Paris Yaz Olimpiyatları’nda kazanan ya da kaybeden sporcuların birbirini kutlaması, sarılması, dayanışması en sık gördüğüm davranış. Üsttenci yahut tersine ‘’Kaybettim, artık bittim!’’ gibi bir hâli ise neredeyse hiç görmedim (Az da olsa görmüşlüğüm de var demek ki…) Kazananın da kaybedenin de hüzün ya da sevincini olgunlukla yaşıyor olması ekrandan taşarak hiç tanımadığım oyunculara karşı beni yakın hissettiriyor. Fakat bir nefes arası olsun diye gösterilen arada bir ekranda gösterilen seyirciler bir süre sonra oyundan daha çok ilgimi çeker oldu. Ara olsa da insanların yüzünü görsem! 206 ülke katılıyormuş oyunlara. Hemen her ülkeden insanlar ellerinde bayraklarıyla yan yana iç içe. Bu cümleyi yazarken dahi “Ne güzel işte!, derdim ne!” dedim içimden ama birazdan kederli kısımları da yazacağım. Gördüğümüz bazı şeyler, diğer bazı şeyleri görmemizi engellemesin çünkü…
Güzel kısma devam şimdilik ama bir ara çirkinleşeceğim…
Oysa statlarda ve sahalarda daha sıklıkla gördüğümüz kavga eden sporcular, taraftarlar. Gerilimli maçlarda seyircilerin ayrı tutulmaları, aralarına bazen polislerin konması olağan durumdu. Onlarca insanın öldüğü maçları saymama gerek yoktur sanırım. Unutanlar olabilir, seyirciler sahaya girmesin diye tribünlere tel örgüler, demir parmaklıklar dahi konurdu.
Paris Yaz Olimpiyatları’ndaki atmosferin tersine düzenin sopayla sağlandığı bu durum hazindi çünkü biz bir arada durmayı bilmiyoruz ve bizi ayrı tutacak üst bir güce, tel örgüye ihtiyacımız var demekti. Yetişkin yani sorumlu olmamaktı. Oyunların sürekliliğini engelleyen seyirci ya da oyuncunun kendisi oluyordu böylece. Statlara uzun süre kadınlar ve çocukların ve gidemediğini gidenlerin de en azından başına gelecekleri göze alarak gittiğini, şiddetin yaygınlığını da hatırlarsınız.
Olimpiyatlardaki gibi mutluluğun da hüznün de beraber yaşanılıp sağaltılabildiği anlar esas olarak devletlerin pek hoşuna gitmez. Biz bir birimizi anlarız ve kendimizi yine kendimiz yönetiriz anlamına gelir çünkü bu tavır esas olarak.
Olimpiyatlar bu açıdan tüm ülkelerin ortak kültürü olarak geldiğimiz kardeşlik ve olgunluğu anlatıyor diyebilir miyim? Üstelik bir ülke içinde beraber yaşayan yurttaşların düşmanlığı yerleşikleşmesi açısından tehlikeli iken olimpiyat sonrası kendi ülkesine dönecek olanlar bu konuda daha rahat olabilirde. Nasılsa kendi ülkeme dönecek ve gerilim yaşadığım kişiyi bir daha görmeyeceğim diye düşünen çok olabilirdi ama olmadığını anlıyoruz kameraya yansıyan görüntülerde ve sahada. Belki bir daha hiç görmeyeceği kişilere de incelikli davranabiliiyor insan demek ki. İnsanlık da orada saklı olmalı. Tekrar görmeyeceğine de kötü davranmamak, o anda onun kederi yada mutluluğunu paylaşarak herkesin elinde kendi bayrağıyla yaşaması kavgadan daha zordur bana kalırsa. Duygularını kontrol etmek ve kaybettiğini görmek kadar bir de bunu kazanan ile olgunca paylaşmak kolay değildir. Herhangi bir ülkeden sporcu, seyirciden destek istediğinde tüm stadın destek verdiğini görmemiş olamazsınız. Seyircisiz, ülkesinden bir destekçinin dahi olmadığı sporcuların yalnız bırakılmadığını görmemiş olamazsınız. İnsanların arasındaki ilişkiyi düzenleyecek ne bir polis ne de tel örgü var orada. En azından göze görünmüyorlardır. Onlara ihtiyaç duyulacak bir olay olmadığı gibi gereksizliklerini anlatan pek çok görüntü de var. Belki de dünyanın her yerinden göçmenlerin varmak için denizlerde boğulmayı, yollarında ölmeyi göze almasının nedenlerinden biri de budur. Her şeyi ekonomi ile geçim ile izah etmenin insanı anlatmadığını düşünenlerdenim sonuçta.
Bir dakika, yoksa olimpiyat seyircisi farklı mı? Olimpiyat oyuncusu farklı mı?
Zannetmiyorum, izin verin anlatayım…
Orta sınıfın yaşadığı devasa site içinde hız sınırı 20 km ve burada hiç kaldırım yok. Binlerce insanın yaşadığı bu yerde haliyle herkes özellikle yazın aheste aheste yolun tam ortasından yürüyor olabiliyor. Arabalar da yürüyenleri sakince bekliyor. Ancak birkaç defa görmüşümdür hız sınırını aşanları, yayalara korna çalanları. Günlük olağan sohbetlerimde pek çok komşum sitenin kapısından girdiği andan itibaren bir ferahlama hissine kapıldıklarını anlatıyor. Her yaştan komşular onlar. Yani şu yaş ya da bu yaş kuşağına ait bir his değil anlattığım. Fakat aynı kişiler ben de dahil siteden şehrin içine çıktığımız anda kuralların başka olduğunu ve ‘kuralsızlığa uyum’ sağlayarak ayakta kalmayacağımızı bilerek “başka birine” dönüşebiliyoruz. İyi ama neden? Nihayet geçimimizi de o şehirden sağladığımız gibi çocuklarımızı da okul için her gün o şehrin içine sokuyoruz. Kendimiz için değilse de çocuğumuz içinde kuralların olmasını, uygulanmasını güvenli olmasını istemez miydik? Bunu isteyenler olarak istediğimiz şeyi bizatihi bozan yine biz olabilir miydik?
Site dediğimiz zaten kent-devlet demektir Latinceden Fransızcaya geçerek. İngilizcedeki “City” de odur zaten. Polis dediğimiz de tam anlamıyla odur ve Yunancadan gelir. Belki ilk sağ popülist gerilim buradan başlıyordur. Devlete esas olarak güvenlik için vergi veriyorken onun bunu yeterince sağlamadığını bilerek yine onun içinde kurduğun “devlete” bir daha vergi veriyorsun. Eh, sitelerin çoğalması isteniyorsa belki de şehir hayatı böyle “bozuk” olmalıdır ülkemde. Sitelerde yaşamak için ekstra paralar, bütçeler ve sınırlar kuruyoruz. Bu bir tercih değil zorunluluk olarak dayatılıyor sinsice… Devlet hastanesi aciline gidip hastanızla ilgilenmesi için vakti olan, yeterince ilgilenecek uzman doktor bulamayınca can havliyle koşarak gitmiyor muyuz özel hastanelere? Devlet hastanesinde geçindirilmeyen, başına sürekli iş getirilen aynı doktor güvenli ve düzenli alanında nasıl da başarılı ve etkili oluyor değil mi? Yani aynı doktora gidiyoruz aslında sadece özel hastane aramıza girerek bize aslında sahip olduğumuz ilişkimizi satıyor. Devlet okuluna çocuklarımızı göndermek istediğimizde kalabalık sınıfları görüp, okul yönetiminin usturuplu istediği para yardımlarını ve kötü koşulları görünce gücü olanlar gitmiyor mu kolejlere? Orada da aslında devlet okulundaki aynı öğretmene gidiyoruz. Satın aldığımız “ilişki” aslında.
İyi ama küçük site (devlet) içinde olan şey büyük site (devlet) içinde neden olamasın. Ve hatta en büyük site olan dünya da neden olamasın?
Nihayetinde aynı insan o siteden bu siteye giren ve çıkan. Olimpiyatlarda gördüğümüz nazik ve paylaşımcı insan zemini, ortamı değişince başka birine dönüşüyor olabilir yani. Hatta kimileri Paris’teki atmosfere girdiği anda hızla uyum sağlamış, ekranda gördüğümüz o hassas insana hızla dönmüştür, olamaz mı? Aynı insan Afganistan’dan göçüp geldiği Londra’da o kuralları uyan olabiliyorsa bu neden Afganistan da olmasın…
Geldik mi esaslı kısıma. Afganistan da o iklim yok değil mi?
İklim krizi var evet. İnsanın iklim krizi…
Batı bir şey söylüyor yine: “Her yer savaş ve ölümler ile yoğrulurken bak Paris’te nasıl da huzur var!” Ve işin hazin yanı Paris’teki o huzuru yine dünyanın her tarafından insanların duruşuyla inşa ediliyor.
Türkiye Kadın Milli Voleybol Takımı’ndan Vargas için şöyle diyor: Böyle göçmen gelecekse başım üstüne… İnsanlık halidir Vargas bir gün topa vuramaz olduğunda ne derler, olur ya sürekli kaybederse ne yaparlar bilemem. Ve tabii böyle düşünen kendini de sözünün tutarlılığıyla sınamalı: Yetenekli olan neden bana gelsin! Ben bunun için ne yaptım? Doktorlar, gençler, mühendisler sadece geçim için değil gelecek kaygısı, ümitsizlikten sebep başka ülkelere gitmek istiyorsa bana kim niye gelsin!
Kazandıklarında dahi takımın tamamını kutlayamayan, Ebrar’ı başarının içinden çekip çıkartmaya çalışan “başarısız” sayarak moral bozmaya dolayısıyla sonraki maçta kazanamamalarının yolunu yapmaya çalışan bir iktidar aklı var. Siyasette bunu başardılar çoğu zaman. İçimizden kimilerini çekip çıkardılar ve böylece muhalefeti de insanları da yönettiler uzun süre. Ama şu ana kadar bunu ne kültür ne de sporda tam olarak başardılar. Özellikle Kadın Voleybol takımı maç ve hatta maçları kaybettiğinde de kazandığında da paylaştı görebildiğim kadarıyla.
Döneyim olimpiyatlara ve oradan Instagram’ın kapatılmasına. Kazanan kaybedene öyle bir sarılıyor ki kaybetmenin kederi dağılıyor, kaybeden öyle bir tebrik ediyor ki kazananı, kazandığına utanır oluyor…
Seyircilerin ve sporcuların olgunluğunun tersine bir durum tam şu anda yaşanıyor ülkemde. İktidarı öven, Instagram’ın kapatılmasını savunan kimi oyuncu kişilerin söyledikleri Paris Olimpiyatları’ndaki durumun tam tersi durumu anlatıyor bize. Zemin değişince insan da böyle oluyor işte. En az iki oyuncuda duyduğum şuydu Instagram kapatıldığından beri kitap okuyorum, gayet iyi oldu. Diğeri de benzer şeylerle sosyal medya diyetinin iyi olduğunu anlatıyor. Hazin. Demek iradesi yok, demek üst bir iradenin ona “Dur, kalk, şimdi yap!” falan demesine gerek var. Oysa eleştirdiğimiz Batı herkese Instagram’ı kapatma düğmesi de veriyor. Bendeki Instagram sürükle bırak yöntemi ile kapanıyor. Her şeyi devletten beklememeli…
Sınırları nihayet aşmış ve gittiği ülkede tutunarak başarılı olmuş göçmenlerin madalya kürsülerine çıktığını gördüğünüzde “Ben de yapabilirim, orada olabilirim” hissi yerleşiyor olabilir içinize. Bu bir kendine çekme yöntemi, evet ama bir yandan da yokluktan yahut baskılardan göçmek zorunda kalmak da bir gerçek. Böylece en iyiler, en kararlılar süzülerek alınıyor Batı’nın içine. Olimpiyatlarda oyuncu olmak bir yana, seyirci olmak, orada olmak dahi bir hayal hâline geliyor.
Tam şu anda açlık oyunlarının yaşandığı Filistin’e diğer yandan da Olimpiyatların Paris’ine bakıyorken ruhumuz ortadan ikiye yarılıyor. Geçim sorunlarıyla kendi içimize de bakmaya çalışırken derin bir boşluk ve umutsuzluk… “Paris” gittikçe uzaklaşıyor bize… Belki de “Paris” içimizdedir ve orası göç edeceğimiz bir yer değil olduğumuz yerde inşa edeceğimiz yerin adıdır…