İnsanlığın, özgür aklın, yaratıcı düşüncenin, bilimin, sanatın ve demokrasinin düşmanı olan faşizm, yıkıcı bir ideoloji olarak ortaya çıktığından bu yana, kendinden başka hiçbir düşünceye, kendi varlığından başka hiçbir oluşuma izin vermeyerek, tarihin en karanlık sayfalarını kanın, baskının ve şiddetin diliyle yazdı.
Faşizm denince, insanlığı yücelere çıkaran sanat ve bilimi yaratanlara; sanatçılara, yazarlara, bilim insanlarına tarih boyunca zulmetmiş, demokrasi yerine şiddeti içselleştirmiş baskıcı ve ürkütücü bir ideoloji geliyor aklıma. Bu ideolojinin eklemlendiği asıl mekanizma da iktidar çarklarıdır her şeyden önce. Tarih boyunca devlet sistemleriyle iç içe geçen ve egemen güçlerin emrine giren faşizm, egemenlerin çıkarları doğrultusunda baskı, zor kullanma, şiddet, provokasyon, terör ve savaş gibi bin bir kılıkta çıkıyor karşımıza. Faşizmin en büyük hedefinin entelektüeller olması; bu ideolojinin özgür düşünceye, sorgulayan akla, demokrasinin erdemlerine düşman olmasından kaynaklanıyor elbette. Yaratıcı düşünce ve sorgulayan akıl; sanat, edebiyat, felsefe, bilim ve demokrasinin temelini oluşturur; sanat, felsefe ve edebiyat özgür insan düşüncesinin en önemli temsilleridir. Dolayısıyla, özgürlüğün ardına düşmüş sanatçıların, yazarların, filozofların faşizmin hedefinde olması hiç de şaşırtıcı bir durum değildir.
Hitler faşizmi döneminde ırkçı nedenler ileri sürülerek yüzlerce sanatçıya korkunç baskılar uygulandı; sanat eserleri yok edildi, kitaplar yakıldı. Stefan Zweig’ın dramatik yaşam öyküsünde de tanık olduğumuz gibi, ülkesinden ayrılmaya zorlanan birçok sanatçı, hiçbir yere ait olamamanın, sürgünlüğün ve yurtsuzluğun sancısını yıllar boyunca derinden yaşadılar. Dönemin kitap yakma olaylarını Bertolt Brecht o güçlü ve ironik dizeleriyle anlattı:
Buyurunca Hitler Hazretleri
Zararlı fikirlerle dolu kitapların yakılmasını
Halkın önünde, alanlarda,
Öküzler odun yığınlarına araba araba kitap taşıdı.
Gözden düşmüş şairlerden biri,
Hem de en iyilerinden biri,
Şöyle bir göz gezdirdi yakılacak listesine,
Gitti aklı başından:
Unutulmuştu kendi adı.
Hemen seğirtti çalışma odasına,
Sanki öfkesinden kanatlanmıştı.
O saat bir mektup karaladı zorbalara:
“Benimkileri de yakın!” dedi. “Benimkileri de!
Yapamazsınız bana bu kötülüğü,
Kenarda bırakamazsınız beni!
Ben de hep gerçeği söylemedim mi kitaplarımda?
Neden davranırsınız bana yalancıymışım gibi?
Yakın benimkileri de!”
Dürüst ve erdemli bir sanatçı duruşunun dillendirildiği bu dizeler, toplumsal gerçekçiliğin derin izlerini ve etkilerini taşıyordu. Nazilerin 10 Mayıs 1933’te Berlin’de Opera Meydanı’nda yaktığı o büyük ateş hafızalardan silinmedi. Aralarında Thomas Mann, Erich Maria Remarque, Henrich Heine, Karl Marx ve H.G. Wells gibi yazarlara da ait olan toplam 20 bin kitap Naziler tarafından yakıldı. Berlin’de aynı meydanda kitaplardan oluşan büyük ve görkemli bir anıtın yer alması, insanlığın kültür belleğindeki o manevi acıyı ne kadar hafifletebiliyor acaba?
KARANLIK DÖNEMLER
Bütün totaliter yönetimler, faşizmin yöntemlerinden yararlanmayı ilke edinmişlerdir. Ülkemizde 12 Mart ve 12 Eylül dönemi gibi, militarist güçlerce desteklenen faşizan ortam, kitabı ve dolayısıyla düşünceyi bir suçlu olarak değerlendirmiştir. O karanlık günlerde birçok genç insanın korku, üzüntü ve tedirginlik içinde evinde bulunan kitapları yakması acı bir anı olarak belleklerde yaşamaya devam etmektedir. Bir yandan da eğitim politikasını ellerinde tutan çevreler tarafından, yıllardan beri kitaptan, okumaktan ve dolayısıyla düşünmekten uzaklaştırılan bir gençlik kitlesi yaratılması hedeflenmiş ve bu konuda epeyce yol kat edilmiştir ne yazık ki. Okuyan ve düşünen bir gençliğin bilinç kazanmasından, toplumsal adaletsizlikleri sorgulayacak olmasından rahatsızlık duyulmuştur.
Ayrıca, 12 Eylül’ün karanlığında bir filmin yakılması olayını da unutamıyorum; Yorgun Savaşçı adlı film, dönemin yönetimi tarafından sakıncalı bulunmuş ve yakılarak imha edilmişti. Sanki bir kâbus gibiydi o günler.
Yakmak, yok etmek; yüzyıllardan beri faşizan düşüncenin özünü oluşturan edimler arasındadır; sadece kitaplar ve sanat eserleri değil, dogmaları reddeden özgür düşünceli insanlar, sanatçılar, filozoflar ve özgürlükçü bilim insanları da yakılmışlardır. Bruno adı, Orta çağ karanlığında yakılan bir aydın kişinin adı olarak tarihin en utanç veren olaylarından birini sürekli anımsatmaktadır insanlığa. Aynı Orta çağ zihniyeti bizde Nesimi’nin derisini yüzdürmüş, Hallac-ı Mansur’u darağacına göndermiştir. Bu karanlık sayfalar, faşizan düşüncenin şiddet içermesinin yanı sıra katı ve dogmatik yapısına, yeniliklere açık olmayan, despotik özüne de göndermeler yapar.
Orta çağı anlatan en etkileyici kitaplardan biri de Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı romanıdır. Bu romanda katedral kütüphanesinde saklanan ve gözlerden uzak tutularak unutturulmaya çalışılan nadide bir el yazması kitap ve bu kitabın çevresinde gelişen esrarengiz olaylar dile getirilir. Saklanan kitap kilise tarafından hoş karşılanmayan eserlerden biridir; insanlara gülmelerini öğütleyen bir kitaptır. Kilisenin o dönemdeki bağnaz yorumuna göre gülmek, hoş karşılanamayan bir eylemdir. Elbette, düşünen insan gülmeyi ihmal etmez; gülmek çoğu zaman düşünmekten kaynaklanır. Özgür düşünce ise dayatılan dogmalarla çelişir. Bağnazlık, toplumsal baskının ve faşizmin kaynakları arasında yer alır; sadece kutsal kitaplarda yer alan öğütlerle devletin, toplumun ve insanlığın yönetilemeyeceği apaçık bir gerçekliktir. O nedenle, aydınlanmacı düşünürlerden Immanuel Kant, “Aydınlanmanın şiarı şudur: Kendi aklını kullanma cesaretini göster” der. Mesele, dogmaları esas almak değil, insan aklını esas almaktır.
Yasaklamalar, faşizan zihniyetin başlıca uygulamaları arasındadır. Kitap yasaklamalar, dergi ya da gazete kapatmalar, matbaalara baskın yapmalar… İster yeryüzünün başka bir noktasında, isterse ülkemizde olsun; bu uygulamaların tümü özde aynıdır. Günümüzde Avrupa ve Amerika’nın “ileri demokratik” ülkelerinde bile kitap yasaklama olaylarıyla karşılaşabiliyoruz.
Son günlerde ülkemizde bazı sosyal medya uygulamalarının ani bir kararla yasaklanması; insanların haber alma, yorumlama ve düşünme özgürlüklerine vurulmuş bir darbe olarak nitelendirilmektedir.
George Orwell’in 1984 adlı distopik romanındaki sözü geliyor aklıma: “Düşünün. Çünkü henüz yasaklanmadı.” Yazarın kitapta yer alan başka bir cümlesi de şöyle: “Çalışmaktan başka her şey yasaklanmıştı: Sokakta yürümek, eğlenmek, şarkı söylemek, her şey yasaklanmıştı.” Totaliter sistem ideolojisinde yasaklar daima baş roldedir. İnsanın düşünmesinin ve sorgulamasının yanı sıra gülmesi, neşelenmesi, eğlenmesi ve mutlu olması bile istenmez böyle bir sistemde.
GEÇMİŞTE AYDINLAR VE ESERLERİNE BASKI VE YASAKLAMALAR
Tarih boyunca yazarlar üzerindeki baskılar konusunda pek çok olay ve birçok kişi vardır ilk anda akla gelen. II. Abdülhamit döneminde yazarlar üzerindeki baskı ve sürgün uygulamaları inanılmaz boyuttaydı. O dönemde, yönetimin bu türden baskılara yönelme nedeni, tarih biliminin gerçekçi yorumlarıyla açıklanabilecek bir olgudur. Dönemin önemli aydınlarından Namık Kemal’in yaşamı Akdeniz ve Ege adalarındaki uzun sürgün yıllarında tükenmiştir. 19. yüzyılda edebiyatımızda çığır açan Servet-i Fünûn dergisinin, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Edebiyat ve Hukuk başlıklı yazısı yüzünden süresiz kapatılması, modernizme açılan yenilikçi bir edebiyat akımını ne yazık ki bir anda yok etmiş; dergi çevresinde yer alan aydın ve şairlerin savrulup gitmelerine yol açmıştır.
Cumhuriyet döneminde Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin’in ve 1940 kuşağının uğradığı baskı ve yıldırma politikalarını da anabiliriz aynı konuda. Dönem hükümetinin, II. Dünya Savaşı karanlığının etkisiyle sosyalist aydınlar üzerinde gerçekleştirdiği baskıcı uygulamaları, hapis ve sürgünleri de göz ardı etmemek gerekir. 1940 kuşağı şair ve yazarlarının eserleri yıllarca okullarda okutulmadı; kitapları sık sık yasaklandı. Ama düşünce ve sanatın yasak ve baskı kabul etmez niteliği, burada da kendini gösterdi, insanlarımız gizlice elden ele dolaştırıp okudular onların şiirlerini, yazılarını. 1950’lerde başa geçen yönetim, aydınlar üzerindeki baskıları daha yoğun biçimde devam ettirdiği için ülkemizde uzun yıllar boyunca özgür düşüncenin önü bir türlü açılamadı.
Faşizm, edebiyatta ve sanatın pek çok dalında bir yıkıcı olgu olarak ele alınmıştır. Picasso, Guernica tablosunda, İspanya İç Savaşı’nda faşizmin yarattığı tüm acıları modernist resmin kendine özgü gerçekliği içinde dile getirmiştir.
Ülkemiz edebiyatında, özellikle darbe dönemlerinin anlatıldığı roman ve öykülerde, faşizmin bireyler ve aileler üzerindeki yıkıcı etkileri üzerinde durulmuştur. 12 Mart ve 12 Eylül’ün anlatıldığı kurmaca metinlerde cezaevleri, hücreler, işkenceler, idamlar en dramatik boyutlarda ele alınmıştır. Bunlardan Sevgi Soysal’ın Şafak’ını, unutamadığım romanlar arasında en başta anıyorum. Darbe dönemlerini işleyen onlarca roman ve yüzlerce öyküde içtenlik, duygu dolu bir gerçekçilik ve insan sevgisi öne çıkmaktadır. Ayşegül Devecioğlu’nun 2004’te yayımlanan Kuş Diline Öykünen adlı romanı da içerdiği yoğun duygular ve yürek sızlatan insani dramla öne çıkan yapıtlar arasındadır. Darbeler ve baskılar konusunda çoğu kez ülkemize benzetilen Güney Amerika ülkelerindeki edebiyat eserlerinde, yazarların, faşizmi “büyülü gerçekçilik” içinde anlattıkları dikkat çeker. Asturias’ın Sayın Başkan adlı romanını ya da Cortazar’ın Mırıldandığım Öyküler kitabı içinde yer alan bazı öykü metinlerini bu bağlamda anmak mümkündür. Latin Amerika şair ve yazarlarının pek çoğu baskı ve faşizme karşı çıkan eserler yazmışlardır, Pablo Neruda’dan Isabelle Allende’ye ve Alejandro Zambra’ya kadar…
Görüldüğü üzere, faşizmin asıl kaynaklandığı yer, “iktidar” kavramının kendisidir. İktidarı elinde tutanlar, sömürünün ve adaletsizliklerin sürdürülmesi için sık sık faşizan yöntemlere başvururlar. İktidar kavramı, dünya çapında global egemen güçler olarak düşünülebileceği gibi daha dar çerçevelerde de ele alınabilir.
“SIRADAN FAŞİZM”
Buraya kadar toplumsal-siyasal boyutlarını gösterdiğim ve sanat karşıtı tutumunu dile getirdiğim faşizmin karanlık yüzünün bir de bireyler arasındaki boyutu vardır; “mikro faşizm” denen bu boyutta, ikili ilişkiler içindeki faşizan yöntemler, uygulamalar ve davranış biçimleri akla gelir. Bu düşünceyi en etkili şekilde dillendiren Ingeborg Bachmann, 1973’teki bir söyleşisinde, “Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz. Her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar.” diyerek, bireyler arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan faşizm olgusuna dikkat çeker ve faşizmde temele iner. Aşkta, dostlukta, aile ortamında, iş yaşamında sık sık karşılaştığımız bu durumda taraflardan biri diğerini, kendine benzeme ve kendi doğrularını kabul ettirme konusunda zorlamakta; sonuçta bir güç savaşına girip kendi iktidarını dayatmaktadır. Tanıl Bora “sıradan faşizm” olarak adlandırdığı bu olguyu şu sözlerle açılımlar: “Faşizmin ele aldığımız ideolojik saiklerinin ve faşist hareket unsurlarının, doktriner bir çerçeveye oturmaksızın gündelik ideoloji içinde anlık veya sürekli olarak tezahür edişini, politik bir hedefe bağlanmaksızın, örgütsel bir yönlendirme olmaksızın kendiliğinden eylemlerde dışavurumunu anlatır. Sıradan faşizm, görece ‘masumane’ biçimde gündelik ilişki örgüsünde, okulda, ergen erkek âlemindeki ilişkilerde, işyerinde nüvelenebilir… Sıradan faşizm, etki alanının genişliğine mukabil ele gelmezdir.”
Son dönemde iyice yoğunlaşarak toplumsal bir cinnete dönüşen kadın ve aile cinayetleri ve aşk uğruna sevdiğini öldürme gibi olayların temelinde de ikili ilişkilerde yaşanan “sıradan faşizm” olgusu yer almaktadır. Aynı “sıradan faşizm”, kadın, çocuk, ergen tacizleri gibi durumlarda da şiddet boyutu kazanarak sürmektedir.
“Sıradan faşizm”in edebiyat eserlerinde de sıklıkla işlendiği görülmektedir. Bu konuda, son derece çarpıcı iki romandan söz edebiliriz. Biri Elias Canetti’nin Körleşme’si; diğeri de John Fowles’un Koleksiyoncu’sudur. Her iki romanda da ikili ilişkilerde yaşanan baskı, şiddet, haksızlık, zor kullanma, diğerini tutsak etme… gibi durumlara yer verilir ve bireysel iktidar ilişkileri sorgulanır. Körleşme’de, kütüphanesinde on binlerce kitaba sahip olan Kien bir gece rüyasında kütüphanesinin yandığını görünce, kitaplarına iyi bakacağını sandığı hizmetçisi Therese ile evlenir. Kurmaca dünyada şimdiye kadar işlenen en aşağılık karakterlerden biri olarak nitelendirilen küstah ve zor kullanıcı Therese’in olumsuz kişiliğinde, faşizm olgusu simgelenir. Kien’in kütüphanesi ve evi yavaş yavaş Therese tarafından elinden alınır; yaşam alanı giderek daraltılır. Kien ondan sıklıkla şiddet görür. Therese faşizmin zor kullanma, şiddet ve kültür düşmanlığını gösterir. Kien sürekli zarara uğrar ve yıkıma doğru gider.
John Fowles’un Koleksiyoncu adlı romanında, bu kez, “sıradan faşizm” erkek karakterle temsil edilir. Kelebek koleksiyonu yapan, derin ruhsal sorunların içinde çırpınan Caliban, gözüne kestirdiği entelektüel ve güzel bir ressam kız olan Miranda’yı bir şekilde kandırıp ıssız dağ evine getirdikten sonra onu bir zindana kapatır. Burada “sıradan faşizm” Caliban karakteriyle temsil edilir; sanatı, kültürü ve kadın yaratıcılığını temsil eden Miranda, zindanda Caliban’ın baskısı altında, özgürlüğe, ışığa hasret bir tutsak olarak yaşamaya çabalar. Burada erkeğin bastırma-kapatma duygusunun asıl olarak kadın korkusundan; kadına özgü yaratıcılığın korkusundan kaynaklandığı da sezdirilir. Bu romanda da iktidar sorgulanır, güç, şiddet ve baskı girdiğinde kadın -erkek eşitliğinin de sona erdiği gösterilir. Erkek egemen kültüre ve ev içi iktidar ilişkilerine de göndermede bulunulan Koleksiyoncu’da, kadının eve gönüllü tutsaklığı anlamına da gelebilen evlilik kurumuna dair eleştirel bir alt anlam söz konusudur.
Görüldüğü üzere faşizm, sanatın, edebiyatın, özgürlüğün, yaratıcılığın ve sevginin düşmanı bir ideoloji olarak, insanlığın kültürel belleğini yok etmeye çalışmaktadır. Bu nedenle, düşünce, sanat ve edebiyat insanları, faşizm olgusuna sürekli dikkat çekmeli; faşizmi dünya tarihinden tamamen silecek bireysel-toplumsal bütün yöntem ve uygulamaları; bütün toplumsal ve evrensel demokrasi güçlerini desteklemelidirler. İnsanlığın yüz karası olan bu ideolojinin yeryüzünden silinmesiyle birlikte, demokrasi, sosyal adalet, bireysel-toplumsal hak ve özgürlüklerin ışığı tüm dünyaya yayılacak; sanatın, edebiyatın ve bilimin güzellikleri dünyadaki yaşamın her alanını kapsayacaktır.