Olimpiyat Endüstrisinin Dayattıkları ve Bizim Hazin Başarısızlığımız

Paris olimpiyatları uzun zamandır önemli bir gündem olarak önümüzde duruyor. Hem organizasyon öncesi tartışmalar ve beklentiler hem de organizasyonun açılış ve kapanışı arasında geçen sürede yaşananların dünya kamuoyuna yansımaları bir polemik başlığı olarak sivrilmeyi başardı.

Türkiye’nin aldığı ve özellikle de “alamadığı” madalyalar ise ülkemiz için bir kaos iklimini çağırmış durumda. 

Olimpiyatlar, en başından bu yana yani “antikiteden modernizme” uzanan zaman dilimi boyunca siyasi ve ekonomik bir tartışma alanının içerisinde yer buldu. Bu durum kimi zaman esnese de modern olimpiyatlar, sınıfsal mücadelelerin yansıması altında ve güncel siyasetin gölgesinde belirlenirken, çoğu zaman bir “propaganda savaşı” hâlini aldı. Sporun bu genel hâli değişmiş değil. 2024 Paris Yaz Olimpiyatları da bu koskoca tarihin küçük bir momenti olarak kıyaslanmaya, eleştirilmeye ve hatırlanmaya devam edecek. 

OLİMPİYATLARIN KARA KUTUSUNDA NELER VAR?

Spor ile iç içe bir yaz geçirdiğimizi söyleyebiliriz. Avrupa Futbol Şampiyonası, tenis turnuvaları ve ardından gelen 2024 Paris Yaz Olimpiyatları, birçok insanı ekrana bağladı ve gündemin “spor” üzerinden şekillenmesine neden oldu. 

Sporun en önemli özelliklerinden birisi olarak da değerlendirilir. Spor, birçok toplumdan ya da sınıfsal kökenden insanı aynı stadyumda ya da organizasyonda buluşturur ve spor olgusuna yöneten, eyleyen ve izleyenler tarafından “birleştirici” bir meziyet yakıştırılır. Oysaki bu sözde “birleştiricilik”, yanında keskin ayrışma noktalarını hem beraberinde getirir hem de bunları daha görünür kılar. Güncel siyasetin üzerine bina edilen sportif müsabaka ve organizasyonlar, yapıldığı dönemin çelişkilerini ve ideolojik iklimini de yansıtmayı ihmal etmez.

2024 Paris Yaz Olimpiyat Oyunları’nda da böyle oldu. Örneğin, daha önce Rusya-Ukrayna Savaşı referansıyla alınan kararda Rus sporcularına uygulanan sert ambargo, sayısız Filistinliyi katleden İsrail söz konusu olunca görmezden gelindi ve rafa kaldırıldı. Bu, “olimpiyatlara siyaset damga vurdu” söylemlerini akla getirse de yaşananlar elbette ki ne yeni ne de orijinal…

Çünkü siyaset en başından beri olimpik sporların içerisinde…

Olimpiyatları düzenleyen Fransa ise Avrupa’da son dönemde yükselen aşırı sağ ve faşizm tartışmalarının gölgesinde olimpiyatları biraz da bir “çıkış yolu” olarak gördü kendisine. Bu genellikle böyledir, olimpiyatlar ve genel olarak da spor, sınıfsal, siyasal ve ekonomik bir kategori olarak her zaman egemenlerin elinde kullanışlı bir araç olagelmiştir. Ayrıca bir “arınma/aklanma” (sportswashing) başlığı olarak böyle küresel organizasyonlar her zaman alıcı bulurlar. 

Bu yaklaşımlara başka örnekler bulmak da olanaklıdır. 1936 Münih’e Nazi propagandası hükmetmiştir. Mesela, olimpiyatlar öncesi ve esnasında toplama kamplarına yerleştirilen ve Gestapo’nun terörizmi ile karşı karşıya kalan insanlar ile birlikte, ajitatif unsurların kısa süreliğine gizlenmesi ve hatta Berlin’in çok yakınlarında Sachsenhausen’de bir toplama kampının inşası “atlanması” mümkün şeyler değildir herhalde, değil mi?

1936 Berlin bu açıdan “muntazam” bir örnektir. Nazilerin 10 Mayıs 1933 tarihli “Kitap Yakımı” ayininde,  “Alman ruhuna aykırı olmadığı” gerekçesiyle kitaplarını yaktığı yazar Heinrich Mann, Nazilerin olimpiyat düzenleme hedefi için şunu söyler:

“Zorla çalışma ve kitlelerin köleleştirilmesi üzerine inşa edilen, savaşa hazırlanan, yalanlara dayalı bir propaganda geliştiren bir rejim, nasıl özgür ve barışçı olimpiyat oyunlarını gerçekleştirebilir?”

1972 Münih’e ise İsrail-Filistin gerilimi ve İsrail sporcularına saldırı damga vururken, 1980 Moskova, emperyalist blok tarafından protesto edilir; 1968 Meksika’da ise Tommie Smith ve John Carlos’un sıkılı yumrukları, sporcuların siyasi eylemlerine ev sahipliği yapar. Siyasi iklimin belirlediği olimpiyatlardan bazılarıdır bunlar. 

Olimpiyatlar, spor ve siyaset yan yana, göz hizasındadır.

(Berlin 1936 – Spor “Piktogramları”)

MODERN OLİMPİYATLARIN EKONOMİSİ VE “SPONSOR KAPİTALİZMİ”

Olimpiyatlar, öteden beri ülkeler için önemli “ekonomik” konular arasında yer alır. Hangi ülkelerin olimpiyat düzenleme hakkını elde edeceği hem bir prestij hem de bir “iktisadi kalkınma” hamlesi olarak anlam kazanır. Ancak bu durum son dönemde fazlasıyla değişikliğe uğramış halde ve artık yeni konuşulan konular arasında olimpiyatların ülkeler için ne kadar ‘akla yatkın olduğu sorusu bulunuyor. 

Son araştırmalara göre, olimpiyat düzenlemenin maliyeti 20’nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren artmaya başladı ve bu artış sona ermiş de değil. Yapılan araştırmalarda, özellikle 1970’li yıllardan sonra, kritik seviyede bir maliyetin söz konusu olduğu belirlenirken bunun esas nedeninin “olimpik spor kategorisine giren branş, sporcu ve katılımcı sayısının artması” olarak gösteriliyor. Elbette ki buna ülkelerin yaptığı “diğer” harcamaların da eklendiğini hatırlatmak zorundayız.

Olimpiyat düzenleme hakkını kazanan pek çok kent, uzun yıllar süren mali risklerle de karşı karşıya kalmış durumda. Örneğin 1976 yaz olimpiyatlarına ev sahipliği yapan Montreal’in (Kanada) ayrılan bütçeyi ziyadesiyle aşan harcamalar nedeniyle altına girdiği borçları ödemesinin neredeyse 30 yıl sürdüğü bilinen örnekler arasında yer alıyor. 1976 Montreal, belirlenen maliyetin yüzde 720 üzerine çıkmasıyla hâlâ akıllarda.

Öte yandan bu konuda yapılan en kapsamlı araştırma, Oxford Üniversitesi’nden Alexander Budzier ve Bent Flyvbjerg tarafından gerçekleştirilen “Oxford Olympics Study” isimli çalışma.  2024’te güncellenen araştırmanın sonuçlarına göre, “olimpiyatların hiçbir zaman planlanan bütçe içerisinde kalamadığı ve bu durumun artık olimpiyatların yapılabilirliği için bir tehdit içerdiği” yönünde. Bu, haliyle kapitalist ekonomiye ve sermaye aklına yaslanan olimpiyatların geleceği için endişe verici bir senaryo.

(Yaz Olimpiyat Oyunlarında Kâr ya da Zarar Eden Şehirler)

(1996-2024 Arasında Düzenlenen Olimpiyat Oyunlarının Harcamaları-Dolar)

Yine aynı araştırmaya göre, diğerlerine oranla “düşük maliyetli” olduğu öne sürülen Paris 2024’ün faturası ise 8,7 milyar dolar civarında. Buna göre bu meblağ, reel olarak yüzde 115 “maliyet aşımı” anlamına geliyor. Bu tutar, Rio (Brezilya) 2016 olimpiyatları için 23,6 milyar dolar (Yüzde 352 maliyet aşımı) iken, Tokyo (Japonya) 2020 için ise 13,7 milyar dolar (Yüzde 128 maliyet aşımı) seviyelerinde görünüyor. Özetle, Oxford Üniversitesi’nden akademisyenlerin yaptığı çalışmaya göre günümüzde yaz olimpiyatlarının ortalama maliyeti 8 milyar Amerikan dolarını buluyor. Yaz olimpiyatlarına göre nispeten küçük ölçekli olan kış oyunlarında da durumun çok farklı seyretmediğini aktaran çalışma, Rusya’nın Soçi kentinde 2014’te düzenlenen olimpiyatların maliyetinin 28,9 milyar dolar, Pekin’de 2022’de gerçekleştirilen olimpiyat oyunlarının maliyetinin ise 8,7 milyar doları bulmuş durumda olduğunu tespit ediyor.

Haziran 2024’te ise Deutsche Bank, kapsamlı spor organizasyonlarının ekonomiye etkisine dair bir araştırma yayımlamıştı. Sonuçlara göre, Olimpiyatlara veya FIFA Dünya Kupası’na ev sahipliği yapan ülkelerin yeni stadyumlar ve kamusal altyapı için yapılan ve çoğunlukla büyük ve devlet tarafından finanse edilen yatırım dalgalarından “nadiren” olumlu ekonomik veya sosyal getiri elde ettiği ortaya çıktı. Bu durum, olimpiyatların ekonomikliğine dönük yerleşen algıların yerle bir olduğu anlamına da gelmekte. 

Öte yandan olimpiyatlar açısından vaziyet, yalnızca ülkelerin yaptıkları harcama veya gelir/zarar durumları açısından yapılacak bir değerlendirmeye sıkışmayacak kadar farklı ekonomik başlıklar da içeriyor. Bunlardan bir diğeri de sponsorluklar. Şirketlerin, marka bilinirliğini arttırmak, ‘kazan-kazan’ ortaklığı içerisinde sermaye sınıfının pazarlama ve tüketim hedeflerini desteklemek ve şirketler arası imaj geçişkenliğini olanaklı kılmak amaçları ile tasarladıkları sponsorluk çalışmaları, günümüzde sportif organizasyonlar için ‘olmazsa olmaz’ bir hâl almış durumda. 

(Olimpiyat Oyunları (Yaz & Kış) ile Dünya Kupası Organizasyonlarının Mali Fazla ve Açık Durumu)

Sponsorluk, gelişim olarak dört farklı gelişim dinamiği gösterir. Özellikle 1960 yılları ile 1984 yılları arasında “televizyon ve gizli reklamlar” olarak tarif edilen dönem bir öncü dönem olarak değerlendirilir. Bunu izleyen saha kenarı ve reklam dönemindeyse kurumsallaşma, profesyonelleşme ve akabinde giderek ekonomik hedeflerin önem kazanması sonucunda, sponsorluğun sermaye sınıfının elinde önemli bir kazanç aracı olarak anlam bulmaya başladığını görürüz. Sponsorluk denildiğinde akla yalnızca tek bir şeyin gelmemesi ve bunun çok denklemli bir süreç olması ise patronların kazanç kapılarının son derece “dinamik” olduğunu gösteriyor.

(Dünden Bugüne Olimpiyat Sponsorlukları-Mediacat)

Tam da burada, olimpiyat oyunları bizlere önemli veriler sunuyor. 1984 yılında yapılan Los Angeles Olimpiyatları’nda oyunların hükümetler tarafından desteklenmesi, Visa kredi kartının 1988 Olimpiyatları’nın resmi sponsorluğunu üstlenmesi, bu kartla yapılan her işlem için “olimpiyat komitesine armağanlar vermesi” ve uygulamaya kart sahiplerini de dâhil etmesi çarpıcı örneklerden sayılabilir. Bunlarla birlikte, 1988 Calgary ve Seul Olimpiyat Oyunları’nda reklam ve sponsorluk için IOC (Uluslararası Olimpiyat Komitesi)’nin bir şirket kurduğunu da biliyoruz. O dönemin verilerine göre söylersek, IOC’nin 190 şirketten 120 milyon dolar kazandığı iddiası ve olimpiyatları yayımlayan NBC kanalında diğer şirketlerin yayınlarının yapılmaması için kanala ödenen ciddi meblağların oluşu günümüzü de açıklama konusunda fikir verici.

Bunların dışında başka örnekler bulmak da olanaksız değil. Küresel bir firma olan Coca Cola’nın, televizyon kanalında alkol içermeyen içecek reklamlarının olmaması için 60 milyon dolar, General Motors’un yerli araba ve kamyon kategorisinde sadece kendi reklamlarının yayımlanması için 50 milyon dolar, McDonald’s’ın kendi restoranının dışında başka bir firmanın yer almaması için yine 50 milyon dolar ve Budweiser ile Visa’nın da 40 milyon dolar kadar parayı yine benzer gerekçelerle ve sponsorluk başlığı altında ödemesi, sponsorluğun da kendi başına bir endüstriye dönüşme eğilimi taşıdığını işaret ediyor. 

Günümüze gelirsek, ortaya konan araştırmalara göre, Paris 2024 öncesinde olimpiyat organizatörlerinin, 1,24 milyar Euro’luk sponsorluk geliri hedefine ulaşacakları tahmin edilmişti. Bunun, henüz bitmiş olimpiyatlar için ne ölçüde gerçekleştiğini ise süreç gösterecek. Ancak Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin (IOC), milyon dolarlarla açıklanabilecek sözleşmeler yaptığı, 14 en üst ortağının dışında, Paris 2024 için üç sponsorluk kademesinin bulunduğu bilinenler arasındaydı. Bunlar, “global, resmi ve premium” ortaklıklar olarak sıralandı. Süpermarket zinciri, havayolu sektörü, etkinlik yönetimi ve teknoloji firması enerji şirketleri, telekomünikasyon vb. gibi önde gelen firmalar olimpiyatlarda cirit atıyor ve çoğunlukla yapılan anlaşmaların mali koşulları kamuoyuna açıklanmıyor. Fakat iddialara göre,  premium ortakların bu anlaşmalar için 80 milyon ile 150 milyon Euro arasında ödeme yaptığı da konuşulanlar arasında yer alıyordu.

Özetle, siyaset ve ekonominin bu kadar iç içe girdiği ve olimpiyatların kazanç kapısı olarak öne çıktığı kapitalist dünyada ve küresel ölçekte gerçekleşen, gösteri öğeleri öne çıkan bir “spor” organizasyonunda, her tür kirin üremesi ve dolaşıma girmesi “olağan” görülebilir.

PARİS’TE TANTANA: BİZİM ACIKLI HİKÂYEMİZDE NE VAR?

Olimpiyatları ekonomik, siyasi ve sportif açıdan etüt etmek kimi “lokal” örneklerde de mümkün elbet. Bunun için en iyi örneklemlerden birisinin üzerinde bulunduğumuz coğrafya olduğunu söyleyebiliriz.

2024 Paris Yaz Olimpiyatları sona erdi ancak bu, ülkemizin yeni bir polemik safhasına adım attığını gösteriyor. Polemik başlıkları oldukça çeşitli. Türkiye altın madalya almak bir yana, olimpik sorunları olan bir ülke olduğunu, jimnastik, yüzme ve atletizm gibi ana spor branşlarında ciddi bir zayıflıkla karşı karşıya kaldığını, federasyonlarının işlevsizleştiğini kanıtlamış oldu.

Organizasyona 18 dalda 101 sporcu ile dahil olduk. Olimpiyatlardan 3 gümüş ve 5 bronz madalyayla dönen Türkiye, 206 ülke arasında 64’üncü oldu. Bu genel bir istatistik ancak işin başlangıcında unutulanlar var. Olimpiyat oyunlarında madalya almamak bir yere kadar ‘normal’ karşılanabilse de olimpiyatlar başlamadan ortaya çıkan skandallar hasır altı edilecek gibi değil. Güreş sporcusu Rıza Kayaalp, yasaklı madde kullandığı gerekçesiyle minderden geçici olarak men edildi ve Paris’e katılamadı. Hatta açılış gününde boks sporcusu Tuğrulhan Erdemir, CAS’taki doping davasını kaybedince elenmiş oldu. Yani, ‘başarısızlıklarımız’ yeni sayılmaz.

(Ülkemizde Olimpik Branşlara İlgi Düzeyi: “Voleybol Zirvede”-Ipsos)

Organizasyonda ise birçok branşta çuvalladık. Tekvando branşında Nafia Kuş haricinde pek varlık gösteremezken judoda iyi değildik. 1948 ile 1964 yılları arasında ciddi anlamda madalya deposu olarak kullandığımız güreşe ne demeli? 2016 Rio’dan beri altın alamıyoruz. Olimpiyatların ana ve geleneksel spor branşları olarak tarif edebileceğimiz, en çok madalyanın verildiği atletizm, jimnastik ve yüzmede neredeyiz? Takım sporlarında en başarılı branşımız olan ve büyük bir özveriye şahitlik ettiğimiz kadın voleybolda takımımızı içten içe kemirmek için daha çok çaba harcamamıza rağmen son olimpiyatta aldığımız 5’ncilik derecesine göre daha ilerideyiz. Kısıtlı sporcularımızla kısıtlı işler yapıyoruz. O da genellikle kişisel bir çaba ve muazzam bir özveri sonucunda başarılıyor. 

Mesela, halter branşında 1986’da Melbourne’de düzenlenen Dünya Halter Şampiyonası’nda Türkiye büyükelçiliğine sığınarak Türkiye’ye iltica eden, Turgut Özal ‘transferi’ Naim Süleymaoğlu, sonrasında Halil Mutlu ve Taner Sağır dışında nerededir madalyalarımız? “Ata sporu” diye iktidarın sürekli propaganda ettiği kimi olimpik branşlarda da yaşanan çöküş oysaki fazlasıyla görünür durumda. 

Hezimetleri kapatma konusundaki “mahir” özelliklerimiz ise devam ediyor. Atıcılık sporcumuz Yusuf Dikeç’in pozu, başarısızlıkları örten popüler bir hal alınca, hem Bakanlık hem de federasyonlar biraz olsun nefes almış oldu. Çok gecikmeden Cumhurbaşkanı Erdoğan, sporda başarıyı “inşaatla” kapatmaya girişti, Spor Bakanı Osman Aşkın Bak ise faturayı federasyonlara kesti.

(Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi (TMOK) / Görselleştiren: 10’un Yeri Spor Bülteni)

Kürsüde yer alabilecek potansiyellerimizi iyi yönetemediğimiz ortada. “Yönetme ehliyeti” var olan insanlar mı buradadır, ona dahi emin olmadığımız bir dönemden geçiyoruz. Bu şekilde gelecek jenerasyonların da heba olma riski ortalık yerde duruyor. Dünya şampiyonalarındaki gösterilen performansın neden olimpiyatlara yansımadığı da sorulacak sorular arasında yer alıyor. Sporcuların beslenmesinden, gündelik yaşamlarına kadar bir planlamadan yoksun olduğumuz seçiliyor. Kuru propagandanın ötesine geçemiyoruz. Genelde yeni isimler de çıkaramıyoruz. 

Olimpiyatlarda madalyaya yaklaşan ancak alamamış olsa da “şeref listesi” olarak bilinen ilk 8 sıraya girme potansiyelimizin dahi düştüğünü gözlemleyebiliyoruz.  Tokyo 2020’de 34 sporcumuz vardı listede, Paris 2024’te 7 sporcu geriledi bu liste. Tahminler de yanıldı. Örneğin ABD’nin prestijli spor dergisi Sports Illustrated’a göre Türkiye, Paris’ten dört altın ve 10 bronz madalyayla ayrılacaktı. 

Yani, 1984’ten bu yana en kötü performansımız…

İktidar, Bakanlık ya da Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi (TMOK)… Şimdi sıra, kimi federasyonlara müdahale ve birbirini suçlama aşamasında… Ülke sporumuz yine bir kriz döngüsünün içerisinde. Oysaki spor bir doğrultu, planlama ve tutarlı politika gerektirir. Her ne kadar başarı madalyayla ölçülmeyecek olsa da kapitalizmin olimpiyatlarında başarı hâlâ nicel…

O zaman kızmak yok birbirimize, çünkü bir koca girdap, bir büyük fiyaskodur bizimkisi…

Başvurular

(1): Müller, M., Gogishvili, D., & Wolfe, S. D. (2022). The structural deficit of the Olympics and the World Cup: Comparing costs against revenues over time. Environment and Planning A: Economy and Space, 54(6),1200-1218.

Voleybolumuzun Çoklu Sendromu: “Rakip, Trol, Hakaret…”

İspanya’nın Şampiyonluğu mu İngiltere’nin Kâbusu mu?

Futbolda “Lale Devri”ni Kim Bitirecek?