Drag Queen’ler Paris’ten Seslendi: Buradayız Alışın!

2024 Paris Olimpiyatları’nın açılış töreni ile birlikte drag, ilk kez “ana sahnede” kendisine yer buldu. Fakat, birçok kesim buna alışkın değildi ve olimpiyat açılış töreni tartışmaları daha da alevlendirdi.

Sanatın bir formu olarak sunulan drag, ilk kez bu yıl 27 Temmuz’da Paris’te gerçekleştirilen otuz üçüncü Olimpiyat Açılış Töreni’nde kendisine ana sahnede yer buldu. Geleneksel törenlerin aksine ilk kez stadyum dışında gerçekleşen açılış töreninde, 3 “queen” de meşaleyi taşıma onuruna erişti. Tartışmalara yol açan ve toplumun büyük bir kesimi tarafından öfkeyle karşılanan bu karara olimpiyat komitesi ve Fransa sahip çıktı. Fakat, bu durum tartışmaların alevlenmesini önleyemedi.

Törende yer alan ve birçok homofobik, transfobik ve queerfobik söylemlere maruz kalan drag queenler, “Buradayız alışın” dese de tepki gösteren kesimler, LGBTİQ+ topluluğunun ve drag sanatının ana akım medyada yer almasını reddediyor.

PEKİ DRAG NEDİR?

Birçok kişi için, bir drag queen’in basmakalıp imajı; abartılı kadınsı kıyafetler, büyük peruklar ve yoğun makyaj giymiş bir eşcinsel erkektir. Ancak drag’ın imajı ve tarihi çok daha karmaşıktır. Drag tarihçisi, video sanatçısı, New York Üniversitesi ve The New School’da profesör olan Joe E. Jeffreys, drag’i “cinsiyetin teatral abartılması” olarak tanımlıyor.

17. yüzyılda ortaya çıkan “drag queen” terimi dünyada ancak 20. yüzyıla gelindiğinde yaygın olarak kabul görmeye başlıyor. Drag kelimesinin tam olarak Türkçe karşılığı olmamakla birlikte tarihsel bağlamda ilk çıkışı İngiltere’de bir pazar gazetesi olan Reynolds’s Newspaper’da tartışılan 19. yüzyıldaki bir parti davetiyesinde yer aldı. Davetiyede yer alan “Drag ile Geleceğiz (We shall come in drag)” cümlesi aslında; o dönemde kadının toplumsal hayatta ön planı çıkması istenmediğinden genellikle tiyatro oyunlardaki kadın rolleri erkek aktörler tarafından canlandırılmasına ve bu aktörlerin giydiği abartılı ve yerlerde sürünen eteklerinden esinlenilerek ise bu aktörlere “sürünmek” anlamına gelen “drag” ismi verilmesinden ortaya çıkıyor.

Günümüzde gerçekleştirilen Onur Yürüyüşü’nün de temellerini oluşturan Amerika’nın New York eyaletinde yaşanan Stonewall Inn Ayaklanmaları’nda LGBTİQ+lar ve polis arasında yaşanan çatışmalar ise “queen” sözcüğünün temelini oluşturur. 1969’da Stonewall’da bulunan ve gay topluluğun başkaldırısını başlatan kişiler o dönemde kendilerini yüceltmek amacıyla birbirlerine “queen” diye hitap ediyordu ve bu gelenek yıllar içerisinde de sürmeye devam etti.

DRAG SANATÇILARI NASIL AYRILIR?

Drag sanatını icra eden queenler “temelde” 4 ana başlıkta nitelendirilebilecek olsa da günümüzde drag queenleri ve performanslarını kategorilendirmek pek de mümkün değil. Fakat temel bağlamda, drag queen tamlaması kadın rolünde oynayan erkek için, drag king erkek rolünde oynayan kadın için, faux queen drag queenleri taklit ederek abartılı kostümler giyen kadınlar için, faux king ise drag kingleri taklit ederek abartılı kostümler giyen erkekler olarak tanımlanabilir. Ancak özellikle günümüzde bu sanatı LGBTİQ+ haklarını gözeten ülkelerde gerçekleştiren sanatçılar sanatlarını; fish queen, club queen, goth queen, pageant queen, faux queen, camp queen, transdrag queen, tranimal queen, activeslee queen, mother queen ve baby queen gibi daha da sayılabilecek ondan fazla “kategori” içerisinde icra edebiliyor.

Sanatçıların, drag yapmasının en önemli nedenlerinden biri kendini, kendi seçtiği sanat formunda ifade edebilmektir. Drag gösterileri kendi içerisinde değişkenlik gösterse de “tipik olarak” çoğu drag performansında dans, canlı şarkı söyleme ve/veya lip-sync bulunur. 

HER DRAG SANATÇISI GAY MİDİR?

Bu soruya kısa bir cevap vermek gerekirse hayır. Uzun cevaplamak gerekirse ise drag sanatçılarının cinsel yönelimleri aslında sergiledikleri sanattan bağımsızdır. Ancak drag topluluğunu oluşturan tüm cinsiyetler ve cinsel yönelimler arasında, eşcinsel cis-cinsiyetli erkekler en baskın olanlardır.

Fakat belirtmek gerekir ki trans drag sanatçıları, drag sanat formunun tarihi boyunca önemli bir rol oynamıştır. Fort Worth’daki Texas Christian Üniversitesi’nde kadın ve cinsiyet çalışmaları alanında profesyonel uygulama doçenti olan Nino Testa CNN International’a verdiği röportajda, “trans insanlar olmadan drag’in hikâyesini anlatamazsınız” diyor.

Drag Amerika’da 60’larda ve sonrasında popülerlik kazandıkça, birçok trans kadın kendilerini performans sergilerken buldu çünkü yaygın transfobi ve homofobi başka iş bulmayı zorlaştırıyordu. Testa, drag’in genellikle bir tür maddi hayatta kalma biçimi olduğunu belirtiyor. Bu durum aslında birçok ülkedeki trans için de geçerlidir.

DRAG’İN ENLERİ: İLK DRAG QUEEN KİMDİR?

Dünyanın neresinde olursak olalım drag kültürü, o toplumun içerisinde kendi yerini bir şekilde bulmuş ve var olmuştur. Drag sanatçılarının birçok ismi ise gerek sergiledikleri direnişlerle gerek ilkleri başarmasıyla tarihe geçmiştir.

Bu isimlerden ilki, 19. yüzyılın ortalarında Amerika Birleşik Devleri’nde eski bir köle olarak yaşamış olan Afro-Amerikalı William Dorsey Swann’dır. Swann, kendisini drag queen olarak tanımlayan ilk kişi olarak tarihte yer alıyor. Swann’ın, o dönemde kadın kıyafetleri giymesi ve kadın kıyafeti giyen arkadaşlarını evinde ağırlayarak partiler düzenlemesi çevresinde “kraliçe” lakabıyla anılmasına yol açıyor. Fakat 1870’lerde iki erkeğin Londra sokaklarında kadın kıyafeti ile yürümesi gerekçesiyle tutuklanması üzerine kadın kıyafetleri giyerek bir direniş başlatan Swann, bu sebeple birçok kez tutuklanıp polis baskınına uğruyor. Zamanında toplumu rahatsız ettiği öne sürülerek 10 ay hapis cezasına çarptırılan Swann, 1925 yılında hayatını kaybettiğinde ise evi yetkililer tarafından yakılıyor.

RUPAUL, DRAG RACE VE 2000’LER

Amerikalı bir drag queen, oyuncu, yazar ve şarkıcı olan RuPaul Andre Charles; kariyerine 1980’lerin başında, Atlanta’da yerel kulüplerde drag şovları yaparak başlıyor. Daha sonrasında 1990’ların başında, RuPaul’un Supermodel (You Better Work) adlı şarkısı dünya çapında bir hit oluyor ve 2009 yılında yarattığı ve sunduğu RuPaul’s Drag Race televizyon programı ile bir ikon haline geliyor. Drag yarışması formatında bir dizi mini yarışma, makyaj ve kostüm yarışması ve büyük bir final içeren program, kısa sürede büyük bir hayran kitlesi ve birçok Emmy ödülü kazanıyor. Dünya çapında ünlenen program Amerika’nın ardından İngiltere, Fransa, Kanada, Belçika, İtalya, İspanya gibi ülkelerde de düzenlenmeye başlanıyor ve hatta sonrasında “all star” yarışmaları düzenleniyor. Drag queen kültürü ve LGBTQ topluluğu için bir ikon olarak kabul gören RuPaul’un kendisi de bir LGBTQ aktivistidir ve hayatı boyunca topluluk için çalışmıştır. RuPaul, birçok ülkede birçok insanın kendini kabul etmesine ve özgürce kendisi olmasına ilham veren birisi olarak kabul görür.

TÜRKİYE’DE DRAG KÜLTÜRÜ

Dünyadan örnekleri bir kenara bırakıp Türkiye’deki drag kültürünü ele alacak olursak, Osmanlı dönemi eğlence hayatı ve şenliklerini konu alan yazılara bakıldığı zaman “köçek” olarak adlandırılan kadın kılığına girmiş erkek dansçıların varlığı kaynaklarda sıklıkla ortaya çıkar. Orta oyunlarında ise kadın rollerini ‘zenne’ adı verilen erkek oyuncular canlandırır. Cumhuriyet dönemine geldiğimiz zaman ise karşımıza bu ekolün öncülerinden Huysuz Virjin sahne ismiyle Seyfi Dursunoğlu ve bugün bu sanatı icra eden en popüler isimlerden Matmazel Coco sahne isimli Seyhan Arman çıkıyor.

1 Ekim 1932’de Trabzon’da dünyaya gelen Seyfi Dursunoğlu sahne hayatına 1960’lı yıllarda Beylerbeyi Kültür Cemiyeti’nde ilk olarak amatör Ramazan eğlenceleri düzenleyerek başlamıştır.  Huysuz Virjin karakteri de yine bu dönemde doğmuştur. 1970 yılına gelindiğinde ilk kez Huysuz Virjin karakteriyle profesyonel olarak dönemin meşhur gece kulüplerinde çalışan Dursunoğlu, 1970’lerin sonunda şovunu televizyona taşımıştır. Huysuz Virjin televizyon hayatına ilk kez 1970’lerin sonunda TRT kanalında çıkmış ve dikkat çekmeyi başarmıştır. Ancak Dursunoğlu’nun düzenli televizyon programcılığı özel kanalların yaygınlaşması ile başlayacaktır. Özel kanallar yaygınlaştıktan sonra Dursunoğlu, Huysuz Virjin kimliğiyle birlikte ATV, Show TV ve Kanal D’de programlar sunmaya başlar.

Yaklaşık 40 yıl sahnelerde ve televizyonlarda boy gösteren ve ülkenin birçok kesimi tarafından “eğlenceli” ve “samimi” bulunan Huysuz Virjin’e, 2007’de RTÜK’ün kadın kılığına girmiş erkeklerin ve erkek kılığına girmiş kadınların televizyona çıkmasını yasaklamasının ardından veda etmek zorunda kaldık. O tarihten sonra Seyfi Dursunoğlu’nu televizyon programlarında gerek jüri gerek konuk gerek sunucu olarak gördüysek de Huysuz Virjin ekranlarda bir daha yer alamadı. Aradan geçen 13 yılın ardındansa 17 Temmuz 2020’de hem Seyfi Dursunoğlu hem de Huysuz Virjin aramızdan ayrıldı.

Yaşamı boyunca birçok kişiye ilham kaynağı olan Seyfi Dursunoğlu, Huysuz Virjin ismiyle Dan Jones’un hazırlamış olduğu Dünyayı Değiştiren 50 Drag Queen (50 Drag Queens Who Changed the World: A Celebration Of The Most İnfluential Drag Artists Of All Time) kitabında da yer almıştır.

2024 PARİS OLİMPİYATLARI VE DRAG QUEENLER

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de drag kültürü kendisini var etmeye çalışırken hep ‘yeraltında’ karşılık buldu. Bugün ise her ne kadar LGBTQ+ dostu olmayan ülkelerde hala tartışmalara yol açsa da drag artık hem ana akım medyada hem de sokakta kendine yer buluyor. Bunun en yakın örneğini ise 2024 Paris Olimpiyatları Açılış Töreni’nde yaşadık.

Tarihte ilk defa stadyum dışına taşınan, Seine Nehri üzerinden ilerleyen botlarla sporcuların geçit töreni gerçekleştirdiği ve yine Paris’teki birçok ikonik noktada Lady Gaga, Celine Dion gibi birçok ünlü isimden canlı performanlar, şovlar ve gösteriler sunan 2024 Paris Olimpiyatları Açılış Töreni hem klasik hem de modern Fransa tarihini beş saat boyunca izleyicilere sundu.

Ve tabii ki ilk düzenlendiği günden beri bir gelenek haline gelen törenlerde, geleneksel olarak Olimpiyat Oyunlarından birkaç ay önce Yunanistan’ın Olympia kentinde yakılan ve ardından binlerce meşale taşıyıcısı tarafından ev sahibi ülkedeki açılış törenine taşınan, antik ve modern oyunlar arasındaki sürekliliğin bir sembolü olan olimpiyat ateşi, Paris Olimpiyatları’nda da el elden ulaştırılarak en nihayetinde görkemli bir şovla olimpiyat alevinin yanmasını sağladı.  

Bilinen ilk LGBTIQ+ katılımlı olimpiyat açılış töreni olan Paris Olimpiyatları Açılış Töreni’nde meşale taşıyan drag queenler Minima Gesté, Miss Martini ve Nicky Doll da alevin Fransa’dan Paris’teki Olimpiyat stadyumuna doğru yolculuğu sırasında onu iletme onuruna seçilenler arasındaydı. Fakat bu durum hem dünya basınında hem de ulusal basında birçok tartışmalara neden oldu.

RuPaul Drag Race programında yer aldıktan sonra yoğun bir hayran kitlesine sahip olan ve meşaleyi taşıma onuruna erişen drag queenlerden birisi olan Nicky Doll sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamada, “Dünya çapında milyarlarca insanın önünde performans sergilemek ve olimpiyatçılarımızı kutlamak benim için mutlak bir onurdu. Ve unutmayın, ekranlarında queerliği görünce tüyleri diken diken olanlara: Hiçbir yere gitmiyoruz” ifadelerine yer verdi.

Tartışmaların bir diğer odak noktası ise yine aynı açılış töreninde, drag queenler tarafından İtalyan ressam Leonardo da Vinci’nin Hz. İsa’yı resmettiği “Son Akşam Yemeği” tablosunun yeniden yorumlanması oldu. Hem Müslüman ülkelerden hem Hristiyan inancı paylaşan ülkelerden büyük tepkiler gören açılış töreni aynı zamanda “stereotypical” heteroseksüellerden de yoğun eleştiri aldı. Törende yer alan drag queenler, uluslararası basına verdiği demeçlerde ve sosyal medya hesaplarından yaptığı açıklamalarda ölüm tehditleri ile yüzleştiklerini ve queerphobic söylemlere maruz kaldıklarını belirtti. Sanatçılar sergiledikleri performanstan dolayı tepki gördükleri kesimlerden özür dilerken niyetlerinin herhangi bir kesimi kırmak olmadığını vurguladı.

Tablonun merkezinde yer alan Barbara Butch da gelen tepkilere yönelik, “Hayatım boyunca kurban olmayı reddettim: Susmayacağım. Nefretlerini ve hayal kırıklıklarını kusmak için bir ekranın veya takma adın arkasına saklananlardan korkmuyorum. Hem sevdiklerim hem de milyonlarca Fransız için olduğum kişi, olduğum şey ve temsil ettiğim şeyle gurur duyuyorum. Benim Fransam Fransa’dır!” cümlelerini sosyal medya hesabı üzerinden paylaştı.

Olimpiyatların resmî sitesinde “Pride in Sports” kategorisinde yer alan yazıdaki resmi bilgilere göre, 2012’de Londra Olimpiyatları’nda sadece 23 LGBTIQ+ Olimpiyat sporcusu yarışırken, 2021’deTokyo Olimpiyatları’nda toplamda 186 sporcu cinsel yönelimlerini ve kişisel hikayelerini gururla paylaştı. Paris Olimpiyatları’nda da en az 175 LGBTIQ+ sporcunun yarışacağı öğrenildi ancak bu sayı resmi olarak bildirilmedi. LGBTIQ+’ların yanında olduğunu birçok resmi hesaptan paylaşan Fransızlar ve yine açılış töreni nedeniyle yoğun tepkiler gören Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron da 27 Temmuz’da gerçekleşen törenin ardından Twitter üzerinden yaptığı “Burası Fransa!” (This is France!) paylaşımıyla gelen eleştirilere yanıtını vermiş oldu. Muhafazakâr kesimlerden gelen tepkiler üzerine açıklama yapan Olimpiyatlar sözcüsü Anne Descamps ise, pazar günü düzenlenen basın toplantısında performansa gelen tepkiler hakkında bir soruyu yanıtlayarak, ne Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin (IOC) ne de gösterinin sanat yönetmeni Thomas Jolly’nin ‘herhangi bir dini gruba saygısızlık gösterme niyeti’ olmadığını söyledi. Bunun yerine, “Gerçekten de toplumsal hoşgörüyü kutlamaya çalıştık. Paylaştığımız anketlerin sonuçlarına baktığımızda, bu hedefin gerçekleştiğine inanıyoruz. İnsanlar herhangi bir şekilde gücenmişse, elbette, gerçekten, gerçekten çok üzgünüz.” diye ekledi.

“LGBTİQ+ KARŞITI SÖYLEMLER ENDİŞE VERİCİ BİR ŞEKİLDE ARTIYOR”

Olimpiyatların resmi başlangıcından 1 hafta önce Viyana’da düzenlenen ve 4.000 LGBTİQ+ sporcunun yer aldığı EuroGames’te konuşan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri Volker Türk de LGBTİ+’lara yönelik şiddettin son beş yılda Avrupa’da arttığına dikkat çekmişti. Türk, konuşmasında “Sporda, diğer alanlarda olduğu gibi, hala LGBTIQ+’lara yönelik çok fazla nefret, ayrımcılık ve dışlama görüyoruz. Dünya genelinde, Avrupa da dahil olmak üzere, LGBTİQ+ karşıtı söylemler endişe verici bir şekilde artıyor; insan hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda kaydedilen ilerlemeyi geriye çevirmeye çalışıyor ve cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği hakkında bilgi ve tartışmayı yasaklamaya çalışıyor. LGBTIQ+’lara yönelik şiddet son beş yılda Avrupa’da arttı. Bazı çalışmalara göre, beş kişiden biri bu tür saldırıları yetkililere bildirebildiğini söylüyor. Bu sorunların tam ve proaktif bir şekilde ele alınması, mağdurların hak arama yollarına ulaşabilmelerinin sağlanması ve daha fazla ihlalin önlenmesi temel sorumluluğun devletlere ait olduğunu göstermektedir. Ama diğerlerinin de oynayacak önemli bir rolü var. Spor federasyonları sıfır tolerans konusunda söylediklerini yapmalı-birçoğu hala ayrımcı politikalara sahip, bu nedenle bu konuda daha güçlü çabalar görmemiz, IOC Çerçevesi’ni insan hakları standartlarıyla uyumlu bir şekilde uygulamamız ve ayrımcılık eylemleri gerçekleştiğinde bunlara müdahale etmemiz gerekiyor. Ayrıca antrenörler, kulüpler, sporcular ve eğitimciler, sporun herkese, her düzeyde, okullar, toplum, amatör ve profesyonel spor dahil, açık olmasını sağlamak için ellerinden geleni yapmalıdır” ifadelerine yer vermişti.

İNSAN ONURUNA YARAŞIR BİR YAŞAM

Toparlayacak olursak hem Dünyada hem Türkiye’de LGBTİQ+lara yönelik nefret söylemleri hâlâ toplumun geniş bir kesiminde yer bulmaktadır. Yazının başında da belirttiğimiz gibi özellikle bu yazıda, drag queenleri ele alsak da ve her drag queen “gay” olmasa da drag kendisine özellikle LGBTİQ+ topluluğunda yer bulmuş bir sanat.

Türk Ceza Kanunu’nun 122. Maddesine göre nefret suçu; “bir kişiye veya guruba veya bunların mallarına karşılık, cinsiyet, ırk, dil, din gibi mağdurların sahip oldukları temek özellikler nedeniyle duyulan nefret, önyargı saiki ile işlenen suçlardır” şeklinde tanımlanır. Kaos GL Derneği’nin yayımladığı LGBTİ+’ların İnsan Hakları 2023 Raporu’ndan öne çıkan bilgiler ışığında da ülkemizde hâlâ LGBTİQ+ topluluklara karşı nefret suçları ve nefret cinayetleri işlenmekte. Yaşam hakkı ihlallerinde ilk sırada yer alan kesimden biri olan LGBTİQ+lar medyada yer alan baskıcı ve ayrımcı tutumlar nedeniyle de ifade özgürlüğü ve toplanma hakkında sansüre ve oto sansüre uğramaya devam ediyor.

Özellikle Türkiye örneği üzerinden ilerleyerek söyleyebiliriz ki hala birçok ülkede LGBTİQ toplumunu koruyan yasalar bulunmamakta. Buna bağlı nefret suçları ve nefret cinayetleri de kaçınılmaz olarak toplumda yer edinmekte. Mevcut toplumsal yapıda bir değişim yaşanmaması halinde Türkiye’nin insan hakları krizinin derinleşmesi kaçınılmazdır. Sosyal devletin tasfiye edildiği Türkiye koşullarında eğitim, sağlık, çalışma ve hatta barınma, beslenme koşullarına erişimde çok büyük somut sıkıntılar yaşanmaktadır. Temel olarak her insanın talep ettiği şey ise hâlâ aynı; insan onuruna yaraşır bir yaşam…

LGBTİ+’ların Beslenme Hakkına Erişimleri ve Yaşadıkları Zorluklar

Yeni Merkezin İnşasında LGBTİ’lere Yer Var mı?

Onur Haftası, LGBTi+ Mücadelesi ve Kültür-Sanattaki Yansımaları