulduklarında bu farklılıkları da ortaya çıkıversin. Bu farklılığı emir veyahut el öpme ortadan kaldırıyor. Orada herkes aynılaşır oluyor. Fikirleri de örten oluyor böylece. Herkes el öperken el öpmemenin de ne kadar zor olduğunu söylemeliyim. Bu durum sizi sürükleyebilir. Çok görmüşsünüzdür ve gayet iyi hatırlarsınız Hitler konuşurken alandaki yüzbinlerce kişi Nazi selamı verirken orada bulunan ama selamı vermeyen bir kişinin fotoğrafını. Çok övüldü ve referans yapıldı bu fotoğraf. Oysa şunu da diyebilirdiniz Hitler’in mitinginde sonuçta ve Nazi selamı vermiş sayılır o da.  Zorla mı oraya götürüldü, yoksa o an daldı da selam vermedi mi bilmiyorum. Lütfen durun bir dakika da bakayım Google’dan. Niyeyse kimdir diye hiç bakmamıştım, vesile olsun bu yazı. 

Şöyle diyor Vikipedi girişte:

August Landmesser (d. 24 Mayıs 1910 – ö. Şubat 1944’te öldürüldüğü düşünülmektedir) Almanya‘nın Hamburg kentinde Blohm+Voss tersanesinde işçi olarak çalışmaktaydı. 13 Haziran 1936’da Horst Wessel adlı savaş gemisinin tanıtımının başlangıcında Nazi selamı vermeyen tek insan olarak ünlenmiştir. 1931 yılında iş bulmak umuduyla katıldığı Nazi Partisi‘nden (NSDAP), 1935 senesinde nişanlanmış olduğu Yahudi Irma Eckler nedeniyle ihraç edilmiştir…’’

Binlerce kişinin arasında adı bilinen nadir kişilerden olmalı. Eh adını yarına bırakmak da hiç kolay olmamalı. Bir ifade daha var ama gözden kaçırmayın ve göstermeliyim size: İş bulmak için Nazi Partisi’ne katılmak…

Sistem mesela sizin Kürtçe bilmenizi engeller, yasaklar ve sonrasında ola ki onlara inanıp bu zorluklardan kaçınır, bir şekilde kaygıyla öğrenemezseniz “Nasıl Kürtsün, sen bile kendi kültürünü sahiplenmemişsin, Kürtçe bilmiyorsun” derler. Demezler mi, demediler mi? Tüm baskılara rağmen Kürtçe gazete çıkarırsan, cesaret edersen bunu senin mücadelenden değil kendilerinin özgürlükçü olduğundan diye anlatırlar, anlatmazlar mı? Hrant Dink cinayeti işlendikten üç yıl sonra sonra doğduğu yerlere birkaç gazeteci arkadaşımla gittiğimde  yıkık dökük bir kiliseyi de ziyaret etmiştik oradaki az sayıdaki kişi önce buraları baskıyla cemaatsizleştirdiler sonra da kilisenin cemaati yok diye kapattılar diye anlatmıştı uzun yıllardır uygulanan politikaları. Yani işsiz güçsüz ve aç bırakılan yurttaşlar iş bulmak için her yolu pekâlâ deneyebilir. Sistem de böylece yönetebiliyor olabilir sizi. Mesela 67-Eylül saldırıları ve pogromu sonrası Rumlar, Ermeniler gibi evde gerçek, dışarıdaysa ‘başıma iş gelmesin adınızı’ kullanmak zorunda bırakılırsınız böylece. Haliyle sokakta Rum, Ermeni adını nadiren duyanlar da hiç olmadıklarını da sanabilir. Ve yine mesela ‘’Burası benim olmalı denilen İstanbul’u kim inşa etmişti bilmez ya da o beğendiğiniz yeri yapandan nefret edersiniz. Zorunda bırakmak ile gönül arasında bir bağ kurulamaz. AKP o yüzden ne kadar gönülden bahsetse de (Neydi, hah hatırladım: Gönül Belediyeciliğiydi) aslında zordan, zorlamadan kibirden bahsediyor olduğu için gönlü olan, gönüllü olan kalmıyor etrafında.

Ayrı kalmak, çoğunluğa katılmamak, oracıkta başınıza bir iş gelme riskini göze almak zor ama yapılmaz değil tabii. Bunun böyle olduğunu başımıza gelsin gelmesin hepimiz bildiğimiz için o fotoğraf hala çıkar karşımıza. Ama Bahçeli’nin el öptürme ritüelinin başka bir tarafı üzerine biraz daha düşünmeliyim. El öptüğü halde bunu doğru bulmasa da o ritüeli kaygıyla yapan kişi hemen yanındaki kişinin de kaygısını arttırarak aynı şeyi yapmasına, ritüele katılmasına neden olabilir. Yani ve yine mesela bir recm cezasında herkes bir kadını taşlarken belki de oradaki yüz kişiden sadece üçü beşi bu cezaya inanıyor diğer 95 kişi korkuyla, katılmak zorunda hissetmiş de olabilir. Ancak hareketin, yani öyle ya da böyle yapmanın bir özelliği var. Yaptığınız anda sizi teslim alır. Yapmak aklı da ruhu da belirler sonuçta. Fakat tüm bunlara rağmen elbette insanın insanlık yolculuğu hep etkili olur ki aksi halde ilk ritüeller asla kaybolmaz hala ilk andaki gibi yaşardık…

İşte buradan biraz daha yürüyebilirim. Yazdıkça da fikrim netleşti. Bahçeli artık tavrını göstermek zorunda kaldı çünkü başka bir çare bulamadı. Ki kendisi bu tür  metaforlar sembollere çok başvurur kişisel olarak. 

Muhalefetin bir tartışma yaratacağı muhakkak gibi görünse de CHP’nin bir iki gün dillendirmesinin dışında bu meseleyi konuşan olmadı pek. El öpmenin esas olarak AKP’ye gösterildiğini düşünüyorum tabii. Ayrıca muhalefet de bağırıp çağırsa MHP açısından yeni bir gündem tartışması yapmak hiç fena olmazdı tabii ama ana neden bu olamaz. Gerçi 15 Temmuz bildirisinde muhalefete hesap sorulmasından bahsetti ama bu da Bozkurt selamı nedeniyle Türkiye A Milli Futbol Takımı’ndan bir oyuncunun ceza alması neticesinde sonraki maça çıkmaması önerisi kadar etkili oldu. Erdoğan aynı akşam maça doğru yola çıkmıştı çoktan. MHP’nin açıklamaları ve el öptürmeleri sonrası Erdoğan’ın aynı akşam bir şarkıcının Bozkurt selamı ile Çırpınırdı Karadeniz’i söylemesini alkışlaması onun bu tartışmaya girmeyeceğini, gösterileni anladığını gösteriyor. Bahçeli ona Kuran-ı Kerim hediye ederken o da belki de Çırpınırdı Karadeniz’i armağan ediyordu. Nihayet ben repertuarın bilinmeden Külliye programına alınacağını düşünemem. DEM de girmedi bu tartışmaya. Aslına bakarsanız CHP de usulen sözler etti. Ciddi olarak gösterilen el öptürme garip biçimde ciddiye alınmadı ki bu da Türkiye’deki iktidar partilerinin genel siyasetine pek uymuyor. 

Kusura bakmayın hala doğru düzgün cevaplamadım “bu el öpme neden şimdi?” sorusunu. Erdoğan yenilgiler karşısında fazla uzatmadan (İkinci İstanbul seçimi büyük pişmanlığıdır ve yenilginin yerleşikleşmesine vesile oldu) kabullenen bir siyasi tavra sahip. Yurt dışında daha belirgin olan bu tavrı yurt içinde tartışmasız yenilgiler karşısında ancak açığa çıktı. CHP’nin sadece birinci parti olduğunu değil gelecekte iktidarı kazanacak olan olduğunu da gördü. Bunun bir anlık bir şey olarak değerlendirmiyor. O kadar bastırmasına, devlet imkanlarına, paraya, medyaya rağmen bunun olmasının ne kadar zor olduğunu iyi biliyor. Çünkü kendisi de tam olarak böyle kazandı. Ha keza defalarca kayyum atasa da DEM Parti’nin yine de belediyeleri kazanmasının da ne kadar zor olduğunu da biliyor. Birazcık umudu olsa Van’ın da hakkını teslim etmezdi. Hakkari  ise şimdilik bir uyarı niyetine görünüyor. Bu dönemde eskisi gibi yine DEM belediyelerine kara propaganda yapabilirlerdi (ellerinde medya mı yok, iletişim aracı mı yok) ama en azından şimdilik vazgeçmiş (gerçeği kabullenmiş) görünüyorlar. CHP için de eskisi gibi alaycı konuşmuyorlar. Bir dönemin bittiğini idrak ediyorlar. Tıpkı Esad’ın da o zorluklara rağmen ayakta kaldığını görüp eski günlere dönmek istediklerini söyledikleri gibi…

Yani ittifakı sürse de hem CHP hem de DEM ile daha sakin (iletişime açık) bir siyaset yürütüldüğü muhakkak. (Genel Başkanı ile 18 sene görüşmediğin bir partinin şimdi Gölge Bakanlarıyla görüşmek demek ne demek!) Arada olan tartışma, gerilimlerin ise esası değiştirmeyen “efektler” olduğunu düşünüyorum. Akşamdan sabaha bir şeyin değişmeyeceğini hepimiz biliyoruz. Elbette tüm bunları tercihen bir olgunlaşma değil yenilginin zorunlu olgunluğu olarak görüyorum. Sağ her zaman ve ancak yenilirse eşitlik der, demokrasi der…

Hatırlayınız çok değil beş on sene önce dahi tüm baskılara karşın halkın HDP vekillerini seçmesine rağmen çok az oyu olan sağcı partiler “Meclis’te terörist istemiyoruz!” kampanyaları yapıyor güçlerine oranla kısmen iktidar içinde de etkili de oluyor, gündem belirliyorlardı. AKP yönetici ve trolleri de çok sık “CHPPKK” diyerek muhalefetin görüşmesini, iletişimini engellemek istiyordu. Fakat bu propagandalar tersine bir sonuç yarattı bu partileri terörist ilan ettiğinizde kendi retorikleri açısından terörün bittiğini değil aksine büyüdüğünü, milyonlarca insana yayıldığını ilan etmiş de olduklarını geç fark ettiler. Milyonlarca kişiyi terörist diye hapsetmeniz gerekirdi haliyle. Bu gerçek dışılık halkı “gerçek bu değil” diye düşünmeye ve her iki partiyi de anlamaya itti. Meseleyi sadece ekonomi ile izah etmek insanların siyasi tavrını hiçlemek anlamına gelir ki Türkiye’de ekonomiden gayrı fikri olarak güçlü tavırlar hep olagelmiştir. Mesela Pir Sultan Abdal’ı anmalıyım tam burada ve zamanında. Binali Yıldırım gibi Bolu Beyi’ni değil Köroğlu’nu da anmalıyım… Halkların farklı çözüm yöntemi ve iradesini bastırmak istiyorlardı ve gerçekten de oluyormuş gibi olurken olmadı işte. Kobane düştü düşüyor gibi oldu ama olmadı. Akşener vazgeçmiyormuş gibi oldu ama vazgeçti. Demirtaş hep vazgeçmiyormuş gibi oldu hep vazgeçmedi. İstanbul alınıyormuş gibi oldu ama daha çok kaybedildi. Diyarbakır hiç alınıyormuş gibi olmadı ama. Amedspor yok dense de onlar Birinci Lig’e yükselerek daha çok var oldu ama. “Geçmişte yapılanı bir de biz yapalım, sorun politikalarda değildi kimin yaptığındaydı!” politikası da artık bitti. Tıpkı bugün Kürtçe konuşmayı kendilerinin özgürlük anlayışın bağlamaya çalıştıkları gibi. Yani devlet usulca kısmen ve tırnak içinde değişiyor diye iddia ediyorum. 90’larda bazen bir numaraya “bölücü terör” bazen “şeriat tehlikesi” koyardı MGK. Kapatmaya çalıştığı parti yirmi yıldan fazla iktidar oldu. Belki o da değişti ama devlette değişti. Taktik ya da değil ama öyle olsa bile onca yıl yaptığınız taktik artık içinize siner. Birinci veya ikinci sıraya koyduğu tehlikelerden biri olarak gördüğü onu resmi olarak yönetti, temsil etti ve hatta o kadar güçlerindiler ki kendi içlerinde güç savaşına girecek kadar. Ve yine iddia edeyim İktidarın o zaman Cemaat şimdi FETÖ dediğini de AKP’den gayrısı da tasfiye edemezdi. Bu da başka bir yazının konusu olsun. Düne kadar “CHP, HDP ile görüşemez, buna izin vermem” politikası yapılıyorken şimdi “kent uzlaşışı” kuruluyor öyle ya da böyle AKP, DEM ile de CHP ile de normalleşme diye temas ederken, göz kırparken MHP hiç temassız kalıyor ve tek teması ancak AKP ile olabiliyor. Oysa AKP ile değilken Bahçeli’nin yan yana sıralarda oturdukları Ahmet Türk ile tokalaşmışlıkları dahi vardı. Bahçeli’nin politika yapma alanı daralıyorken  el öpülüyor ve gösteriliyor: Devlet benim!

Oysa onlar da biliyor devlet her görüşten farklı parti ve yurttaşlardır aslında. Sokakta kimleri görüyorsan onların temsilcilerini de devlette de görürüsün onlar yanındakilere bakarak hareket etse de. Devletin bürokratları da bu ülkede yaşıyor nihayet ve haberdar değillerdir yurttaşların dertlerinden, fikrinden, tasasından. 

Geçmişte Cumhur İttifakı’nda olmayacak yerlerde çatlak arayan kimi muhalifler sürekli MHP’ye AKP’ye bakanlar yine kendi yoluna yani CHP ve DEM’e bakmıyorlar, garip.  Oysa CHP ve DEM kazananalar olarak mütevazi ve olgunca yürürken, AKP’yi de bir şekilde ‘normalleşme’yle ötelemeyerek etrafında tuttuğu için bunlar oluyor. Fakat Bahçeli yanılmıyorsam saati de 17.25’de durdurmuş neden sonra o sembolünü yavaşça yere bırakmıştı. Hatta ve dahi Gezi Direnişi’ne dahi verilmişti sanırım ki orada da ne çok metaforik, ironik yazılamalar, sembol gücü çok yüksek fotoğraflar vardı.

Türkiye ve Suriye: İnsan Ne Zaman Karşısındakini Duyar?

İyi ama Suriyeliler Nasıl ve Niye Gelmişti Türkiye’ye?

Hakkari Nehrinde Sürüklenen AKP