“Arda” Hakkında Konuşmalıyız*

Hamas, 7 Ekim saldırısı sonrasında İsrail’in katliamla Gazze’ye girmesine karşı ilk anda dünyanın “Tüm Müslümanlarından destek bekliyoruz” diyerek çağrı yapmıştı. Neden sonra onun yerine “tüm insanlık” demeyi tercih etti. En görkemli protestolar Londra’da ve New York’ta yapıldı. Barışçı Yahudilerin güçlü katılımını pek çok yerde, Tel Aviv’de bile gördük. Sonrasında mezhepler üzerinden Filistin’e uzak ve yakın durmaları daha doğrusu rol alanın da almaya çalışanın da diğer İslam ülkelerini peşinden sürükleme politikalarını da gördük. Eş zamanlı Batı’da pek çok devletin Filistin’i devlet olarak tanıdığını da… Hamas’ın Sunni olduğu kadar İran’ın Şii olarak nasıl bu meselede lider olacağı, olabileceği de kimileri tarafından çok tartışıldı. 2012’de Suriye’yi terk eden Hamas’ın 10 yıl sonra Suriye’ye nasıl ve neden dönmek istediği de çok konuşuldu. Arap Baharı öncesi Filistin meselesinde öncü Suriye’nin Arap Baharı sonrası güçsüzlükten mi yoksa başka bir sebepten mi olduğu tartışmalı olan sessizliği de çok konuşuldu. Onun nasıl bu kadar sessiz hâle geldiğini diğer ülkeler ve mesela AKP de düşünebilir, konuşabilir tabii isterse.

Tam şu sıralarda bir yandan da Bangladeş’te siyasal İslamcıların hükümeti istifa ettirip başbakanının da Hindistan’a kaçtığını okuyorum. Çin ise Bangladeş’teki yeni döneme hızla ve büyük destek vermiş.

Dinler üzerinden siyaset böylece karman çorman bir hal alıyor işler iyice karışıyor…

Hindistan’ın Keşmir dolayısıyla Müslümanlarla gergin ve baskıcı bir ilişkisi varken Bangladeş’ten de Hindulara yapılan şiddet videoları görmeye başladım. Uygur Türklerine karşı hem dini hem ulusal baskı uygulamaları dolayısıyla Batı’nın Çin’i sıkça eleştirdiğini de biliyorsunuzdur.

Nasıl tasnif edersiniz bu durumu o halde?

İsveç’in İslamcı Taliban ile Afganistan’da başlattığı sosyal projeler ve yatırımlarını YouTube’da ağzım açık izliyorum diğer gelişmelerle birlikte tam bu sıralarda.

Oysa aynı İsveç, Kur’an’ın yakılmasına izin verdiği için güçlü biçimde eleştiriliyordu aynı sıralarda. Biraz daha mı karıştı işler böylece… İsveç tanımış mıydı Filistin’i? İzin verin bakayım… İşte buldum: 2014’te Filistin’i tanıyan ilk Avrupa Birliği (AB) ülkesiymiş. 

Din ilişkileri izah etmiyor yani durumu. Haçlı Birliği demek de İslam Birliği demek de kapitalizmin yolculuğunu anlatmaz.

Uzaklardan geleyim ülkeme… Yine tam şu anda daha önce bu kadar belirgin olarak görmediklerimi görüyorum…

Eskisinden çok daha yoğun olarak din üzerinden karşılıklı popülist ve tahrik edici, propagandif paylaşımları o kadar çok sık görüyorum ki mecburen Goebbels’ten de bahsedeceğim bir ara. Filistin, İsrail, Bangladeş’ten kısmen veya tamamen manipüle edilmiş sosyal medya paylaşımlarını da bu yüzden yazmak zorunda kaldım. Gazeteler temkinli ama sosyal medya paylaşımlarının etkileşimi o kadar yüksek ki ‘Ben geliyorum’ diye bağırıyor şiddet. İnsanların nasıl yaşayacağına, inancına karışmak, hedef göstermek, en son Dilruba’yı sokak röportajında tutuklamak da bu durumu köpürtüyor tabii. Kabataş semti bir yalanla anılır oldu artık ama kimin umurunda. Propaganda yapanların bizatihi kendisi ne yaptığını ve gerçeği iyi biliyor bana kalırsa. Bilmeseler böyle tahrif de edemezler çünkü. İşte tüm bunlar Eskişehir’de 18 yaşındaki saldırgan Arda’ya kadar ulaşıyor. Uzağımızda değil yazılanlar…

Bir nefes arası izin verin lütfen, düşünüp biraz anlatmam lazım gördüğümü, duyduğumu.

Özellikle Filistin meselesi orada vaktiyle mücadele yürüten solcuların etkisiyle uzunca bir dönem ve aslında hala Türkiye’de soldan sorulur. Deniz Gezmiş’i söylesem yeterli olur sanırım. Diğerlerini Google’a sorsanız kolayca öğrenirsiniz. Benim de defalarca bazen İstiklal Caddesi bazen İsrail konsolosluğu önünde üstelik pek çok parti ve kurumla katıldığım Filistin’e destek eylemleri (90 sonları 2000’lerin başından bahsediyorum) genelde zayıf geçerdi. Aklıma takılan pek çok soru olurdu haliyle: Solcular bu desteği veriyor diye mi zayıf geçiyordu protestolar? Filistin’e de kayıtsız olamazlar! Solun tavrını beğenmemeleri ayrı ama gücü olmadığı için mi böyle oluyor? Fakat pek çok sol kurumla birlikte İslamcı bir kurumun da dahil olduğu eylem de aynı zayıflıkta geçmişti…

Olan neydi ve biz ne yaşıyorduk?

Elbette doğru olduğunu düşündüğünüz tavırdaki iradeniz başka ama insanların ilgisizliğini de anlamamız gerekmez miydi? Neydi olan biten? Korku, kaygı, umutsuzluk, bıkmışlık mı? Solda ağırlıkla devlet baskısının sonucunda olduğunu düşündüğümüz şey sağda da oldu bana kalırsa… Sol ağır şiddete maruz kalırken sağ ise tersine zenginlikle ilkesizce tanışmasının sonucunda ilgisizleşti kendinden gayrısına. Çürüme sağ siyasette zirvede artık ve Erdoğan’ın “İsrail’e bir gece ansızın gireriz” demesine kendi medyaları bile inanmadı, söylenmemiş gibi hiç konuşmadı. Bu inançsızlık döneminde solun çıkış yapamaması ise bu yazının konusu değil. 

Fakat sonradan daha net fark ettiğim garip bir şey daha oluyor. Suriye’den gelen göçmenler ve Afganlar sonrasında garip bir şekilde “Din kardeşliği” söyleminin etkili olmadığını iktidara oy verenlerin de bu konuda pek oralı olmadığını gördüm. (Ah be Kemal! Biraz önce 2000’lerde de bu ilgisizliğin olduğunu söylemedin mi?) Politik doğruculukla anketlerde söylenenler başka olabilir ama durum günlük yaşamda öyle değil demek ki. Belki de Suriyeli göçmenlere karşı en son Kayseri’de yapılan saldırılar durumu izah ediyordur. Sağın kalesi, önemli bir şehirde “Din kardeşliği”nin etkili olması hâliyle beklenirdi. Saldırı yapanların pek çoğunun sabıkasının olduğu resmi makamlarca söylense de bu bilgi ne kadar etkili olacak henüz bilmiyoruz. İstismarcı bir Suriyeli göçmen vesilesiyle evi, dükkanı basılan tüm Suriyelilerin kim ve ne olduğu, ne düşündüğü bilinerek bu saldırılar yapılıyor olamazdı sonuçta. Aksi halde büyük bir organizasyon var demektir. Bunun ekonomik sıkıntılarla, geçim derdiyle de bağını kurabilirsiniz ama bence tam olarak öyle değil. Nihayet Kürtler de büyük çoğunlukla Müslüman ama bu aynılık devletin onları dışlamasına engel olmadı, biliyorsunuz. Buradaki mesele dinle değil milliyetçi politikalarla, ulusalcılıkla ilgili olmalı.

Daha fazla uzatmadan direkt söyleyeyim. Türk-İslam sentezi olarak sık söylenen Türkiye’nin resmi ideolojisi hep Türk olmanın daha baskın olduğu İslam’ın Türklükten sonra ikincil olduğu ve hatta bazen Şamanizm dönemlerine gönderme yapan bir hali de vardı. Youtube’da “Türkler nasıl Müslüman oldu” gibi videolarının ne kadar çok seyredildiğini görebilirsiniz mesela. 2024 Avrupa Futbol Şampiyonası’nda Türkiye Milli Futbol Takımı’ndan bir futbolcunun Bozkurt işareti yapmasıyla başlayan tartışma bile böyleydi bana kalırsa. Bozkurt, İslam öncesi döneme göndermedir bir yandan da. Oysa bir Müslüman, odasında, elbisesinde hayvanları işaret eden simge, sembol, herhangi bir resim varsa namaz kılamaz, ibadeti kabul olmaz dini olarak. AKP’li yöneticiler de İlahiyatçılar da bunu benden çok daha iyi biliyordur muhakkak. İşte işler yine karışıyor. AKP siyasi olarak sembolü sahiplendiğini açıkladı. Bu da benim açımdan Türklüğün daha belirleyici olduğunu anlattı. Çünkü muradınızdan gayrı olarak İslam öncesi sembollerle tartışmak en azından bu konjonktürde ciddi sorun çıkarır. Ama dinler konjonktüre göre tavır değiştirir mi? Siyasetçileri evet… Ve yine bu açıdan Türkçe Ezan tartışmaları arada bir yapılsa da Türkçülerin çoğunluğu en azından resmi açıklamalarında bunu istemez ve reddeder. Karmaşık görünen bu durum aslında karmaşık değil bana kalırsa ama konumuz bu değil şimdi. Bunlar durumu anlamak, anladığımı anlatmak için aklımdan akanlar. 

MHP’yi bile geride bırakacak yeni bir milliyetçilik akımı ortaya çıkıyor demeyeceğim. Ortaya çıktı da büyüyüp büyümeyeceğini bilmiyoruz sadece.

Filistin’e sağ siyasetin kayıtsızlığı da böyle. Resmi, politik doğrucu açıklamaları geçiniz lütfen. Öyle açıklama yapan sağ pratikte böyle mi yapar normalde (Evet, yapar be Kemal, nerede yaşıyorsun acaba!). İsrail ile ticaret zar zor, onca mücadele sonunda askıya alındı. O askı halinde bile ticaretin bazen Azerbaycan, bazen Yunanistan üzerinden sürdüğünü iddia edenler var. Yalanlandı mı bu iddialar, bilmiyorum. Kendi açımdan bir solcu olarak, Arafat’ın dahi hayal kırıklığı yarattığı zamanlardan sonra Müslüman Kardeşler’in kurduğu Hamas ve onun Siyasi Büro Şefi Haniye’ye siyaseten uzak olduğum halde resmi olmayan yasımı içimden tutarken, öldürüldüğünde hem Filistin hem dünya için kaygılanıyorken farklı ekollerden sağcı, İslamcı tanışlarımın kayıtsızlığı ilginçti. Onları gözlerimle gördüm, kulağımla duydum ve bunu abartmadığımı siz de biliyorsunuz. 

Yaşadığımız, içselleştirmenin değil politik doğruculuk yapmanın yani söylemde hata yapmamanın dönemi. Oysa içselleştiren insan dilde de pek hata yapmazdı.

Türkiye’ye biraz daha içeriye nihayet gelebildim. Eskişehir’de hiç beklenmeyen, genelde huzurlu olduğunu bildiğim bir yerde 18 yaşında bir gencin üzerine giydiği hücum yeleği, kaskı, gözlüğü, eldivenleri ile parkta oturan, çay içen yurttaşları bıçakla rastgele yaraladığı canlı yayın videosunu henüz görüyorken, iktidar ‘’bilgisayar oyunundan etkilenmiş’’ diye hükmü vermişti bile çoktan. Oysa saldırganın yazdıklarını okuyunca Kürtleri, Feministleri, göçmenleri, Yahudileri ve hatta kararını beğenmediği hakimleri, sokak hayvanlarını nasıl öldüreceği, nasıl zarar vereceğini düşündüğünü de görüyoruz. Bunları anlatırken Türkçesinin genelde düzgün olduğu kadar kavramları yerli yerinde kullandığını da görüyorum. Benim bu yazımdaki tashihler bile onun manifestosundan daha çok olabilir. 

Böylece ve şimdi en sevdiğim konuya geldik: Eğitim şart…

Oluyor muymuş eğitimle!

Eğitimli işte…

Üstelik kavramlardan, tartışmalardan ayrıntılı olarak haberdar ve hakim bir saldırgan karşımızdaki.

Uzun zaman bilinç tartışması yaptık ama bilinç de yetmiyor diğerkam olmaya.

Bilinçle, eğitimle iyi olmak, başkasını dert etmek arasında otomatik bir bağ yok ve hiç olmadı da.

O sık alay edilen naif kısma da geldik nihayet: Dünyayı güzellik kurtaracak ve bir insanı sevmekle başlayacak her şey… ( Zülfü Livaneli) 

Bin kere yazıldı Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels iki üniversite okumuş, hatta doktorası da var. Üstelik Alman üniversitelerinde okumanın diğer ülkelere göre daha zor olduğunu düşünürseniz gayet de çalışkan birinden bahsediyoruz.

Liyakat meselesi de böyle. Herkes işini iyi bilen birileri başa geçsin diyor ama işini iyi biliyor olan vicdanlı da oluyor mu otomatik olarak…

Mesela  işini iyi bilen bir mimar bir hastaneyi tercihen halkın kullanımını zorlaştıracak şekilde yapabilir mi? Böyle hastaneleri görmediniz mi? Hatta halkın kullanımına uygun hastaneleri daha az görmüş olabilirsiniz. Yıllar boyunca çocuğum her nefes krizine girdiğinde onlarca çocukla birlikte Çapa Tıp Fakültesi’nin havasız, lağım kokulu bodrumunda yer alan salonda neden sıra beklemiştik? Para mı yoktu ya da beton mu kalmamıştı açık ve havadar bir bina yapacak? Yahut eski binaları restore edecek birikim mi yoktu? Hepsi vardı ama devlet hastanelerini şehrin değerli yerlerinden uzaklaştırma politikası daha çok vardı. “Gelmeyin buraya!” diye işte tam olarak böyle denirdi. Bu politikaları yapanlar da liyakatlilerdi ve işlerini iyi biliyordu ki gerçekten de sizi özel hastanelere hızla sürüklüyorlardı böylece. Neyse…

Eskişehir’deki saldırganın video çekim tarzına bakarak “bilgisayar oyunundan etkilenmiş” derseniz şekilci bir değerlendirmeyle durumu anlayamayacağınızı iddia ederim. Bu şekilcilikle, saldırganın kullandığı alfabeyi bile suçlu bulabilirsiniz. Bunlar hep Latin alfabesinden sebep. Haliyle bıçaklar da suçlu olabilir. Oysa aynı alfabe ve bıçak yaşamı kurtaran da olur nasıl kullandığınıza bağlı olarak.

Bilgisayar oyunları suçlu tabii… Yoksa ülkemde Kürtlere, göçmenlere, İstanbul Sözleşmesi’ni iptal ederek kadınların yaşamlarını daha da boğmaya neden olan baskı, şiddet dili yok çünkü. Bunlar hep Batı’nın uydurmaları! Göçmenlerden nefret edenler doğduğu andan itibaren kendi yaşamlarının da bir göçmenlik hikayesi olduğunu bilmiyor değil. 90’larda evleri yakılarak Batı’ya göçse de Kürtler, ben gibi Karadenizlilerin çoğu ekonomik nedenlerle göçenler değil miyiz? Öyle ya da böyle çoğumuzun köylerden şehre gelmesi daha kaç yıl önceydi şunun şurasında? Tam şu anda Kürtlerin düğünleri dahi basılıyor. Kürtçe ‘Kınayı Getir’ şarkısını söyleyerek ne demek istedin diye soruluyor karakollarda. Birkaç sene önce Kürtçe şarkı söyleyen Cihan (adı bile dünya) hem dünyanın (Kadıköy) hem de göğsünün ortasından bıçaklanarak öldürüldü. Hatırladınız mı Sakarya’da bir baba oğul aralarında konuşurken onları duyan ve sonrasında katledecek adamın sorduğunu: “Kürt müsünüz Arap mı?’’

Dillerini bilmediği iki halkı ayırt edemese de derdi öldürmek, saldırmak.

Hitler’in Yahudileri nasıl öldürdüğü bilinir ama 400 bin engelli Almanı da öldürdüğü pek söylenmez. Şiddet ve katliam başladığında mutlaka bir aşamada içine de dönüyor. 

Eskişehir’deki saldırgan cami civarındaki parkta çay içen, oturan yaşlıları seçmiş. Yeni Zelanda’da ibadet eden Müslümanları katledene de İsveç’te eşitlik ve adalet diyen gençleri öldüren katile de hayranmış.

2011 tarihli “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” filmi bir çocuğun şiddete yönelmesi kadar ve belki de daha çok yaşanacak soruna ilişkin konuşulmaması üzerine.

“Bilmek” ile vicdanlı ve iyi olmak arasındaki bağın zayıflığı üzerine biraz daha konuşmalıyız. Çünkü kötüler de pekala bilerek yapıyor kötülüğünü.

İktidarlar hakkında çok konuşmalıyız…


*2011 tarihli “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” filminden mülhem

Olimpiyatlar, Paris, Göçmenler, Instagram ve Lavuk

Normalleşmenin Olağan Seyri

Bir Gösterme Zorunluluğu Olarak “El Öpme ve El Öptürme”