“Rubicon’u Geçmek”: Futbolumuzun Krizinde Sermaye, Taraftarlık ve Hatırlatmalar…

Futbol, taraftarlık ve cellatlarımıza duyduğumuz karşılıksız aşk… Kimisi için “hayali bir cemaat”, kimisi için bir alt kültür, bazılarımız içinse olmazsa olmaz aidiyetlerimiz, kaçış rampalarımız, takımlarımız… Meşrulaştırdığımız hakaretler, kıskanç sahiplenmeler ve üste çıkmalar, laf sokmalar, şakşakçılar, eyyamcılar, ahlaksız tweetler, bitmek bilmeyen komplo teorilerinde debelenmeler… Ve şatafat içerisindeki sermayedarlar, kodaman tipolojiler… Bu dosyamızda futbolun aktörlerine ve sorunlarına değinecek; çözüm önerilerine odaklanacağız.

Her şey hareket halinde. Genel olarak spor ve sporun en popüler dalı futbol da öyle. Yalnız saha içerisinde meşin yuvarlağın peşinde koşma hareketliliği değil bu. Aksine saha dışında daha hareketli, hastalıklı ve hararetli… İşte bu hareketlilik her zaman iyi ve güzele doğru yol almıyor. Futbolun özünde var olduğunu bildiğimiz dayanışma, endüstriyelleşen ve meta haline gelen her şeyin mutlak kaderinde var olduğu gibi özünü çoktan terk etti.

Ve fakat o öz, kendiliğinden göç etmedi bir yerlere; o özü “biz” çıkartıp vuruyoruz yerden yere…

Bir spor dalı olmaktan çok, eğlence endüstrisinin bir öğesi olarak futbol, taraftar, federasyon, medya, kulüpler ve daha birçok sosyal ve ekonomik paydaşı ile çoğumuzun hayatının merkezinde duruyor. Durmakla da kalmıyor; bizi yöneten ve yönlendiren bir ideolojik etkiye de sahip.

Dizginler ise dar sermaye gruplarının ve onları temsil eden, toplumsal sınıf olarak örgütlenen küçük bir burjuva azınlığın elinde… Ama bunun ikincil aktörleri de var. O yüzden 11 kişi değil bu “oyun”. Mafyası, bahisçisi, şikecisi, kapa para aklayanı, karaborsacısı… Görmesek de oyunun içerisindeler, kirliler, kirletmekte mahirler. Ancak yine de bu görüş, yeni değil ve her ne kadar bu tespiti yapanlar az sayıda olmasa da “takım tutma ritüeli” çoğu zaman bu tespiti unutturuyor, aklımızı esir alıyor.

Futbol ve futbolun su katılmamış ve çoğu zaman bağnazlığa ramak kalan “takım tutma/taraftarlık” içgüdüsü sınırlarımızı muğlaklaştırıyor, ihlal ediyor. Her seferinde yeniden üretilen yanlış bilinç, sınıfsal bilinci ıskartaya çıkarırken, kutuplaşmalar hatalı bir denklemde, benzer saiklerle kuruluyor.

Sonuç ise hep aynı…

Tribünler ve ekranlar ise gündelik yaşamın merkezindeki sınıfsal ayrımlar aslında berrak olsa da “asgari ücret alanla kulüp satın alanı, ucuz bilet kovalayan ile, locada kadeh kaldıranı, mülk sahibi olanla, kira gününü dert edineni” ortakmış gibi görünen tartışmalı bir aidiyet düzleminde buluşturuyor.

Sonra gelsin, “hangimiz halkın takımıyız?” müsameresi.

Hiçbiriniz efendiler, hiçbirimiz…

Çünkü tüm o tuttuğumuz, desteklediğimiz kulüplerin tarihi ne yazıktır ki siyasi olarak ele geçirilme, tarikatlara ve patronlara peşkeş çekilme ve sayısız sayıda mafya, baron ya da kodamanın babalık taslama, zenginleşme ve cisimleşme tarihi olarak öne çıkıyor.
Son dönemde saha içinde cereyan eden ve saha dışına hiç olmadığı kadar taşan, şiddetli futbol gerilimini ve bu gerilimin yön verdiği “taraftarlık müessesini” bu kez farklı bir yaklaşımla tartışmaya açmak ve konuyu ele alırken, gerçek anlamda forma renklerini rafa kaldırmak gerekiyor.

Ama bu iş hiç de öyle kolay değil. Ama sandığımız gibi de değil, romantik ise hiç değil.

STOCKHOLM SENDROMU MU?

Tribünler, “bilinmez, merak uyandıran ve riskli” yerler, çoğu zaman ise “deklase konumda ve tu kaka” alanlar, taraftarlık kavramıysa en ilkel örgütlülük formu olarak analiz edilir. Bu, “herkesin bakış açısına uygun ve hepimizi açıklar” demiyorum. Ancak buralar, bir gösteri alanı ve temaşa mekânları olarak anlam kazanırlar.
Kimi için anlamı büyüktür tuttuğu takımın maçını izlemenin, kimine göre ise gereksiz bir ayrıntı ve masraf…

Şaşırılacak bir şey yok bunda. Ancak kabul gören ve öne çıkan algılardan birisi, zaman zaman tribünlerin ya da stadyumların, sınıfsal yaratıcılıklarının gerçekleştiği, “politikleşen” alanlar olarak eyleme geçtiği tespiti olduğu kadar kimi zamanlarda ise bu durumun geriye çekildiği ve muazzam bir yozlaşma ve çürümenin ayyuka çıktığı heterojen alanlar olduğudur. Ancak eklemek gerekir ki tribünlerin kimi zaman yükselen “muhalif” performansı, ne bitmeyen bir enerjiyle sürdürülmüş ne de alınan siyasi tutumlar ilkeli bir kararlılıkla tutunmuştur.
Ancak çok açıktır ki tribünler ve tribünlerin sınıfsal aidiyetleri iktidarın baskın ideolojisiyle tahkim edilir.

Çünkü tarihsel örnekler ve güncel yönelimlerin de gösterdiği üzere tribünlerin enerji ve sinerji yaratabileceği doğru olmakla birlikte, kontrol-dışı kalma, kimlikçi ve gerici-sermaye yanlısı kavşaklara sürüklenme ihtimalleri yüksektir. Bunun tersinin olması da olanaklıdır ancak bu yine bir iktidar sorunu olarak cisimleşir.

Yine de bu durum, tribünlerin sokaktan ya da gündelik yaşamın pratiğinden fazlasıyla kopuk, başıboş bırakılmış, izole edilmiş bir adres ve yahut sistem dışı kalmış rafine alanlar olarak görülmesi gerektiğini kanıtlamaz. Tribünler toplumların yaşantılarını ve merkeze aldıkları gündemleri yansıtan bir ayna gibidir ve tek farkı bunu farklı bir adreste, futbol stadyumlarında, görünür hale getirmesidir.

Özetle, stadyumda tuttukları takımları destekleyen seyirciler aslında toplumsal, coğrafi, mesleki ve tabii ki sınıfsal yapının izdüşümleridir, demek mümkündür. Stadyumlar ve içini dolduran insanlar, kültürlerin ve toplumsal niteliklerin de bir anlamda küçük bir formunu bize sunar. Ve gayet tabii taraftarlık da tüm bunların üzerine kurulduğu toplumsal bir olguyu anlatır.

“Taraftarlar oyunun ve tuttukları takımın kendilerinin olduğunu hissederler ve kulüplerinin onlardan alınması birçoğu için anlam ufkunun dışındadır. Ancak taraftarlar oyunun nasıl oynandığıyla ilgili bir söz hakkında sahip değiller. Onlar göz ardı edilen tüketiciler. ‘Paranız için teşekkürler, haydi şimdi yolunuza’ tavrı oyunun yüksek kademelerinde yer alan birçok kişinin tavrıymış gibi görünüyor. Oyunu kontrol eden yöneticiler taraftarlara kırmızı kart gösteriyor. Taraftarların önemli olduğunu söyleyebilirler, ancak taraftarlar değil onların paraları önemli.” (1)

Buraya kadar yazılanlar çok mu “ekonomi politik” olmuştur? Olmak zorundadır çünkü romantik spor çağı geride kalmış, rekabetin endüstriyelleştiği ve birbirine saldırmanın gerekçesi sayıldığı, toplumsal çürümenin futbol sahalarına yerleştiği, büyük sermayedar, şirket, sponsor ve kodamanların futbolu baskıladığı ve birbirine düşman üreten bir sapkınlığın palazlandırıldığı bir dönemde bağnazca kulüpçülük yapmak ve hiddetle düşman saptamak nasıl bir fantezi sayılmalıdır?
Fantezidir belki ama gerçektir ve hiç olmadığı kadar da tehlikelidir. “Yanlış bilinç” üretmekle de kalmaz; celladını meşrulaştırır gözünde…

BİR ENDÜSTRİ OLARAK “TARAFTARLIK”: GÖZÜ ‘KÖR’ OLMAK…

Öncelikle belirtmek gerekir ki taraftarlık, ilk akla geldiğinde ortada somut çağrışımlar yapmayan bir olgu olarak duruyor.

Her ne kadar taraftarlığı bir “kitle” olarak düşünebiliyor olsak da heterojen bir kitleyi ifade etmesi bakımından soyutlanması zor bir olgu olduğu açıktır. Öte yandan taraftarlığın ve genel olarak onlardan oluşan tribünlerin piyasa koşulları ve kapitalist ideoloji altında bir zırhla korunduğu ve temel toplumsal dinamiklerden kopuk ve ayrıksı duran bir hareketliliğe sahip olduğu zorlama bir yorumdur.
Taraftarlığın da başladığı ve bittiği bir yer vardır ve bunun turnusol kâğıdı da sınıfsal ve siyasi pozisyonlarda aldığı tutumdur. Ve çoğu zaman bir “ortam” ya da aidiyet hissi ve kimlik kurgulama rolü verilen taraftarlığın sınıfsal duruş ve ilkeli tutum geliştirmede “sınıfta kaldığı” açıktır.

Ancak tribünleri bir “mevzi” olarak görmek, “patlayıcı” bir toplumsal dinamizm havzası olarak değerlendirmek ve tribüne daima iyimser bir eda ile çubuk bükmek de son derece dayanaksızdır.

Tribünlerdeki konumlanışlar ve taraftarlık nitelikleri, yönelimler ya da eğilimler sınıfların izlerini taşırlar ve kendileri hakkında bilgi verirler. Buna dayanarak belirtmek gerekir ki aslında stadyumlar, kimliklerin, başkalıkların ve aidiyetlerin ortak potada eritildiği ‘post-modern alt kültür’ uğrakları olarak değil, birikmiş çelişkileri ve toplumsal ilişkileri de görünür kılan sınıfsal ve mikro ölçekli alanları anlatırlar. Çünkü tüm spor oyunları ve elbette ki futbol, yapıldığı toplumun tüm çelişki ve özelliklerini, gri noktalarını ya da karanlık dehlizlerinde kalmış gizli gerçeklerini yansıtan bir aynadır ve bu tespit, stadyum ve taraftarlık pratikleri üzerinden de okunabilmektedir.
O yüzden “halkın takımı olma” yarışması yaparken, bu futbol düzeni içerisinde kimi kulüpleri cumhuriyetçi, kimisini aristokrat ya da “bilmemneci” diye kategorize etmek en hafif tabirle uydurmadır.

Devam edersek, kimlik kurmak, piyasanın egemen olduğu dünyada yeni türde ve korunaklı alanlar yaratma ve bireyin kendisini daha çok ifade edebildiği eksantrik bir dünya kurgulama çabası olarak değerlendirilebilir.

Bu durumun kendisini kapitalist sistemde yeni bir tür olarak ve kendilerine has değer ve normları içeren “alt kültür alanları” oluşturmak suretiyle dayattığı ortadadır. Taraftarlık da bu zeminden hareket ederek ve tam da bu anlamı ile hedonist (hazcı) bir kimlik oluşturma seremonisi olarak görülebilir. Ve bu konumlanım, bireyi sınıfsal reaksiyonlardan uzaklaştırmakla kalmaz; kendi sınıfına yabancılaştıracak etkileri de tamamen içerisinde barındırır. Her ne kadar asgari olarak örgütlülük içerse de taraftarlık, bir homojenlik içermekten uzaktır.

Özellikle futbol taraftarlığı örneğinden hareket edecek olursak bilinçlilikten uzak ve lümpen bir kitleselliğin ülkemizde esir aldığı yapılanmalardan bahsetmek mümkündür. Biz ve onlar ayrımının emek-sermaye çelişkisi üzerinden ve sınıfsal değişkenler yolu ile değil de tüketim kalıpları, alışkanlıklar, kültürel, etnik ve demografik özellikler vb. gibi etkenler üzerinden tanımlandığı ve sınırlarına çekildiği bir ortamda taraftarlığın neye hizmet edeceğini keşfetmek hiç de zor olmayacaktır.

“BİZDEN BİRİ” GOYGOYUNDA “TARAF” OLUNUR MU?

Bu doğru, taraf olmak, nötr kalmamaya ve ilkeli tutum almaya davet eden bir eylemdir. Tribünler nezdinde burjuva ve emekçi iki farklı siyasetin iki farklı sınıfın varlığından türediğini düşündüğümüzde, “ayrıksı” kalmak ve taraf olmak da olağanlaşır. Bu anlamda şu sonuca ulaşmak da olanaklıdır. Tribünler bir “belirleyen” olmaktan uzaktırlar. Çünkü tribün olgusu bu iki farklı siyasetin ve haliyle uzlaşmaz çelişkiye sahip iki toplumsal sınıfın politik ve ideolojik basıncı altındadır. Bu iki sınıftan hangisinin dominant (baskın) ve son tahlilde söz sahibi olduğunu ise “toplumsal mücadeleler” belirlemektedir. Futbol da “hem yönetici sınıfların farklı fraksiyonları, hem de toplumsal sınıflar arasındaki bir mücadele alanı” (2) olarak ele alınmak zorundadır.

Toplumsal mücadelelerin belirleyiciliğinin altında ise “düzen içi, kapitalist yaklaşımın karakterize ettiği” taraftarlık vasfının sınırlarına ulaşmak mümkündür. Zaten bu sınır, Türkiye’de patronların cirit attığı, mülk edindiği, işgal ettiği kurum ve kulüp yöneticilerinin çizdiği çizgiler ile belirlenmemiş midir? Uzağa gitmeden, tuttuğumuz takımları kendi politik çizgimize yakın olarak açıklamaya çalışmak, onları işimize geldiği gibi kılıflara sokmak ve bir araya bile gelmemiz bile mümkün olmayan zengin yönetici zatları “bizden biri” olarak görüp kıskançlıkla sahiplenmek ve onları toplumsal pozisyonları ile değil de kulüpteki statüleriyle/taraftarlık tutku ve coşkularıyla açıklamak ya da meşrulaştırmak bunlarla ilgilidir.

Şayet, tavsiye ettiğimiz perspektiften bakılabilirse, kulüpler içerisinde umarsızca “bize yakın” öğeler, kimlikler, kişilikler aramaktan vazgeçmek ve o kişiler üzerinden kulüp yarıştırmayı sonlandırmak mümkün olur. Kulüplerimizin bir toplumsallığa yaslandığı ve oradan beslendiği doğrudur. Ancak kulüplerin yönetimlerini, pozisyon alışlarını, açılımlarını egemenler ve hakim siyaset belirler. Tamamının iktidarla ilişkileri, sermayedar oluşları, ziyaretleri, mesajları, kavgaları hep aynı yönü gösterirken bizim aynı ideolojik söylem ve dille arka planda didişmemiz olsa olsa koca bir “utanç vesikası ya da komedi” olacaktır.

“SIKIŞAN VE KAFASI KARIŞAN SOL”A DERSLER: BEĞENMEK ZORUNDA MIYIZ?

Bununla birlikte bir diğer gözlem ve sorunsal ise sol görüşe sahip birey, grup ya da taraftar kitlesinin sol değer ve tutumlar ile ne kadar ilintili ve uyumlu davranışlar geliştirdiğinin tespitidir.

Buradaki problem, sol görüşe sahip olduğunu öne süren insanların solun evrensel değerleri olan “emek ve emekçi yanlılığı, yurtseverlik ve anti-emperyalizm, eşitlikçilik, sömürü, ırkçılık, milliyetçilik ve ayrımcılık karşıtlığı, aydınlanmacılık, kamuculuk ve sermaye karşıtlığı” gibi evrensel ilkelere bağlı olduğu iddiası ile birlikte, takım tutma ve kulüp taraftarlığı söz konusu olduğunda, bu kişilerin açıktan ya da örtülü bir “patron dalkavukluğuna onay verme/buna ikna olma” ihtimallerinin canlı kalmasıdır.

Kimilerine bu işi doğru okumak ve ayırmak nasip olmamaktadır.

Bu, ciddi bir zıtlık içermekle birlikte bu duruma açıktan yürütülen bir “desteklediği kulüp ya da kurumu ‘sola çekme’” ritüeli de eşlik etmektedir. Bu renk, forma ya da abartı bir kulüp fetişizminin doğmasına ve reel sol değerlerin de bu ve buna benzer oluşumlar tarafından tahrip edilmesine yol açmaktadır. Bu nedenle, stadyumlar içerisinde ya da dışında konumlanan hiçbir siluet, toplumun göstergelerinden izole kalmamakta ve taraftarlık da salt bir spor müsabakasını izlemek amacı ile doluşan teatral yeteneklere sahip kimseler olarak “kayıtsız ve şartsız” desteklenmemelidir.

Ayrıca bu atmosfer, sadece bir “hayal kırıklığı” yaratmakla da yetinmemekte; sol ilkelerin aşınmasına da hizmet etmektedir. Taraftarlığa burada emekçiler de bir sınır koymak durumundadırlar. En azından “solcuyum” iddiasında bulunanların bu ilkeleri gözeterek davranış sergilemesi “bir kural olarak” beklenir. Ve özellikle de solculuk ve taraftarlık birbirlerine geçişkenliği mümkün kılan ya da daha doğru bir açıklamayla birbirlerinin yerine kullanılabilecek kavramlar değillerdir.

Burada ele aldığımız ve süreklileşen bir tartışma konusu içerisinde sol, evrensel bir dünya görüşüdür ve temel belirleyici olanın o olması beklenir. Yoksa taraftarlığın muhalif olsun ya da olmasın kendi başına ayrı bir bilinç taşıdığını iddia etmek mesnetsiz bir güzelleme yapmaktan öteye geçmeyecektir. Hele ki bireyin kendisini önce bir “taraftar” daha sonra da bir “solcu” olarak tanımlıyor oluşu, bireyin ya da grubun solculuk ile organik bağının ve sınıfsal bilinç düzeyinin zayıf olduğunu gösteren kritik bir veridir.

Solcu taraftar bilmelidir ki kulüplerin başındaki patronlar öncelikle o kulübün taraftarı değildir. Öncelikle patrondur ve tüm reflekslerini bu patronluk şemsiyesi, algısı ve politik belirleyiciliği altında yerine getirir. Solcu-muhalif olduğu iddiasındaki bir taraftarın sol ile bağdaşmayan refleksler geliştirmesi ve de aynı zamanda solculuğu ikinci plana çekmesi, sadece sınıfsal bilincin yetersizliğini değil aynı zamanda örgütsüz toplumun anlamlı bir fotoğrafını da vermektedir.
Yaşadıklarımızın önemli kısmı buradadır ve tespitler, canımızı yakmamalıdır.

Bu anlamda gündemde kalmayı hala koruyan bir örnekten beslenmek yerinde olacaktır. Fenerbahçe Kulübü’nün son başkanlık seçimlerini iki sermayedar adaydan, büyük sermaye sahibi Ali Koç’un, NATO müteahhidi Aziz Yıldırım’a karşı kazanması, ilk seçimde de olduğu gibi anlamsızca bir “değişim” algısının toplumda yer edinmesine sebep vermiştir. Bu “değişim” beklentisi aynı zamanda bir akıl tutulmasına da dönüşmüştür.

Bir yanlış anlaşılma ve cımbızlanma ihtimalini en baştan belirtelim, bu satırların yazarı bir örnek olarak ele alınan Aziz Yıldırım ve Ali Koç arasında bir “tercihi” komik bulmakta, bir futbol kulübünü meşrulaştırmak gibi bir garip hazza sahip olmamakta, “hangi patron ya da kulüp yöneticisi daha iyidir?” tartışmasını reddedip iade etmekte ve böylesine çirkin bir futbol ikliminde “hangimiz en iyiyiz?” müzakeresi yürütmemektedir.

Her kulüp, kendi tarihiyle ve özellikleriyle büyük ve değerlidir, ancak bu kıymeti o kulübün sermayedar patronu sağlamaz. Ölçütlerimiz bambaşkadır ve mukayeseye de sığmaz. Patronlar yarıştırılarak yanlışlar aklanamaz. O nedenle burada tartışmaya açtığımız, ticari futbol ikliminin ürettiği bayağılıkların kaynağının gösterilmesidir.

Özbek, Koç, Timur, Arat, Yıldırım, Hacıosmanoğlu ya da diğerleri… Hiçbiri asgari ücretli değildir.
Konuya dönersek, yapmaya çalıştığımız değerlendirmenin bir diğer amacı da, Koç ailesinin Fenerbahçe Spor Kulübü’nün başkanlığını istemesine neden olabilecek tabloyu anlamaya çalışmaktır. Öte yandan Koç ailesi, sadece Fenerbahçe ile de anılmamalıdır. Ali Koç Fenerbahçeli ise, Rahmi Koç Beşiktaşlı, damatları İnan Kıraç da Galatasaraylıdır.

Sermaye düzeninde, zenginlerin borusu öter; ilişkileri de kadimdir.

“HEPİNİZ ORADAYDINIZ BE”: SORULARI HATIRLAMAK VE YENİDEN SORMAK…

Ek olarak, unutmamak ve hatırlatmak için Ali Koç’un ilk olarak adaylık açıklandıktan sonraki süreci bir sonuç olarak değerlendirmek durumundayız. Tabii ki bu adaylık sürecinin gerçek bir zemine de oturması gerekiyor, Fenerbahçe’nin futbolda bir süredir yaşamış olduğu sportif başarısızlık, bu “dip dalgası” şeklinde oluşan/oluşturulan bir “değişim” tartışmasını da beraberinde getirmiştir. Haklı olarak “futbol kulüplerinde sık görülen başkanlık değişimi neden bu örnekte normal karşılanmamıştır?” sorusunu düşündüğünüzü de tahmin ediyorum. Bana göre bu örnek o kadar normal olmayabilir.

Koç ailesi ve temsilcilerinin, “temsil” ettiklerine dönük birçok şey söylenebilir. Burada, net ve herkes tarafından rahat anlaşılır bir ölçünün konması gerektiği düşüncesindeyim. Koç’tan bahsettiğimizde dünyadaki “kapitalist enternasyonalin” ya da uluslararası sermaye çevrelerinin Türkiye temsilciliğinden bahsediliyor. Bu ilişkinin başlı başına neler ifade edebileceği ortada. Bu çapta büyük ve imkanları olan bir tekelin attığı her adımın bir maliyeti olduğunun/olacağının bilinmesi aşağıdaki soruların anlaşılır olması açısından önemlidir.

Bu soruların izinde bir tartışma yapılmasını ve dikkat çekilmesi gereken konuların buralarda saklı olduğunu düşünüyorum. Ve birçok başka sorunun ve keşfedilmeye açık gri alanın olduğunu da belirtmek isterim. Bu sorulardan ilk için, yani “Koç ailesi Fenerbahçe’yi neden istemiştir?” sorusunun yanıtının sadece Ali Koç’un şahsı ile ilgili olmadığının altını çizmek gerekir. Soru, “eskimiş ya da gündemden kopuk” gelebilir ancak layıkıyla cevaplanmamıştır.

Sermaye sınıfının koçbaşı olan Koç ailesi’nin neden bir futbol kulübünü başkanlık düzeyinde elde etmeye odaklandığı ve bunu sürdürmeye çalıştığının sorgulanması gerektiği düşüncesindeyim. Koç ailesi Fenerbahçe’den ne istemekte ve beklemektedir? Sermayenin amiral gemisi ve başat sömürücü gücü olarak Koç ailesi, Fenerbahçe üzerinden denenmemiş bir “toplumsallaşma hamlesi” mi planlamak istedi? Bunun bir karşılığı oluşmuş mudur? Bunu bir kanal arayışı, risk alma ya da bir sosyal deney olarak okumak olanaklı mıdır? Ve bunların haricinde sermayenin ideolojik mücadele kanallarının olası daralmalara önlem olarak futbol üzerinden bir tahkimat yapmak istediği söylenebilir mi?
Önümüzdeki dönemlerde, kriz koşulları her geçen gün derinleşir ve ekonomi ısınırken Koç grubu olası bir emekçi sınıf baskısını eritebilmek ve boşa düşürmek için futbolu bir “kalkan” olarak mı değerlendirecektir?

Sizce de yukarıdaki soruların çoğaltılarak sorulması gerekmiyor mu? Koç ailesinin Türkiye’deki yeri ortadayken, Ali Koç’un tutkulu bir Fenerbahçe taraftarı olması, çocukluğundan beri başkanlığın hayalini kuruyor olması sizce de tek başına yeterli neden olabilir mi?

Cevap gecikmiş, odak noktası ise sapmıştır.

Bu sorular şuan Koç’lar için sorulsa da tüm kulüplerin yönetici klikleri ve sermayedar yöneticileri için geçerlidir. O yüzden kulüp yönetimlerinin “ziyaretler, ricalar, mesajlar, ilişkiler” içerisinde geçen programları hiç kimseyi şaşırtmamalıdır.

Öte yandan bir noktanın daha altını çizmek istiyorum. Fenerbahçe’nin başarısız geçirmiş olduğu dönemlerden sonra başkanlığın değişmesi gerektiğine dönük iklimin oluşması doğaldır. Taraftarların fikrinin ve isteğinin bu yönde olması da normaldir. Taraftarlık biraz da böyle bir şeydir. Ama bu kadardır. Koç ailesi, “zamanın geldiğini” ve bunun nerede bitip başlayacağını ve nereye kadar sınırı olduğunu anlayabilecek kadar birikimli ve bir sürecin oluşması için kamuoyu oluşturacak kadar da deneyimli bir sermaye aktörüdür.

Ali Koç, önce ilk kez, ardından ise kısa süre önce Yıldırım’a karşı yeniden seçildiği günden bu yana, başkanlığını çoğu zaman agresif bir tarzla sürdürmekte ancak mutlak bir sermaye aklıyla hareket etmektedir.

Bu nedenle de egemenlerin futbolun yönetimindeki payı her geçen yıl hızla artıp çeşitlenirken ve kapitalist sınıfın “spor kültürü” denen her şeyi iğdiş edip arta kalanlara kimi mesajlar bırakmasının önemsenmesi gerekir. Ali Koç, burada hem büyük bir kulübün başkanlığını yapması ve bu şekilde toplumun gündeminde öne çıkması hem de temsil ettiği gruplar ve onların büyüyen çıkarları için özel bir örnek teşkil etmektedir.

Buradan devam eder ve biraz daha eskiye gidersek, Ali Koç’un ilk başkanlık sürecinde yapmış olduğu toplantılarda ve katılmış olduğu televizyon programlarındaki söylemlerinin satır aralarında bir konu göze çarpmaktaydı. Hatırlanacaktır, Ali Koç, ilk olarak Fenerbahçe ve sonrasında Türk futbolunun dönüşümünün birinci aktörü olacağını hatta kendinde böyle vizyonun olduğunu da ifade etmişti. Sermayenin amiral gemisinin kulüp başkanlığı gibi son derece riskli bir dünyaya adım atıyor olması üzerine düşünmeye değmez mi?

Şöyle bir hatırlatma, kastedilen dönüşüme ışık tutabilecek bir örnek olarak değerlendirilebilir:

2011 yılında, Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Başkanlığı yapan Mehmet Ali Aydınlar, 3 Temmuz Fenerbahçe’ye kumpas sürecinden kısa bir süre sonra katıldığı bir televizyon programında, spor kulüplerinin geleceği ile ilgili o günlerde üzerinde çok durulmayan kritik bir konudan bahsetmiş; futbola yatırım yapmak isteyen ulusal ve uluslararası sermaye kuruluşlarının olduğunu, ancak Türkiye’de spor kulüplerinin yapısının buna uygun olmadığını ifade etmişti.

Peki, bu ne anlama geliyordu?

Mesaj yerini buldu. Yeni spor yasası arkasından geldi. Hazırlanan yeni yasayla birlikte kulüplerin patronların malı olmasının yasal zemini hazırlandı, futbolun piyasalaşmasında yeni bir evre açıldı. Özetle, dernek statüsünden ‘futbol şirketokrasisine’ geçiş yapıldı.
Süreç oldukça uzun ve katmerli.Tam da bu nedenlerle, güncel olayları yorumlarken, örneğin Göztepe-Fenerbahçe maçındaki görüntüler, TFF/MHK seçimleri ve arka planı, spor yasasının yansımaları, olimpiyatlardaki başarısızlık ve ilişkili kurumlar, “bizim çocuklar” ideolojisi, soyunma odasında klasikleşen Bakan, Cumhurbaşkanı, takım kaptanı telefonlaşmaları, taraftar gruplarının stadyumdaki rolleri, kulüp yönetimleriyle ve iktidar kurumları arasındaki organik ilişkileri, karaborsacılığın ve resmi ya da gayriresmi bahis ekonomisinin sac ayakları ve daha birçok şeyin derin ve tarihsel bir bakış açısıyla kavranabileceğini düşünmek oldukça mantıklı.

BİTMEK BİLMEYEN DÖNGÜ: CELLADINI GÖREVE ÇAĞIRMAK

Bu bağlamıyla ve hangi kulüp olduğundan bağımsız bir şekilde, kulüplerin para babalarının ve sermaye tekellerinin patronlarının, TÜSİAD gibi patron örgütlerinin at koşturduğu mecralar; emekçilerin de birbirlerine kırdırılıp sömürüldüğü kapitalist barbarlık alanlarına hapsedildiği bir düzende “taraf ve taraftar olmak” patron güzellemesi yapmaktan ve lümpenlik üretmekten daha büyük bir anlama gelmektedir. Bakmamız gereken taraf, emeğin tarafıdır ve buradan Fenerbahçe ya da başka bir kulübün eleştirisi ya da karşıtlığı değil; kulüplerin özgürleşmesi ve emekçi halka aidiyetinin sağlanması için mücadele etme kararlılığı çıkar.

Ancak bu bağımsızlık ve özgürlük “patron sınıfından insan çağırmakla” olacak iş değildir.

Böylesi durumlarda kuşkulanmak ve olayları etraflıca, objektif bir şekilde ele almak hiç olmadığı kadar büyük önem kazanmış durumda. Karşı karşıya olunan vaziyet her ne ise ona karşı güçlü bir bariyer oluşturmak da toplumsal sorumluluklarımız arasında yer almalıdır.

İşte, ihtiyacımız olan yeni bir toplumcu alternatif ve kültür yaratmaktır. Ve unutulmamalıdır ki, taraf olmak, taraflaşmak, biraz da sadeleşmek ve silkinmek artık olmazsa olmazdır.

Sınır çoktan aşılmıştır.

Şakası da yok, sermayenin ne rengi vardır ne milliyeti…Futbolu seven sermayeden de nefret etmelidir.
Evet, futbolumuzu çirkinleştiren patronlar ancak öyle düşürülebilir. Çünkü ne kulüplerimiz, amiyane tabirle onların “babasının malı” ne de kendileri kulüplerimizin birer simgesidir.

Hele ki Metin Oktay’lar, Lefter’ler, Baba Hakkı’lar görmüş ve topluma mal olmuş gerçek simgelerimiz varken.

Ee ne diyelim o zaman; buyurun, önce siz ateş edin Mösyö Burjuvazi!

KAYNAKLAR:
McGill, C. (2006). Futbolun Kârhanesi. İstanbul: İthaki Yayınları.
Pierre Bourdieu’dan aktaran İlker Aktükün, “Futbolun siyasi tarihine kenar notları”, Cogito, Sayı: 63, 2010, s.10

Olimpiyat Endüstrisinin Dayattıkları ve Bizim Hazin Başarısızlığımız

Drag Queen’ler Paris’ten Seslendi: Buradayız Alışın!