Olay Yeri’ne Yansıyan Hayat

Bu köşede, ara sıra yeni çıkan kitaplardan ya da klasik edebiyat yapıtlarından bahsetmek ve onları kendi yazın anlayışım açısından yorumlamak istiyorum. İlk olarak Reyhan Yıldırım’ın yeni kitabı Olay Yeri’ni* odağa alacağım. Reyhan Yıldırım, edebiyata yıllarca yoğun emek veren ve edebiyat/sanat atmosferi içinde soluk almayı seven bir yazar. Daha çok öyküleri ve edebiyat incelemeleriyle öne çıkan Reyhan Yıldırım, fen ve teknoloji alanından gelmesine rağmen hayatında edebiyata önemli ölçüde yer açan, incelikli yüreği ve farklı bakış açısıyla, bir anlamda “yazmadan duramayan” ya da Sait Faik’in deyişiyle “yazmasam deli olacaktım” diyenlerden. Yazmayı bir yaşama biçimine dönüştürmüş olması, yazdığı sayfalara farklı bir zenginlik ve anlam yoğunluğu kazandırıyor.   

İstanbul’da doğan yazar, 1984’te İTÜ Metalurji ve Maden Mühendisliği Bölümü’nden mezun oldu. Anadolu Üniversitesi’ndeki felsefe lisansının ardından Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde felsefe yüksek lisansını tamamladı. İçindeki bilim kadınının sesine de uyarak Anadolu Üniversitesi web tasarımı ve kodlama bölümünü bitirdi. Reyhan Yıldırım, yaşam boyu öğrenmeye inandığından, halen Anadolu Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı Bölümü’nde öğrenimini sürdürüyor. Yazarımız, uzun yıllar bilişim sektöründe çalıştı, yönetim danışmanlığı ve profesyonel koçluk da yaptı.  

Reyhan Yıldırım’ın Bazıları Çok Üşür ve Boynumda Bir Dize İnci adlı iki öykü kitabından sonra Olay Yeri adlı yeni öykü kitabı, geçtiğimiz ay raflardaki yerini aldı. Reyhan Yıldırım, ayrıca çeşitli edebiyat etkinliklerinin düzenleyicisi ya da katılımcısı oldu. Öykü atölyelerini yönetti. Çalışmaları birçok edebiyat dergisinde ve kolektif kitapta yer alan yazar, 2015’ten beri Çanakkale’de yaşıyor.  

Reyhan Yıldırım, analitik düşünme yeteneğini, gözlem gücü ve başarılı kurgu matematiğiyle buluşturarak sağlam çatılı öyküler kaleme aldı. Bu öykülerinde anlaşılır ve duru bir dil kullanmaya özen gösterdi. İlk kitabıyla edebiyat çevrelerinin dikkatini çeken Reyhan Yıldırım için usta yazar Leylâ Erbil önemli cümleler kurmuştu. O yıllardaki bir sohbetimizde, Leylâ Erbil’in bana, “Reyhan Yıldırım’ın öyküleri içimde derin bir yere dokunuyor, beni etkiliyor. Kendisini bir öykücü olarak başarılı buluyorum” dediğini anımsıyorum. Leylâ Erbil’i, 2013 yılının 19 Temmuz’unda sonsuzluğa uğurlamıştık; o yüzden Reyhan Yıldırım’ın yeni kitabı Olay Yeri’ni göremedi, ama görseydi, bu kitabını da beğenerek okuyacaktı diye düşünüyorum.

Reyhan Yıldırım, Olay Yeri’ndeki öykülerinde toplumsallığın, toplum sorunlarının ve birey -toplum diyalektiğinin altını güçlü bir şekilde çiziyor; kadın meselesini birçok boyutuyla ve öykü estetiği dâhilinde dile getiriyor; insani ve toplumsal konuları işlerken yazınsallığı göz ardı etmemeye özen gösteriyor.  Olay Yeri’nin sayfalarında yer alan karakalem çizimlerin, yazarın işlediği temaları güçlendirip pekiştirdiğini de ayrıca belirtmek istiyorum.

Olay Yeri’nin ilk sayfasında Karl Marx’ın bir sözüyle karşılaşıyoruz: “Hayvan olmak istiyorsan olabilirsin elbette. Bunun için insanlığın acılarına sırt çevirmen ve yalnız kendi postuna özen göstermen gerek.” İnsan olmanın ilk şartının, başkalarının acılarını hissedebilme, başkalarıyla duygudaşlık kurabilme, ego sınırlarının dışına çıkabilme erdemi olduğunu bir kez daha anımsıyoruz bu sözün çağrışımlarıyla. Tolstoy’un İnsan Ne ile Yaşar adlı kitabında geçen “Acı duyabiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan, insansın.” sözü de aynı anlama geliyor.

Reyhan Yıldırım, bu kitaptaki öykülerde “bir insan” olarak başkalarının acılarına kulak veriyor; “bir sanatçı” olarak o acıları öykü kurgusu içinde yazınsal bir metne dönüştürüp okurunun yüreğine ulaşmasını sağlıyor. Böylece, duyarlılık, duygudaşlık ve vicdani hisler, güçlü bir sarmal oluşturarak iç dünyamızda yoğun bir etki bırakıyor. Bu öyküleri okudukça hayat derinleşiyor, anlamlar çoğalıyor, içimizdeki duyarlılık ve vicdan, toplumsal sorunlara çözüm aramamıza, toplumun ve insanın geleceğine dair kaygılar duymamıza ve buradan hareketle yeni düşünceler üretmemize zemin hazırlıyor. Duyarlılıktan duyguya ve vicdana, oradan da düşüncelere kanat çırpıyor okurun “zihin kuşları”. Bir bakıma, ustası Leylâ Erbil gibi “dönüştürücü metinler” yazma gayreti içinde Reyhan Yıldırım.   

Kitapta yer alan öykülerin pek çoğu birkaç sayfalık metinlerden oluşuyor. Arada tek cümleden oluşan ve Hemingway’in Bebek Patikleri’ni örnek alan tek cümlelik öyküler de yer alıyor. Baştaki sayfalardan birinde “Halepçe” başlıklı bir küçürek öykü çıkıyor karşımıza: 

“Elma dersem çıkma!”

Hayatın bir cümlede sıkıştırılıp yoğunlaştırıldığı bu kısacık öyküde, geçmişte yaşanan Halepçe katliamı ve elma kokulu gazla öldürülen binlerce küçük çocuk, yine hayatın içinden alınan minik bir oyun cümlesi aracılığıyla anımsatılıyor. Günümüzde de devam eden korkunç savaşlarda ve bombardımanlarda katledilen binlerce çocuk geliyor gözlerimizin önüne. Yazar, savaş karşıtlığını, kısacık bir öykü cümlesinde dile getirerek okurun yüreğinde duyarlı bir pencere açmayı başarıyor.  

ÖYKÜLERİN İÇİNDEKİ DÜNYALAR

Kitaptaki “Cüce” adlı öyküde, sahil kasabasında geçen bir yaz aşkı, erotik bir yaklaşımla ve yazınsal estetikten ödün verilmeden işleniyor. Kadın, erkek, aşk, özgürlük meselelerine dikkat çekiliyor: “Delilik mi? Öyle. Çare aynı zamanda! Saklanmalı ya da yıkmalı, önce kendi içindeki sınırları. Özgürlük ve hatta yaşamak, göze almak demek, ne olacaksa onu! İçinde açığa çıkan bir güven duygusu, kadını harekete geçiriyor.” 

“İhtimaller Denizi veya Haleluya” öyküsü, yakın zaman önce yaşadığımız COVID-19 pandemisi günlerinde geçen bazı olayları insani ve sınıfsal bir perspektiften dile getiriyor. Seher ve Neşe adlı iki kadının öyküsü bu. Seher Hanım, pandemiden kaçmak amacıyla İstanbul’daki evinden Ege’deki yazlığına geçmiş, maddi durumu iyi, sermaye sahibi bir kadın. Orada temiz havayı içine çeken, güneşlenen, keyifli zamanlarına şükreden Seher Hanım’ın İstanbul’daki evinde, aynı anlarda, yardımcısı Neşe, buzdolabının boşalan raflarının temizliğiyle uğraşır. Öğle yemeğinden beri ara vermeden çalışan Neşe’nin gözleri “yağmur rengi”dir; elli kilo bile yoktur bedeni. Salgın nedeniyle işleri çoğalmış, yorgunluğu artmış, omuzları çökmüştür emekçi Neşe’nin. O da her insan gibi virüsten korkmaktadır. Bu konuda bile adaletsizlik olduğunun farkındadır: “Ölümün elinden zahmetsizce kaçanların bulunduğu adaletsiz bir düzende yaşadığını fark etmesi pek de işe yaramıyor, çalışmazsa yevmiyesinin eksileceği, ölürse annesinin sefil olacağı gerçeğinden kaçamıyordu.” Küçücük oğlunu, yıllar önce beş yaşındayken bakımsızlık ve yoksulluk yüzünden yitiren acılı bir annedir Neşe. Öykü kişileri Seher Hanım ile Neşe’nin yaşadıkları hayatın ayrıntılarında gizlenen sınıfsal farkları incelikli bir tavırla sergiliyor Reyhan Yıldırım. Yaşlı annesini de kaybetmekten korkan, yorgun ve üzgün Neşe’nin yaşamı, bir süre sonra bambaşka bir yöne dönecek, mahallede evinin karşısındaki semt evinde gönüllü çalışan partili gençlerle kurduğu diyalog, sonuçta sevgi, dayanışma ve ortaklaşa umudu getirecektir yaşadığı zorlu günlere. 

“İsa”, insanın içinde incecik bir sızı bırakan karakteristik bir Reyhan Yıldırım öyküsü. Yazar, bu öyküde, öğretmen olarak ataması yapılmamış, haksızlığa uğramış, toplum dışına düşmüş, ince ruhlu, kırılgan İsa’nın iç dünyasını ve yaşadığı hüzünlü olayları dile getiriyor. Okudukça hayatın acımasız koşullarının ve işsizliğin yarattığı derin bunalımın, İsa’nın kendi trajedisine doğru adım adım ilerlemesine neden oluşuna üzülerek tanık oluyoruz. İsa, yeterince anlaşılamamaktan kaynaklanan değersizlik duygusu ve kaybeden psikolojisi içinde, yalnızlığın, umutsuzluğun girdabına düşüyor: “İçinde genişleyen, İsa’nın kılcal damarlarına kadar ilerleyen umutsuzluk… gözlerini de mi karartıyordu? Yumruğuyla gözünü ovuşturdu. Voltaj düşmüş, ışıklar süzülüp gitmiş…” Reyhan Yıldırım, işsiz gencin iç dünyasını ustalıkla yansıtarak, toplumsal meselelerin bireylerde yarattığı ruhsal tahribata, gerçekçi ve yazınsal bir yaklaşımla dikkat çekiyor. Öykü kişisinin adının İsa olmasının yazarın bilinçli bir seçimi olduğu kanısındayım. Reyhan Yıldırım, Hz. İsa’nın masumiyet anlayışına, kendi yarattığı öykü kişisinin adı yoluyla göndermede bulunarak, onun masumiyetini ve yaşadığı çaresizliği pekiştiriyor.  

“Seremoni”de, bu kez, eşcinsel aşkların hikâyelerine açılıyor yazar. Öykünün birinci kişi anlatımıyla (ben öyküsel) kaleme alınması, metnin inandırıcılık ve gerçekçilik boyutunu güçlendiriyor. Yazar, öykü kişileri arasındaki karmaşık, çelişkili ve yoğun ilişkileri göstererek, eşcinsel dünyada yaşanan aşkların ve kıskançlıkların şiddetini vurguluyor. 

KADINLAR VE ÖYKÜLER

Kitaba adını veren “Olay Yeri” öyküsünün alt başlığı ilgi uyandırıyor: “Aynaya Tanıklığı Sorulmadı” Aile içindeki bir töre ya da namus cinayetinin, intihar görünümü verilerek gerçekleştirilmesini; genç bir kızın bu şekilde kötülüğe ve şiddete kurban edilmesini, hüzünle ve isyan duygusuyla okuyoruz. Yaşamdan küçük ama derin kesitlerle oluşturulan bu öyküde, genç kızın küçük kardeşinin, ablasının bundan sonra evin aynasında yaşadığını hayal etmesi, çarpıcı bir dille ifade ediliyor.  Öyküde, yazarın, ip eğiren yaşlı kadınları anlatarak mitolojiye göre insanın kader ipliklerini ören ve üç yaşlı kadın şeklinde temsil edilen Moira’lara göndermede bulunması ilgiyle okunuyor: “Bir iki saat evvel kız, ‘Nasıl biriymişsin meğer’ diye sitem etmişti, aynaya düşen imgesine. Hazin hikâyesinin son evresindeydi. Öyle ki kızın hayat ipliğini eğirmeye başlamış üç kadından ilki ipin sarıldığı çatal uçlu değneği durdurmuş, ikincisi ipi asasıyla ölçmeye koyulmuş, üçüncüsü ise kesmeye hazırlanmıştı. Kadınlar kızın yazgısına biçtikleri sonla onu yollarından çekmeye hazırlanıyordu. Çektiler de. Fakat aynaya tanıklığını soran yoktu.” 

“Katil” adlı öyküde aile içinde gerçekleşen kadına şiddet olayı, gerçekçi bir yaklaşımla işleniyor.  Öyküde, karısını hem başka bir kadınla aldatan hem de üç çocuğuna ve evine dair sorumluluklarını ısrarla yerine getirmeyen kocanın, duruma itiraz eden karısına haksızca şiddet uygulaması içimizi kanatıyor. Sonrasında, tahammülü kalmayan kadının çaresizlikten kaynaklanan büyük cesaretle kendi kaderine başkaldırması, yine yazınsal bir yaklaşımla dillendiriliyor. Öyküde, ayrıca kadınlar arası dayanışmanın güzel bir örneğinin yer alması yüreğimizi ferahlatıyor. 

“Yalnızlık” da kadın, çaresizlik ve pişmanlık öyküsü. Öykü kişisi kadının ruhsal dünyası, onun kendi anlatımı, iç konuşmaları (hatta iç feryatları) üzerinden ustaca aktarılıyor. Sonu belirsizliğe açılan bu öykü, okurun zihninde devam ediyor, olayın sonucunu, okur, bir anlamda kendi düş gücüyle oluşturuyor.  

“Ölü Asker” öyküsünde, askerlik ortamında geçen bir mobbing, aşağılama, zorbalık ve şiddet olayı anlatılıyor. Bu öyküde Çavuş Halis’in öfke dolu yıkıcı halleri, Ferat adında, kendi halinde, sakin, kurallara uyan, nahif bir acemi ere yöneliyor. Ferat’a haksız olarak o denli acımasızca yükleniyor ki, en sonunda Ferat, kendince, bu durumdan kurtulma çabası içine giriyor. İnsanların karanlık yüzünü; acımasızlığı, duyarsızlığı, kötülüğü örtbas etme teşebbüsünü, zayıf görünene uygulanan şiddeti ve kolektif psikolojik linçi görüyor ve tanık oluyoruz bu metin içi dünyada.

TOPLUM, HAYAT VE BİREY DENGESİ

“Çivi Çiviyi Söker”, toplumsallığın öne çıktığı bir öykü olarak dikkatimizi çekiyor. Korona günlerinde geçen öyküde, bir inşaatta temel çukuru açılırken teknik bir hata yüzünden yandaki binanın zarar görmesi ve kısa bir zaman sonra binanın yıkılması sırasında yaşanan korku, panik ve çaresizlik duyguları başarıyla aktarılmış. Sınır geçişleri, mültecilik durumları, kaçak çalışma gibi güncel konular da işlenmiş. “Çivi Çiviyi Söker” öyküsünü okurken aklıma Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken öyküsü geldi bir anda. O öyküde de yeni kazılan bir temel çukurunun, yandaki binanın yıkımına yol açması, beklenen bir korkunun gerçekleşmesi, insan psikolojisi üzerinden dile getirilir. Reyhan Yıldırım’ın öyküsünde ise daha yakın zamanlara açılıyor, yaşadığımız çağın sorunlarıyla bir arada yaşıyoruz. Bu öyküsünde, o zor günlere ışık tutuyor, belleğimizi tazeliyor yazar. Depremlere, kötü ve bilgisizce yapılan inşaatlara, pandemi sürecinde evden çalışmalara, otellerin kapanmasına, sokakların boşalmasına, evlere sığdırılan hayata, karantinalara…daha birçok meseleye ve yaşam ayrıntısında gizli gerçeklere dikkat çekiyor.   

“Topuk” da bir kadın öyküsü. “İç sesiyle arkadaş olmuş” kişiler var bu metinde. Öykü olayı yalnızlık ve işsizlik dolambacındaki bir kadının çevresinde geçiyor. İşini kısa süre önce kaybetmiş bir beyaz yakalı olan kadının iç dünyası ve onca yoğun çalışmadan sonra kendi kendine verdiği tatil hediyesi ve acı bir gülümsemeyle okunan birkaç sayfa.

“Aptallıktan Başka Günah Yoktur” da Oscar Wilde’ın sıra dışı yaşamına, ilişkilerine ve yazınsal dehasına dair kimi olay kesitlerinin, öykü formu içinde yoğunlaştırıldığını görüyoruz. 

“Sana Boyun Eğmeyeceğim” de bir kadına şiddet öyküsü. Bir hastane ortamındaki tanıklıklar üzerinden aktarılan bu gerçekçi öyküde, kendisine boyun eğmeyen karısının hayatını, korkunç şiddetiyle bir anda karartan, onu iş görmez, yürüyemez, kolunu bacağını kullanamaz hale getiren adamın sözde sevgisi, “sevdiğim için vurdum” demesindeki sahtelik, içimizi isyan ve öfkeyle dolduruyor. 

“Sevgili Oğluma” ise farklılıklara sevgi ve saygı gösteren, inceliklere işaret eden duygu dolu bir öykü olarak ilgiyle okunuyor. 

Kitapta yer alan “Ders” adlı öyküden birçok ders çıkarmak gerekiyor. Yerkürenin bir zamanlar yaşadığı güzelliklerin sonunun gelmesini; insanların bireysel çıkarlarını öne almalarını ve toplumların, insanlığın geleceğini umursamamalarını; bu duyarsızlık ve bencillik ortamı yüzünden yeryüzünün nasıl mahvolduğunu; yerkürenin bir gezegen olarak toplu bir mezara dönüştüğünü okuyoruz bir uzay yaratığının anlatımıyla. 

Reyhan Yıldırım, yazmaya yönelişini ve kendi edebiyat anlayışını “Son Deyiş: Yazar, Düş Sensin!” de başarıyla ifade ediyor. Tomris Uyar, Edip Cansever gibi edebiyatçılardan aldığı gücü, anıları ve esinlenmeleri öyküleştiriyor. Bu cümleler, yazmaya gönül vermiş insanlara hiç yabancı değil: “Çoğu kez yazmaya oturduğum şeyden farklı, kendi denklemini kurmuş bir metinle, hayret ve sevinçle, kalakalıyorum. Gerçekten, bir ben daha var benim içimde.” 

Edebiyatın gerçekleri yansıtması, yaşanan zamana tanıklık etmesi konusunda yıllar önce bir söyleşide şunları dile getirmiştim: “Bir yazarın, içinde yaşadığı zamana yapıtları yoluyla tanıklık etmesinin, başkalarının acılarını dile getirmede duyarlı davranmasının büyük değer taşıdığı kanısındayım. Bu duruş, yazarın vicdani sorumluluğu anlamına gelir. Çağına ve yaşadığı zamana tanıklıklarını, insan-toplum-hayat diyalektiği üzerinden oluşturduğu edebi metinlerle dile getiren; insanlık dramlarını yaşadığı çağın gerçekleriyle buluşturabilen yazarlardır geleceğe kalanlar.” 

Reyhan Yıldırım’ın, vicdani, insani duyarlılık ve duygudaşlığını, öykü estetiği içinde kurguladığı olay, durum ve kişiler üzerinden ifade eden yaratıcı bir yazar oluşunu saygı ve takdirle karşılıyor, yeni yapıtlarını merakla bekliyorum.


*Reyhan Yıldırım, Olay Yeri, öyküler, Mask Yayınları, Mayıs 2024.

Halit Ziya Uşaklıgil’in Canlı ve Renkli İzmir’i

Kurmaca Dünyanın Köpekleri

Nâzım Hikmet ve İzmir