Erdoğan’ın En Büyük Rakibi Bugün Karşısına Çıkan Geçmişi mi?

— Yol uzundur, sefer güçtür; hep gideceksin, oralara gelince de gözünü açıp bir yer bulmaya çalışacaksın!

Türkiye’de cumhuriyet döneminin muhalif yazarlarından Refik Halid Karay, “Memleket Hikayeleri” romanının bir bölümünde yolun güçlüğünden böyle bahseder. 100 yaşını aşan cumhuriyetin yolculuğu da hep zorluydu. Demokrasi kendine yer edinmeye çalıştı, çoğu kez sandığı aşamadı, askeri darbeler onu bile kesintiye uğrattı. Toplumun inşasıyla ilgili farklı görüşler kimi zaman bireyin ümmetten, cemaatten sıyrılmasının önünü kesti kimi zaman resmî ideoloji halkın gerçekliğini görmezden geldi. Sonuçta herkes doğası itibarıyla kendine bir yer edinmeye çalıştı, haliyle birbirinin önüne geçmeye çabaladı, tartıştı, kavga etti ve çatıştı.

Demokrasinin özü olan tartışma kültürünün ve kurumların son 22 yıldır gün geçtikçe sorgulanır hale geldiği düşünülecek olursa vaziyet pek iç açıcı değil. Peki siyaseten Türkiye gerçekte nereye gidiyor? Gelecekte bu yolculukta kimler olacak, kimler yoldan çıkacak? Değişim kapıda mı yoksa ezelden beri Avrupa ile Asya arasında kültürel ve jeopolitik konumuyla övünen Türkiye yine tarihsel sıkışmışlığı ile baş başa mı kalacak?

Bu sorulara yanıt ararken ülkenin önündeki yol ile direksiyonun başındaki sürücü metaforu geliyor aklıma, sıradan bir teşbih farkındayım. Gelgelelim “araba” ve “şoför” kavramları salt benzetmeden ibaret değil. 31 Mart 2024’teki yerel seçimler sonrası ülke siyasetinde üçüncü sıraya yerleşen Yeniden Refah Partisi’nin (YRP) beyannamesinde “araba” ve “sürücü” somut manada cisimleşiyor. Türkiye’nin en genç yaş ortalamasına sahip siyasi partisi YRP, Türkiye otobanında vitesi artırıp sessiz sedasız yükselişini sürdürürken; aşırı muhafazakâr ve banal milliyetçi söyleminin yanında gençleri “hayata hazırlama” misyonundan söz ediyor. Kazandıkları belediyelerde “İleri Sürüş Pisti” açacaklarını taahhüt ediyor mesela. Hatta gençlerin trafiğe kapalı güvenli alanlarda drift heyecanı yaşayabileceklerinden dem vuruyor!

Henüz 45 yaşındaki YRP lideri Dr. Fatih Erbakan, Türkiye siyasetinin en önemli figürlerinden eski Başbakan Profesör Necmettin Erbakan’ın oğlu. Baba Erbakan’ın yarım asrı aşkın siyasi mirasını omuzlarında taşırken, bir yandan kamudaki gereksiz harcamalara dikkat çekip “Belediye başkanı makam aracının markasıyla değil, vatandaşın sorunlarıyla ilgilenmeli” diyor. Bu sözlerin ardından Fatih Erbakan’ın 1997’deki halini hatırlamadan edemiyor insan. Gençlik hali! Henüz 17 yaşında, o dönem başbakan oğlu sıfatlı bir öğrenciyken karıştığı trafik kazası geliyor aklıma. Sonra oğul Erbakan’ın Mercedes 320 SL model ‘ikinci el’ arabasının yanı başında gazetecilere yaptığı “Şehir içinde 220 km/saat bize yetmez” açıklaması…

Onun yola ehliyetsiz çıktığı yönünde muhalefetin mecliste verdiği soru önergesine “İddialar doğru değil” yanıtını veren dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener’di. Akşener son yerel seçimlerde başında olduğu İYİ Parti’nin uğradığı hezimet nedeniyle artık köşesine çekilmiş, hükmü kalmamış, “devlet kadınlığı” etiketi altında sarayda görüşmeler gerçekleştiren, muhalif seçmen nazarında güvenilirliğini çoktan yitirmiş gizemli bir siyasi aktörden ibaret. Fatih Erbakan ise ajandası olabildiğine açık ama siyasi manevralarını öyle çok açık etmeyen, babasından aldığı “Millî Görüş” mirasını sürdürmeye ant içmiş, ne yapacağı merak edilen, her geçen gün üye sayısını artıran ve kökü çok eskilere dayanan bir politik temsiliyetin yeni oyuncusu. Üstelik halkın nazarında bilhassa beş yıl öncesine kıyasla ehliyet sahibi bir siyasetçi artık. Ve trafiğe açık alanda -elbette politik manada- drift atarken hem Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP) hem lideri Recep Tayyip Erdoğan’ı tehdit ediyor, dikkate alınması gereken bir sürücü olduğunu kanıtlıyor. Üstelik bunu Erdoğan’ın direkt karşısında konumlanarak değil popülist söylemine karşın dengeleri gözeterek yapıyor. Hayal kırıklığına uğramış AKP tabanını ürkütmeksizin yavaş yavaş yanına çekiyor.

NEYDİ BU MİLLÎ GÖRÜŞ?

Fatih Erbakan’ın başında olduğu YRP, 16 Ocak 1998’de kapatılan Refah Partisi’nin (RP), ana kökenine gitmek gerekirse Türkiye’de İslami hareketin merkez sağdan kopuşunun ilk temsilcisi Milli Nizam Partisi’nin (MNP) mirasçısı. İslam dünyasının radikal dönüşüm yaşadığı, Pakistan ve İran’da şeriat hükümlerinin uygulanmaya başlandığı 1970’lerde Türkiye’de de anti-komünizm propagandası yürütülüyordu. MNP o dönem çeşitli dini grupların siyasi seferberliğinin ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Türkiye’de uzun yıllar etkili olan İskenderpaşa Cemaatinin lideri Mehmet Zahid Kotku’nun “II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi sonrası ülke yönetimi Batı’yı taklit eden Masonlar tarafından ele geçirildi. Ülkenin yönetimini bir siyasi parti kurarak milletimizin gerçek temsilcilerine vermek tarihsel bir görevdir” selamlaması akıllarda. Ha keza MNP’nin daha sonra laikliğe aykırılık nedeniyle kapatılması da… Benzer bir akılla kurulup aynı gerekçelerle kapısına kilit vurulan Milli Selamet Partisi (MSP) ve Refah Partisi’nin (RP) ilk dönemleriyle benzer kodlar taşıyor bugünün Yeniden Refah Partisi. Sadece günümüzün siyasi gerçekliği ve hukuki ikliminde -Kürt partilerini hariç tutarsak- kapatılmak gibi bir risk ile karşı karşıya değil. Bununla beraber iktidardaki AKP ile birlikte Millî Görüş havuzundan çıkıp faal olarak siyaset yürüten beşinci parti hüviyetinde.

Aslında YRP aynı nehirde yıkanmaya devam ediyor. Millî Görüş’ün devamı iddiası üzerine kurulan Saadet Partisi’ni (SP) by-pass etmiş durumda. İşin tuhafı aynı tornadan çıkan partilerden AKP, yıllar önce Batı aleyhtarlığı ve anti-Siyonizm desenli Millî Görüş gömleğini çıkardığını söylese bile İstanbul il başkanını değiştirdiği 2021’den bu yana -ama bilhassa İsrail’in Gazze saldırılarıyla benzer zamanlara denk gelen son seçimlerle birlikte- kendisini alttan alta Millî Görüş’ün asıl temsilcisi olarak takdim ediyor, ettiriyor. AKP’nin hemen karşısındaki muhalif kampta yer alan, 2023 Mayıs’ına değin siyasi ikballeri uğruna ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) başını çektiği Millet İttifakı çatısı altına sığınan Saadet Partisi (SP), Demokrasi ve Atılım Partisi (DEVA) ve Gelecek Partisi de bir zamanlar aynı Millî Görüş yolunu yürüyenlerden kurulu yapılar.

Millî Görüş’ün dün ve bugün ne anlama geldiğinden uzun uzadıya bahsetmeye gerek yok fakat özü hakkında birkaç kelam etmek şart. Hareketin kurucusu ve aslen Almanya tahsilli bir mühendis olan Profesör Necmettin Erbakan, Millî Görüş’ü tüm insanlığın saadeti için yer yüzünde hakkın ve adaletin hakimiyeti olarak tanımlıyor, “Buna bizim inancımızda cihat denir” diyordu. İslam’ın sosyal, ekonomik ve siyasi hayatta daha belirgin rol oynamasını savunuyordu. Kendi söyleşiyle nihai amaç büyük Türkiye’yi yeniden saadet, refah ve selamet yolunda inşa etmekti. Bir başka bakış açısıyla İslamileştirmekten çok milli bir sanayileşme kampanyası yürütmeye çalışmıştı baba Erbakan.

Millî Görüş’ün bir bakıma Marksist esintiler taşıyan hayli tartışmalı ve muğlak doktrini Adil Düzen’den, YRP’nin tarihi mirasından, partinin bugün muğlak gibi görünen pozisyonundan ve iktidar için nasıl bir tehdit teşkil ettiğinden bahsetmeden evvel Türkiye’nin halihazırdaki politik manzarasının fotoğrafını çekmek gerekiyor.

SON 2 YILDA TÜRKİYE’DE NELER YAŞANDI?

2024 yerel seçimlerinde ana muhalefet partisi CHP, 46 yıl sonra büyük bir seçim zaferine imza attı. Sistem içinde ayırt edici bir aktör olarak YRP yükselişini sağlam bir temele oturtarak devam ettirdi. İktidar partisi ise küçümsenmemesi gereken büyük bir yenilgiye uğradı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, AKP’ye ve dolaylı olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı üst üste dördüncü (bir Beylikdüzü, üç İstanbul galibiyeti) zaferini elde ederek, siyasi geleceğini ve ama açık ama gizliden gizliye sürdürdüğü Türkiye’yi yönetme fikrini garanti altına aldı. (Her ne kadar bugünlerde, kimine göre işini kolaylaştıracak kimine göre imkânsız kılacak ahmak davası nedeniyle ensesinde koca bir siyasi yasak ihtimali belirmiş olsa da) Başkent Ankara’da ise CHP’nin bir anlamda “rozetsiz” adayı olarak tanınan milliyetçi kökenli Mansur Yavaş, kesin bir galibiyetle koltuğunu korudu.

Türkiye’de 2023 genel ve cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında ekonomideki sorunlar nedeniyle AKP ve Erdoğan’ın iktidarı yitirebileceği yönünde görüşler vardı. Ancak AKP zemin kaybetmesine rağmen kutuplaştırıcı söylemi lehine kullanarak yine en çok oyu alan parti olmuş, Erdoğan seçim ikinci tura sarksa bile pozisyonunu muhafaza edebilmişti. Son seçimde bundan ümitlenen Erdoğan kuruluşundan bu yana ilk kez Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) ardında konumlanıp ikinci sıraya düştü. Bu öyle büyük bir şok dalgası yarattı ki; -epeyi kibarca söylemek gerekirse- merkez söylemin peşinde artık eskisi kadar gönüllü koşamayan onlarca “siyasi yorumcu”, CHP ile YRP’nin seçim zaferinden bahsetmek yerine tereddütlü bir hissiyat ve yönlendirilmiş bir dil ile AKP’nin kayıplarını konuşmayı yeğledi, diskur bunun üzerinden biçimlendirildi. Kazanan yoktu, dış güçler dahil belli gerekçelerle kaybeden bir mazlum vardı, o mazlum yine, yeni, yeniden bu kez partisine yönelik özeleştiri neşterini daha sert vuracağı söylenen Erdoğan’dı.

EKONOMİK KRİZLE AT BAŞI GİDEN “BEN BİLİRİMCİLİK”

Şüphesiz bu tablonun ortaya çıkmasında toplumsal adaletsizlik, ekonomik kriz, muhalefetin oyun tarzını (hatta ana muhalefetin liderini) değiştirmesi ve AKP’nin yerel seçimlerde tercih ettiği adayların düşük profilli oluşunun etkisi büyüktü. Seçmenin genel ve yerel seçimlerde izlediği yolun farklılık içermesi de bu tablonun oluşumu hakkında bir fikir verebilir. Ancak AKP’nin kan kaybetmesinin ardındaki bir başka yadsınmaması gereken sebebi gözden kaçırmamak gerekiyor. O da iktidarın Erdoğan ile vücut bulan ve yıllar geçtikçe dozu artan siyaseten üstüncü tavrı. Mutlak güce yaslanan bu tavrın artık arşa çıktığını söylemek mümkün. Bunu anlamak için bir zamanlar Necmettin Erbakan’ın himayesinde siyaset yapan ve esasen çekirdekten yetişme bir Millî Görüş’çü olan eski Refah Parti’li (RP) Tayyip Erdoğan’ın 1994 yerel seçim taktiklerine göz atmak kâfi gelebilir. Erdoğan o dönem teşkilatına “Güler yüzlü olun, ürküten bir çehre takınmayın, yargılayıcı olmayın, insanlara yokuşu değil inişi gösterin, seçmene ‘Allah’tan korkmuyor musun?’ diye yaklaşmayın” diyordu.

Hal böyle olunca yıllar içinde iyice zenginleşmiş bu yorgun politikacının bitap hale düşmüş fakirleşen tabanı, gözünü “içeriden” ve “tanıdık” bir alternatife çevirmiş durumda denilebilir. Erdoğan misali geçmişte RP’de siyaset yapan, kurucu belediye başkanlığı görevinde bulunan, AKP İstanbul Milletvekili Feyzullah Kıyıklık’ın seneler evvel ifade ettiği gibi yerel yönetimler partilerin iktidarının törpüsüydü, yerel yönetimler partileri genellikle batırırdı fakat bu Millî Görüş yolundakiler için tam tersiydi. Bu söylemin bugün artık mazlumların yanında duran değil, duran gibi yapan ve şatafatla özdeşleşmeye başlayan AKP’nin aleyhine döndüğünü söylemek hayli mümkün görünüyor.

TÜRKİYE’DE SİYASAL İSLAM’IN YÖNELİMLERİ VE PRAGMATİZMİ

Dünün kapitalizmi haram sayan siyasal İslamcılarının ekseriyetinin kapitalizmi helal saymaya başlamalarının üzerinden neredeyse çeyrek asır geçti, hatta bu konu bugün birçok kişi için tartışma meselesi bile değil. O halde biraz daha geriye gidelim. 1997 Şubat’ında Ankara’nın Sincan ilçesinde düzenlenen “Kudüs Gecesi” etkinliği zaman yolculuğu için iyi bir durak olabilir. Söz konusu etkinlik sırasında Hamas ve Hizbullah lehine yapılan gösteriler ve İran Büyükelçisi’nin “Türkiye’de İslami hukukun kurulması elzem” yönündeki sözleri sonrası Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bölgeye tanklar yollamıştı. Bu durum o dönem siyasal İslam’ın tam karşısında yer alan, politikaya karışmaya hevesli laik generaller için geçerli bir bahane oluşturmuş, dönemin Başbakanı Profesör Necmettin Erbakan 28 Şubat post-modern darbesinden dört ay sonra istifa etmek mecburiyetinde kalmıştı.

Türkiye’deki din-siyaset ilişkisi üzerine detaylı çalışmalar yürüten Oxford Üniversitesi’nden Ceren Lord’a göre 1997 müdahalesi aslında hayati biçimde tamamen ordunun anti-İslamcı bir önlemi olmaktan çok İslamcılığın neo-liberal çerçeve içinde yeniden ifade edilmesini ileri boyutlara taşıdı, Batı karşıtlığını yumuşattı. Ve kapatılan RP’nin yerine kurulan Fazilet Partisi (FP) içinde gelenekçiler ve yenilikçiler olarak anılan iki gruptan evrilen yenilikçiler yeni dönemle barışık AKP olarak ortaya çıktı. Gelenekçiler Fazilet Partisi içinde kaldı, sonra Saadet Partisi’ne evrildi, çok geçmeden ise siyasi temsiliyetlerini yitirdi.

Bir anlamda gelenekçi kanatın ortaya çıkışı yani hem ekonomi hem siyaset hem de sosyal yaşamda uç muhafazakâr kesimin devamı ise o yeri yıllar sonra yeniden sahiplenen bugünün YRP kadroları oldu. Esasen 2018’de kurulduğunda YRP’nin bir tabela partisinden öteye geçemeyeceğini düşünenlerin sayısı çoktu. Gerçekten ilk etapta tüm tartışmalar politik ağırlığı ve hedeflerinden ziyade bir tabela ile bir bina üzerinden yürütülmüştü. Fatih Erbakan bu kez manen değil madden bir miras kavgası üzerinden Saadet Partisi’ne (SP) haciz davası açınca Saadet Partisi genel merkezine gelen icra memurları binayı tahliye etmiş, üç ay sonra SP’nin tabelası indirilip YRP’nin levhası binaya asılmıştı.

Bir süre sonra Türkiye merkez muhalefetinin omurgasını oluşturan Millet İttifakı içinde yer alan SP iktidara yürüdüğünü hayal ederken, YRP ilk etapta öylece köşede durdu. Sadece babasının adıyla çok fazla yol alamayacağı düşünülen Fatih Erbakan her iki ittifakla iş birliğine yanaşmayacaklarını ifade edip, Nisan 2022’de Alper Altun’a verdiği mülakatta duruşlarını şöyle tarif ediyordu:

“Saadet Partisi lideri yanlış pozisyonda meşruiyet arıyor. 60 yıl sonra Türkiye’nin başına CHP’li bir cumhurbaşkanı getirilmesi hususunda Necmettin Erbakan böyle bir operasyona dahil olmazdı. Yeniden Refah Partisi olarak Anadolu’yu karış karış dolaşıyoruz. Halk ‘Sakın Cumhur İttifakı’na gitmeyin’ diyor. Hele bu saatten sonra hiç gidilmez. Aynı şekilde ‘Millet İttifakı’na da gitmeyin’ diyorlar. Dolayısıyla Yeniden Refah Partisi’ni her iki yere de yakıştıramıyorlar. Ancak biz aday olmazsak ya da seçim ikinci tura kalırsa CHP’nin adayı Kemal Kılıçdaroğlu yerine Recep Tayyip Erdoğan’ı tercih ederiz”

Fatih Erbakan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Cumhur İttifakı’na, iktidar saflarına katıldı, AKP’nin yanı başında konumlandı. Fakat bunu bir nevi teslimiyet gibi sunmadı. Cumhurbaşkanlığı yarışından çekilmeden evvel adaylığı için yeterli imza toplayıp tabanın kendisine teveccüh gösterdiğini AKP ve Erdoğan’ın gözüne soktu. Bununla birlikte özellikle ekonomiye ilişkin iktidarın yanlış politikalarını tenkite devam edeceğini söyleyip AKP ile partisi arasında başta “ahlak” ve “aile” temalı bir protokol imzaladı.

Siyasi pazarlıklar farklı adreslerde yapıldı. Oğul Erbakan üç kez Beştepe’deki Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne gitmesinin yanında son görüşmeyi kendi partisinin genel merkezinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ağırlayarak nihayete kavuşturdu. Siyasi parti liderlerinin birbirini ziyaret etmesinin normal ve sıradan karşılandığı toplumlarda bunun elbette bir manası yok. Ancak Türkiye gibi ülkelerde sembolik değeri büyük. Çeyrek asırdır yenilmeyen Erdoğan, önündeki seçimleri kazanabilmek için oğul Erbakan’ın yanına gidiyordu. Sonuç olarak siyasi partilerin ittifak protokollerini Yüksek Seçim Kurulu’na (YSK) teslimine saatler kala, son anda varılan uzlaşıyla Fatih Erbakan’ın genel başkanı olduğu YRP Cumhur İttifakı’na katıldı.

Türkiye’de siyasal İslam üzerine uzmanlaşmış, Refah Partisi ve Millî Görüş hareketini takip eden nadir gazetecilerden Ruşen Çakır’ın dediği gibi İslam dünyasının en fazla modernleşmiş ülkesi Türkiye’de Refah Partisi’nin de dünya çapında en pragmatist İslami yapılanma olduğu düşünülebilirdi. Çakır’ın çeyrek asır önce YRP’nin öncülü RP için yaptığı bu tespitin siyasi düzlemdeki geçerliliği bir kez daha kanıtlandı. Anlık fayda nereden geliyorsa oradan hareket etmek elzemdi. Zira Türkiye’de siyasetin yolu uzun ve güçtü. Seneler önce, 1973’te yeni bir kapatma davasıyla karşılaşmamak için laik CHP ile koalisyon hükümeti kuran, sistemin gözünde kendisini meşrulaştıran aynı hareket değil miydi?

CUMHUR İTTİFAKI İÇİNDE SİNSİ&KESKİN MUHALEFET

Ancak zaman ilerledikçe Türkiye’de ekonomi iyice zora girdi. Bunu sekiz sözcükle kurulmuş bir cümleden ibaret bırakmamak gerekir. Evet, cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Türk lirası değer kazanmaya başladı. Dünyada enflasyon oranının en yüksek olduğu Türkiye’de yavaş da olsa bir düşüş göründü. Ekonomide çeşitli politika değişikliklerine gidildi, faiz oranları artırıldı, ekonomik büyüme oranları görece yükseldi. Ancak tartışmalı resmi verilerin gölgesinde gün yüzüne çıkarılan tüm bu gelişmeler halkın hayatını düzeltmeye yetmedi, Türkiye dengesiz büyürken halk şirazesi bozulmuş şekilde küçüldü, küçülüyor. Devrimci İşçi Sendikası’nın (DİSK) hazırladığı raporlar Mayıs 2023’te açlık sınırını 10.072 TL, yoksulluk sınırını 34.838 TL olarak gösterirken yerel seçimin yapıldığı Mart 2024’te söz konusu rakamlar 16.646 TL ve 57.578 TL seviyesine yükselmişti. Ayrıca 2024 yılı, nüfusunun yarısından çoğunun asgari ücretle çalıştığı Türkiye’de söz konusu ücrete mahkûm işçilerin maaşlarına ara zam yapılmayacağını öğrendikleri sene olmuştu.

Buna ilaveten siyasi kutuplaşma iyice arttı. Yerel seçimlerde hem iktidar hem ana muhalefetin başarısı mevcudiyetlerini koruyabilmek için her zamankinden çok hayati hale geldi. Ana muhalefet partisi genel başkanıyla birlikte söylemini de daha geniş kitleleri hedefleyecek şekilde değiştirdi. Bu noktada Cumhur İttifakı’nın kerhen ve pragmatik üyesi YRP, oyun alanını yitirmemek için dilini itidalli bir şekilde sertleştirmeye, bir yandan da iktidarla sahici bir pazarlığa girişmeye başladı. Söz gelimi iktidarın sadaka ekonomisi yerine refah seviyesinin artırılacağı bir ekonomi öngördüklerini söylediler. Sürüş pisti vaatlerinin yanına AR-GE çalışmaları koydular. Millî Görüş programına sadık kalarak ekonomideki çıkmazdan kendilerince bir çıkış rotası çizdiler, lüks ve şatafatla özdeşleşmeye başlayan bir iktidar karşısında nasıl kaynak bulabileceklerinin izahını yaptılar. Tüm bunlardan bahsederken “Dün bugünün aynasıdır” misali Erbakan’ın başbakanlık ettiği 54. Hükümet dönemine sık sık göndermede bulundular.

İç ve dış borç batağına batmış Türkiye’de iktidarın uzaya Türk astronot göndermesinden (Türkçe önerileriyle fezagir, gökmen, uçman) hareketle “Beş milyon dolar ile ‘Uzay Ajansı’ projesi yapıp vatandaşa Ay’a gidebileceğimizi bile iddia edebilirsiniz” diyerek iktidarın yarattığı sanal algıyla yekten dalga geçtiler. İmtiyazlı holdinglere kaynak aktarılmasını ise “Bir köprünün dört köprü parasına, bir havalimanının 30-40 havalimanı parasına, 13 şehir hastanesinin 57 şehir hastanesi parasına yaptırıldığı ortada. 85 milyon nüfuslu Türkiye’nin kaynakları imtiyazlı beş holdinge aktarılıyor, milyonluk makam odaları milyarlık uçaklar cabası” sözleriyle eleştirdiler.

Bu yönüyle bakıldığında sözleri ana muhalefet partisinden çok farksız değildi YRP’nin. Ancak eski usulü devam ettirip, medyada çok görünür olmayıp, Türkiye’yi karış karış gezdiler. Halkla birebir iletişim kurdular, sorunlarını dinlediler, düğün ve cenazelerine katıldılar, camilerde ziyaret ettiler. Oylarını alabilecekleri geniş halk yığınlarının orada olduğunu biliyorlardı. Gazeteci Ruşen Çakır’dan ödünç bir söylemle nasıl radikalleşirken Türkiye Leninist solundan geniş ölçüde kopya çekmişlerse, –Ezelden beri örgütlenmeleri tespih modeli olarak nitelenen her mahalleye, her caddeye, her sokağa hatta her apartmana bir sorumlu atanması şeklindeydi- belki de farkından olmaksızın aslında fikirlerinin tam karşısında yer alan cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün seneler evvel yaptığı gibi camide, minberin yanı başında halka, cemaate seslendiler. Özünde ve hepsinin ötesinde ahlak, maneviyat ve elbette dine ilişkin söylemlerini kameralar karşısında değil kapalı kapılar ardında yaptılar. Yine ve daha gerçekçi bir benzetmeyle bir zamanlar Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi “samimiyetle” davrandılar. Dahası emeklilerle, hak mahrumiyeti yaşayan emeklilikte yaşa takılanlarla, stajyerlerle, çıraklarla, uzman çavuşlarla, sağlıkçılarla ilişki kurup dertlerini dinlediler.

Muhalefet ederken kişi bazlı değil sistem hatta uluslararası sistem bazlı bir eleştirel bakış açısı yürütmeleri Fatih Erbakan ve beraberindekilere Necmettin hocalarından kalan bir başka yol gösterici miras oldu. YRP’yi Erbakan Vakfı’ndan yetişen gençlerin üzerine inşa etmeleri bunda etkiliydi. Bununla beraber keskin muhalefeti Erdoğan’ın kişiliğine indirgeme yanılsamasına düşmediler. Zira yerel seçimler öncesi bir yandan pazılarını şişirirken beri yandan iktidar ile pazarlığa ancak bu sinsi ve keskin yöntemle oturabilirlerdi.

HEM KAZANAN HEM İKTİDARA KAYBETTİREN PARTİ

YRP, 2024 yerel seçimleri öncesi AKP’den Kocaeli, Sakarya ve Malatya’da ittifak kapsamında kendi adaylarının desteklenmesini istedi. İstanbul’da Arnavutköy ve Sultanbeyli, Ankara’da ise Pursaklar ve Mamak ilçeleri için benzer talepler sunuldu. Küçük partileri meşrulaştıracağı endişesiyle iktidar bu tekliflere yanaşmayınca YRP, AKP’li küskünleri kazanabilecekleri kentlerden aday gösterdi. Bu hamle ile Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı kızdırdılar. Öyle ki; Erdoğan “Partimizin eski belediye başkanlarını, eski milletvekillerini, eski teşkilat mensuplarını aday göstererek kendileri kazanmak değil, bize kaybettirmek için çalışan partiler ortaya çıktı. Hem bize kaybettirmek için çalışıp hem çeşitli beyan ve imalarla bizim gölgemizde yürümeye kalkanlara da müsaade etmeyiz” sözleriyle YRP’yi dolaylı olarak karşısına aldı, mesafe koymaya başladı ve bu mesafe bir anlamda YRP’ye yaradı. Sonuç olarak Erdoğan’ın endişesi gerçek oldu. YRP, İstanbul’da kendi adayını çıkarınca seneler önce “İstanbul’u yakalamak Türkiye’yi yakalamaktır” diyen Recep Tayyip Erdoğan’ın 2019’dan bu yana devam eden hayal kırıklığı devam etti. 1994’ten bu yana beş seçimde elinde tuttuğu İstanbul’u Erdoğan ikinci kez yakalayamamıştı. Siyasette 24 saatin bile uzun zaman sayılabildiği Türkiye’de YRP 10 ay sonra saf değiştirerek AKP’ye kaybettirdi, CHP’ye kazandırdı ama basit bir araçtan ibaret olmadı, kendisi de Türkiye ölçeğinde kazandı.

Gazeteci Ruşen Çakır’ın söyleşiyle YRP, RP’nin 1994 ruhunu değil belki ama ilk kayda değer yükselişini gerçekleştirdiği 1989 ruhunu yeniden diriltmiş oldu. Kazanmak-kaybettirmek tartışmaları ışığında Fatih Erbakan’ın “Millî Görüş kimseye stepne olmaz kimseye kazandırmak veya kaybettirmek için siyaset yapmaz. İnşallah 31 Mart’ta sandıkları patlatıp yerel yönetimlerde YRP iktidarını sağlayacağız” sözleri mühim olsa da sonuç en azından AKP’nin başarısızlığı ölçeğinde ortada. YRP’yi bu yolda öne çıkartan unsurlardan biri ise her fırsatta öncülü olan Refah Partisi’nin yerel seçimlerin tozunu attırdığı yıllara yaptığı vurguydu.

Söz gelimi İstanbul’da 1994 öncesi çöpçülerin greve gitmesi sonrası kentte birikmiş pisliği Refah Partisi teşkilatları toplamıştı. Herkes AKP’nin 2024 yerel seçimlerindeki Ankara adayı Turgut Altınok’un Monako Prensliği’nin yüzölçümünden büyük olduğu söylenen (25 tarla, 23 konut, 22 arsa, 5 dükkân, 2 bina, 1 benzin istasyonu) mal varlığını tartışırken, YRP’liler geçmiş dönemde Refah Partili belediye başkanlarının dededen kalma arazilerini satıp parasıyla belediye işçilerinin maaşını ödemesiyle övünüyorlardı. Ya da adı Necmettin Erbakan ile özdeşleşen Konya’nın büyükşehir belediyesini kazandıkları sene önceki dönemin borçlarını ödeyip, üstüne kasaya para koyup ve hatta bir de merkezi hükümete isterlerse kredi ihtiyaçlarını karşılayabileceklerini teklif etmiş olmanın iç huzurunu yaşıyorlardı. Aynı tornadan çıkan AKP’nin yıllar içinde yoldan çıkıp tam tersi bir performans sergilediğini söylemeye gerek yok. Erdoğan’ın sonraları çok tartışma yaratan “İtibardan tasarruf olmaz” sözünü anımsatmak için ise en doğru yer bu paragraf olsa gerek.

Bir yandan Arapça’da “kesin emir” anlamına gelen, Kur’an-ı Kerim ve sünnetin iktisadi düzlemdeki yansıması olarak sunulan “Nass ekonomisi” yani heterodoks iktisat ve maliye politikalarını sona erdiren ve Batı’nın büyük umutlar beslediği Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in acı ekonomi politikaları, bir yandan popülizmle yükselmiş ve neredeyse çeyrek asırdır ayakta duran bir iktidar partisinin seçmeninden gittikçe uzaklaşmasına dair hezeyanları… Durum bu. 90’ına merdiven dayamış iktisatçı Profesör Korkut Boratav AKP dönemini “Türkiye tarihinde eşi benzeri olmayan bir bölüşüm şoku dönemi” olarak tanımlıyor, bugün vergi yükünün halkın sırtına yüklendiği adı konmamış bir IMF programı uyguladığını söylüyor. Gerçekten de bu bağlamda Türkiye’nin temel sorunun kamu kaynaklarını kullanımdaki çarpıklık olduğu görülüyor. YRP, tıpkı CHP gibi buna karşı çıkıyor.

Yıllar önce Erdoğan’ın da içinde bulunduğu, özellikle 1980 askeri müdahalesi sonrası solun imha edilmesiyle birlikte kent yoksullarının ve Anadolu’nun desteğini alan Refah Partisi’nin devamı niteliğindeki YRP, “Adil Düzen” olarak tanımlanan eski taktiklere çokça sarılmasa bile o dönemin popülist kurgusunu ekonomi ve toplumsal hayat alanında devam ettiriyor. Fatih Erbakan aslında Erdoğan ile aynı fikirde olduğu aile planlaması meselesinde bile iktidara ekonomi üzerinden vuruyor. 2009’da “İş işten geçmeden en az 3 çocuk yapın!”, 2014’te “4 çocuk olursa bereket olur!”, 2017’de “3 çocuk değil 5 çocuk yapın!” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “Kendilerinin ‘En az 3 çocuk’ tavsiyesine uysalar yoksulluk sınırı 58 bin lira olmuş. 5 kişilik bir aile olursanız bu 70 bin liraya çıkacak. Yani ayda eline 70 bin liralık bir gelir geçmeyen aile bugün Türkiye’de temel ihtiyaçlarını karşılayamaz halde” yanıtı vermesi bunun kanıtı.

Dolayısıyla Erbakan’ın ekonominin hayata yansımasına ilişkin eleştirileri son seçimlerde aldığı yüzde 6,19’luk oy oranı ile biri büyükşehir (Şanlıurfa), biri kent (Yozgat) ve 39 ilçeyi kazanmasını, toplamda ise 2 milyon 851 bin kişinin oyuna sahip olmasını da izah ediyor. Bir yandan oy oranında Türkiye’nin üçüncü başarılı partisine dönüşmesi bir yandan parti üye sayında da üçüncü sıraya yerleşmesi tesadüf değil. Mesele burada tutunmayı başarıp başaramayacağı.

 Yani YRP’nin başarısının ardında yatan en önemli faktör, AKP ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) oluşturduğu Cumhur İttifakı seçmeni nezdinde yarattığı güven duygusu. YRP, eli CHP’ye gitmeyenler için “milli” bir alternatif. Bugün Kürtlerin siyasi hareketi DEM Parti’yi sert sözlerle eleştirse bile din kavramının güçlü olduğu Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde Kürt seçmene yönelik politikalarını esnetme ve hatta onları memnun edebilecek bir söylem geliştirebilme tarihçesine sahip YRP. Öncülü RP’nin İstanbul örgütünün (Evet, bir zamanlar Erdoğan’ın liderlik ettiği siyasi teşkilatın) o dönem partinin üst kademesine sunduğu Kürt raporunda yer alan “Bugün ‘doğu’ veya ‘güneydoğu sorunu’ olarak adlandırılan sorun, aslında bir Kürt sorunudur. Bugün doğu ve güneydoğu olarak adlandırılan bölgeler, tarihin en eski devirlerinde Kürdistan olarak adlandırılan coğrafyanın içinde yer alan bölgelerdir” ifadeleri önemli. Milliyetçi ve Kürt partilerine hasmane tutumuyla bilinen MHP ile ortaklığı girişmeden önce “Çözüm Süreci” ile Kürt seçmenin gözünü boyayıp liberal hamleler sergileyen AKP’nin girdiği yoldan geri dönmesi kimi zaman iktidar çevrelerince dilense ve istense bile zor görünüyor. Dolasıyla Kürt oylarına talep konusunda YRP esaslı olmasa bile sonuçta AKP’ye bu noktada da bir alternatif oluşturma potansiyeli taşıyor.

Sonuç olarak YRP, 2023’te Cumhur İttifakı içinde konumlansa dahi seçimlere kendi listesiyle girip yüzde 2,7 oy ile meclise 5 milletvekili sokmuştu. Bir zamanlar kendisiyle birlikte aynı nehirde yıkanan Demokrasi ve Atılım Partisi, Saadet Partisi ve Gelecek Partisi gibi merkezdeki bir partinin kuyruğuna takılmış halde, yani onun listelerinden oyuna dahil olmaktansa daha az vekille daha uzun soluklu bir stratejiyi tercih ederek büyüdüler. Arkalarına özellikle Türkiye’deki muhalif medyanın desteğini alan ‘eski’ rakiplerinin ise bugün esamesi okunmuyor. Ha, pardon DEVA ile Gelecek kendi ikballeri ve geleceklerine bir deva bulabilmek için birleşmeyi deniyor.

EYLEMDE VE SÖYLEMDE İSRAİL ALEYHTARLIĞI

YRP’nin yükselişinin ardındaki nedenler sadece AKP’nin başarısız ekonomi yönetimi olmasa gerek. 7 Ekim 2023’te Hamas militanlarının İsrail’e yönelik düzenledikleri sürpriz saldırı ve sonrasında yaşanan katliam ve soykırımla özdeşleştirilebilecek gelişmelerin YRP’nin bir anlamda yolunu açtığı söylenebilir. Bunun en belirgin örneği 28 Ekim 2023’te AKP İstanbul İl Başkanlığı’nca Atatürk Havalimanı’nda düzenlenen “Büyük Filistin Mitingi” olmuştu. Etkinlikten bir hafta önce Gazze’deki El-Ehli Hastanesi’ne yönelik saldırıda 400’den fazla insan hayatını yitirmiş; “Kahrolsun İsrail”, “Kudüs özgür değilse dünya tutsaktır” ya da “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” gibi mesajlarla bezeli pankartları ellerinde sıkı sıkıya tutan kalabalık, tüm öfkesiyle meydana inmişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan sahneye çıktı, İsrail ve Benyamin Netanyahu hükümetine verdi veriştirdi. Öncesinde “Mitinge Cumhur İttifakı üyelerinin tamamı katılacak” dese dahi YRP lideri Fatih Erbakan o fotoğrafın içinde yer almak istemedi. Bu hamle ile Erdoğan’a alttan alta verdiği mesaj “Önemli olan miting değil iş yapmaktır” oldu. Her gittiği yerde vatandaşın kendisine Gazze’yi ve hükümetin tutarsızlığını sorduğunu söyledi.

Akıllara doğal olarak şu soru takılabilir: “AKP tabanının bir kısmının oy tercihinin değişmesinde Filistin meselesi; yozlaşma, adam kayırmacılık ya da artan ekonomik sorunlar kadar yer tutuyor mu?” Bu konu tartışmaya açık. Zaten günlerce üzerine tartışılsa dahi oy yönelimindeki belirleyiciliğine dair kesin bir ölçümün yapılması mümkün görünmüyor. Ancak net olan AKP’nin bir yandan İsrail’i Gazze’de soykırımla suçlarken bir yandan aynı ülkeyle ticari ilişkilerini devam ettirdiği. Başta Metin Cihan olmak üzere Türkiye’deki kimi gazetecilerin ortaya koyduğu ticaret trafiği kapsamında Türkiye’nin savaş esnasında bile İsrail’e jet yakıtı ihraç ettiğinin ortaya çıkması, mevzu bahis ticari ilişkiler için en çarpıcı örnekti. Her ne kadar Ticaret Bakanlığı Nisan 2024’ten itibaren bazı ürünlerin İsrail’e ihracatını yasakladığını duyurmuş olsa bile AKP için iş işten geçmişti. Geçmişte “Biz iş birlikçi yönetimlerin daha fazla yıkım yapmasına varlığımızla mâni olan jandarmayız. Haim Nahum’un (EN: Osmanlı İmpatorluğu’nun son hahambaşısı, Lozan Barış Konferansı’na katılan Türk delegasyonunda azınlığı temsil eden danışmanlardan biri) Türkiye’nin işsiz bırakılması, borca esir edilmesi, yumuşak lokma yapılması ve bu lokmaların Büyük İsrail’e vilayet yapılması doktrinine engel olan kalkanız!” diyen Necmettin Erbakan’ın öğrencilerinin AKP’nin yanında  durmaması, yolunda ilerlememesi hem kerhen kurulu ittifakın çatlamasına zemin oluşturdu hem kendi yolunu teşkil edip AKP’nin kimi memnuniyetsiz seçmenlerini yanına çekmesine neden oldu. Kısacası YRP bu ikiliğe, söylemde değil eylemde İsrail karşıtlığına dikkat çekti, Fatih Erbakan daha önce (tıpkı babası gibi) sayısız kez ifade edildiği gibi “Malatya Kürecik Radar Üssü’nü ve katil Siyonistlere en büyük desteği veren İncirlik Üssü’nü kapatalım!” vurgusu yaptı. Tıpkı babası gibi dolara karşı İslam dinarını savunan, NATO, G8 ve G20’ye karşı temelleri 90’lı yılların ortasında atılmış, Müslüman ülkelerden kurulu ve etkinliği bir hayli tartışmalı olan D-8 Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nı tercih eden Fatih Erbakan’ın uluslararası politikasını babasının hayalleri üzerine inşa ettiği söylenebilir.

Bununla birlikte Türkiye’de yaşayan ve çifte vatandaşlığı bulunan kimi Yahudi vatandaşların İsrail ordusu adına Gazze Savaşı’nda görev üstlenmesi sonrası radikal İslamcı görünümlü Hür Dava Partisi’nin (HÜDA PAR) kanun teklifini görmezden gelecek kadar da realist bir tutum takınıyor. Geçtiğimiz dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulan söz konusu teklif, Türkiye’den İsrail’e gidip İsrail ordusunun hizmetine giren çifte vatandaş Yahudilerin Türk vatandaşlığından çıkarılmalarını, mal varlıklarına el konulmasını ve müebbet hapis cezasına çarptırılmalarını öngörüyordu. YRP bu noktada sessiz kalmayı tercih edip eleştiri ağırlığının merkezine İsrail ile ticaret ve Türkiye ekonomisinin kötü yönetilmesini alıyor. Tüm İsrail aleyhtarlığına karşın bu noktada Necmettin Erbakan’ın başbakanlığı döneminde (28 Ağustos 1996) Türkiye’nin İsrail ile “Savunma Sanayii İş Birliği Anlaşması” imzalandığı notunu düşmek gerek. Her ne kadar Türk Hava Kuvvetleri’nin elindeki F-4 ve F-16 uçaklarının modernizasyonu ile ilgili bu anlaşmaya yönelik ihale müzakereleri REFAH-YOL hükümetinden çok önce başlamış olsa bile.

LAİKLİK VE ŞERİAT EKSENİNDE SİYASET: DİAMOND TEMA ÖRNEĞİ

Türkiye’de başını CHP’nin çektiği muhalefetin mütedeyyin, dindar seçmenle kurduğu ilişki nicedir sorunlu ve oy devşirme pragmatizmi üzerine kurulu oldu. 2000’li yılların başında seçim afişlerinde “Modern bir hayat mı yoksa çarşaflılardan kurulu bir düzen mi?” sorusunu soran fotoğraflarla seçmenin karşısına çıkan cumhuriyetin kurucu partisi, laikliğin ve devrimlerin bekçisi CHP, zaman içinde ve elbette olabildiğine aheste bir şekilde siyasi varlığını sürdürmek ve dindar kesimin reyini alabilmek için dilini, seçim stratejilerini değiştirdi. Kimi zaman tesettürlü, çarşaflı kadınlara CHP rozeti takılması gibi bir anlamda kadının değerini aşağılayan simgesel törenler düzenledi, kimi zaman parti kadrolarında muhafazakâr cenahtan gelenlere kucak açtı. Aslında yaptığının geçmişteki Refah Partisi’nden pek farkı yoktu. Onlar da sadece İslam’ın partisi olmadığını kanıtlamak istercesine başı açık kadınlar, mankenler, modelleri kendi içlerine törenlerle transfer edegelmişti.

Kadının siyasetin öznesi olamadığı aksine siyasete erkek egemen bakış açısıyla meze edildiği dönem, AKP iktidarı boyunca katlanarak sürdü. Bununla birlikte nüfusunun yüzde 99’unu Müslümanların oluşturduğu Türkiye’de özellikle AKP iktidarı döneminde kadınıyla erkeğiyle ama bilhassa gençleriyle din ve inanç kavramları yeniden sorgulanmaya başladı. 2019’da İslamilik Endeksi araştırması için Emeritus Profesör Hossein Askari ile konuştuğumda Müslümanlığa dair değerlerin en iyi yansıtıldığı ülkenin Yeni Zelanda çıkması, Türkiye’nin ise 95. sırada yer alması herkesi şaşırtsa bile bana çok tuhaf gelmemişti. Tıpkı geçen yılın kasım ayında İstanbul Politikalar Merkezi ve Ankara Enstitüsü’nün yayımladığı “Türkiye’de Dindarlık Algısı” raporunun sonuçlarının şaşırtmadığı gibi. Rapora göre Türkiye’de dini pratikler terk ediliyor, aidiyet geriliyor, dindarlık azalıyor. Bu bağlamda en dikkat çekici bulgulardan biri Müslümanlığın oransal açıdan gerilemesi. Araştırmaya katılanların yüzde 92,3’ü Müslüman, yüzde 3,2’si deist, yüzde 2,7’si ise kendisini ateist olarak tanımlıyor. “Ahlaklı olduğum sürece neye nasıl inandığım o kadar önemli değildir” kanaatine Türkiye toplumunun yüzde 37’si katılıyor. KONDA Araştırma ve Danışmanlık Şirketi’nin Mayıs 2024’te hazırladığı Toplumsal Değerler ve Gençlik Araştırma Raporu ise sekülerleşme eğiliminin gençlerde daha yüksek olduğunu söylüyor. Türkiye genelinde nüfusun yarısından çoğunu kendini “dindar” ve/ya “sofu” olarak tanımlandığı düşünüldüğünde bu oran gençlerde 3’te 1 oranına geriliyor. Sadece “inançlı” olduğunu söyleyen gençlerin oranı yüzde 52. Kendilerini “inançsız” ve “ateist” olarak tanımlayanlar Türkiye genelinde düşük oranlardayken gençlerde toplamda yüzde 11 civarında seyrediyor.

Bununla beraber seçim sonrası her ne kadar siyasette normalleşmeden söz edilse bile kutuplaşmış politik ortamda Türkiye’de şeriat ya da dini yönetim arzu edenlerin oranı geçtiğimiz yıllara kıyasla yükselişte. Aksoy Araştırma’nın Şubat 2024’te yayınladığı raporda yöneltilen “Türkiye’nin yönetim biçimini siz belirleyecek olsanız hangisi ile yönetilmek istersiniz?” sorusuna “Laikliğe dayalı yönetim biçimi” cevabını verenlerin oranı yüzde 83,2 olurken, “Şeriata dayalı yönetim biçimi” diyenlerin oranı hiç de azımsanmayacak şekilde yüzde 16,8 olarak ölçüldü. Söz konusu araştırma aynı zamanda bir sosyal medya ünlüsü olan Avukat Feyza Altun’un hakkında soruşturma başlatılmasına neden olan “Şeriata *ayım!” paylaşımı sonrası yapılmıştı. Anayasasının 2. maddesine bakıldığında “Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” ibaresiyle şeriat doğal olarak dışlansa da 74 yıldır üyesi olduğu Avrupa Konseyi standartlarının şeriata bakışı ortada olsa da demokrasiyi doğrudan karşısına alan böylesi bir dini düşünceye hukuki koruma sağlanması yönünde adım atılabilen bir ülke Türkiye.

Üstelik benzer bir çerçevede şeriata ilişkin tartışmalar sosyal medya aracılığıyla Y kuşağının farklı, takipçisi bol iki YouTuber’ıyla da gündeme taşındı. Kendisini liberteryen olarak tanımlayıp şeriatı savunan 24 yaşındaki Asrın Tok ve agnostik bakış açısıyla bilinen 30 yaşındaki Diamond Tema’nın (Diyamat Tema) Youtube yayını geçtiğimiz günlerde infiale neden olmuştu. Asrın Tok şeriatın neden gelmesi gerektiğini “Benim görüşüme göre, insanlar için doğru olduğunu düşündüğüm yönetim biçimi İslam Şeriatı” sözleriyle savunurken Diamond Tema bunun Türkiye ölçeğinde mümkün olmadığını belirtip konuyu Hazreti Muhammed’in Hazreti Aişe ile yapmış olduğu evliliğe getirmişti. Tema, evlilik sırasında Hazreti Aişe’nin yaşının 6 olduğunu ifade edip, Şeriatın haricindeki hiçbir sistemde 6 yaşındaki bir kızla evlenemezsin” demişti.

2 saat 11 dakikalık tartışmanın bu bölümü internete yayılınca kıyamet koptu. Mevcut hukuka göre Tema’nın sözlerinde herhangi bir aykırılık yok, Tok ise anayasada belirlenmiş yönetim biçiminin açıkça dışına çıkıyor. Sonuç? “Kimi kesimleri memnun etmek için beni hedef aldılar” diyen Diamond Tema, Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı. 16 Haziran 2024’te İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca, “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme” suçundan resen soruşturma başlatıldı, hakkında yakalama kararı çıkarıldı. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, “Peygamber efendimize yönelik ifade özgürlüğü sınırlarını aşan, karalayıcı ve çirkin ifadelerin kullanılması nedeniyle başlatılan adli soruşturmalardan rahatsız olanların yaptığı eleştiriler, haksız eleştirilerdir” dedi. Bir sivil toplum kuruluşu olan Laiklik Meclisi, anayasaya aykırı biçimde şeriat çağrısı yapan Tok’a karşı herhangi bir işlem yapılmazken, bu aykırılığa işaret eden Diamond Tema hakkında yakalama kararı çıkarılmasını eleştirip Adalet Bakanı Yılmaz Tunç hakkında suç duyurusunda bulundu. Ardından 14 ilahiyatçı bir bildiri yayımlayıp “Şeriatın insan onuruna yakışır karşılığı yok. Laiklik dinin doğru ve özgürce yaşanabilmesi için de yaşamsal önem taşımaktadır” dedi. Diamond Tema tartışmasını yorumlayan ilahiyatçı Profesör Mustafa Öztürk ise son gelişmeler ışığında Türkiye’de rejimin değiştiğini, fiili bir şeriat rejimi söz konusu olduğunu öne sürüyor.

Aslında AKP’li Adalet Bakanı’nın tavrı, hâkim koltuğuna oturur gibi hüküm vermesinin ardında yatan asıl neden her iki seçim sonrası zayıflamış ve kamuoyu araştırmalarında düşüşünü sürdüren partisinden YRP’ye daha fazla kayış olmasının önüne geçmek olabilir. Zira AKP son örnekteki şeriat tartışmaları ekseninde sessiz kalmış olsaydı YRP’nin bu noktada devreye gireceği kesindi. 1994’te yayınlanan “Ne Şeriat Ne Demokrasi: Refah Partisi’ni Anlamak” kitabında gazeteci Ruşen Çakır, Refahlı kimliğini özünde İslami cilaya bulanmış laik bir kimlik olarak tanımlayıp olası bir şeriat hedefinin bu yapı içinde birbirine zıt binlerce yorum barındırdığını söylese de geçmişinde “Türkiye bizimle Adil Düzen’e geçecek, bu kesin. Geçiş dönemi yumuşak mı olacak, sert mi olacak; kanlı mı olacak, kansız mı olacak; buna halk karar verecek” demiş bir siyasi hareketin günümüzde YRP ile vücut bulan varlığı ortada öylece duruyor. Ve yukarıda bahsi geçen olayın iktidar tarafından sadece muhafazakarlık ve değerler ekseninde değil oy kaygısı dahlinde de ele alındığını izah etmeye yardımcı oluyor.

SİYASAL İSLAM’IN MAĞDURİYET ALGISI VE TOPLUMSAL HAYATA BAKIŞ

Türkiye’de yıllar yılı değişmeyen bir olgu var. Bu olgu siyasal İslamcıların kendilerini cumhuriyetin üvey evladı, mağduru, mazlumu olarak sunduğu. Geçmişte doğruluk payı olan bu durum Erbakan’dan Erdoğan’a kadar esasen çok değişiklik göstermedi. Akademisyen Ceren Lord bununla beraber “Kurtuluş Savaşı sırasında Türkçüler ve İslamcılar arasındaki sentez ve ideolojik iç içe geçiş İslamcılar Ankara hükümetini gönülden destekledikleri ve hatta ona hizmet ettikleri için derinleşti. İslamcıların bakış açısından Türk Kurtuluş Savaşı, Pan-İslamcılık ve halifeliği kurtarma hedefinin yönlendirdiği İslamcılar, ulema ve şeyhlerle birlikte kazanıldı” hatırlatması yapıyor. İslamcıların mağduriyet anlatısı için erken cumhuriyet dönemi şairi ve diplomatı Yahya Kemal Beyatlı’nın sözlerini hatırlatıyor. Sorbonne Üniversitesi yıllarında absent içkisine hayranlığını mısralarla belli etmiş muhafazakâr şairin İslamcıların mağduriyet algısı açısından referans noktası sayılabilecek “Ezansız Semtler” makalesi bu bakımdan gerçekten ilginç bir örnek. Kemal’in 1922 yılında yayımlanan ve Müslüman mahalleleriyle Batılılaşmış mahalleleri kıyaslayan yazısı, 2013’te AKP hükümetinin Millî Eğitim Bakanlığı’nca ilkokullar için onaylı okuma metinleri içinde yer almıştı. Makale özetle şu fikri savunuyordu:

“Kendi kendime diyorum ki; Şişli, Kadıköy ve Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen ve oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve Kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler? (…) Biz ki; minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık. Biz böyle bir sabah namazında anne millete dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlamayacaklar!”

Mağduriyet edebiyatı altında bugün Millî Eğitim Bakanlığı -kim bilir belki de çocuklar Müslümanlık rüyasını yeniden görebilsinler diye- bilimsellik ve laiklikten uzak olduğu eleştirilerine maruz kalan, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adını verdiği yeni müfredat programını bir parti programıymışçasına genç dimağlara dayatabiliyor. Meseleyle ilgili belki de en objektif bakış açısı sunabilecek kişilerden olan, kalkınma ve eğitim ilişkisi alanındaki çalışmalarıyla tanınan akademisyen Selçuk Şirin kabaca beceri temelli ve değerler odaklı iki tür eğitim müfredatı olabileceğini, Türkiye’nin ise 100 yıl geriye gidip ikincisini seçtiğini söylüyor. YRP lideri Fatih Erbakan ortaya konan müfredattan memnun. Öyle ki; “Artık eğitim sistemi ahiret öncelikli, Allah korkusu olan, maneviyatçı nesiller yetiştirecek” diyor. (Sonraki aylarda bu gibi söylemlerin çok farklı saiklerle, bakanlık koltuğunu yitirmiş, denetimi seven siyasetçiler tarafından da dillendirdiğini işitmemiz tesadüf olmasa gerek.)

İktidarın mağdur algısı kendini yer yer göstermeye devam ederken Türkiye’nin farklı şehirlerinin sokaklarında tebliğciler dolaşarak halka içkinin haram olduğunu anlatabiliyor. Bu yıl Alaettin Kurt Anadolu Lisesi’nde öğrenciler için düzenlenen mezuniyet töreninde okulda oluşturulan “Mezuniyet Komisyonu”, “Milli Manevi değerlere, kılık kıyafet yönetmenliğindeki temel sınırlandırmalara (Yırtık veya delikli kıyafetler ile şeffaf kıyafetler giyemez. Vücut hatlarını belli eden şort, tayt gibi kıyafetler ile diz üstü etek, kısa pantolon koluz gömlek ve tişört giyemez” formunu velilere imzalatmak istiyor. “Uygunsuz kıyafet” giydiğini düşündüğünü kız öğrencileri törene almayarak hayatlarının en önemli anlarına tecavüz edebiliyor. Normal şartlar altında neşeli bir gün okula jandarmanın gelmesiyle, Kocaeli Valiliği’nin “İki eğitim müfettişi görevlendirildi” açıklamasıyla sonlanabiliyor.

Ya da İstanbul’da 2024’ün ilk gününde düzenlenen “Filistin’e Destek, İsrail’e Lanet” yürüyüşünde “Kelime-i Tevhid” yazılı Hilafet Bayrağı taşınması ve sonrasında ortaya çıkan gerilim birden cumhuriyet-hilafet kapışmasına evrilebiliyor. 2012’den itibaren dış politikada izlediği hatalı politikaların bir meyvesi olarak neredeyse cihatçı otobanına dönüşen Türkiye, 10 Ekim 2015’te Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi’ne katılanların IŞİD terör saldırısı sonrası hayatını kaybetmesine tanık olabiliyor, kamu görevlilerinin ihmali olduğuna ilişkin başvurular reddedilebiliyor. Bir yandan mağduriyet algısı altında baskı ve “Bizim mahalle-Onların mahalle” ayrımı sürüyor.

Dün mütedeyyin kesimin örselendiği, küçümsendiği, hayat tarzına, kılık-kıyafetine karışıldığı, üniversite kapılarında başörtülü öğrencilerin kampüse girebilmek için tesettürünün üstüne peruk geçirmek zorunda kaldığı, laiklik bahanesiyle ikna odalarının kurulduğu Türkiye bugün zıt bir senaryoyu yaşıyor. AKP mağduriyet algısını devam ettirirken YRP, toplumsal hayattaki rövanşist dönüşümden pek bahsetmese bile, bir yandan işine gelen uygulamaları alkışlıyor bir yandan mağduriyet üzerinden, bilhassa ekonomiyi anımsatarak iktidarı hedef alabiliyor:  

“Son 22 sene boyunca yaşadığını ifade ettiği tüm mağduriyetlerde AKP milletimize başvurdu ve milletimiz tarafından AKP iktidarının, hükümetin mağduriyeti giderildi. En büyük destek sandıkta kendilerine verildi. Böyle bir noktada toplumumuzun çeşitli kesimlerinin yaşadığı mağduriyetleri AKP’nin kulak tıkaması asla kabul edilemez”

YRP Genel Başkanı Fatih Erbakan’ın bu sözleri bir anlamda “Onlar mağduriyetlerinize kulak tıkıyor ama biz sizi duyuyor ve dinliyoruz” diye okunabilir. Ancak yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere herkesin mağduriyetten anladığı farklı. Fatih Erbakan’ın dinlediği kitle sınırlı, kendi tabanı ve AKP ile MHP’ye oy verenleri temsil ediyor. Yani Türkiye siyaseti için topyekûn bir alternatif olmaktan ziyade şimdilik Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bakıp ondan arzu ettiği siyasi manevraları göremeyen seçmenin yöneleceği bir alternatif olmakla sınırlı kalıyor. Esasen bu bile önemli. Zira YRP’nin yapmaya çalıştığını AKP iktidarı süresince birçok muhafazakâr parti yapmaya çalışmış fakat başarılı olamamıştı. Bununla birlikte YRP’nin oy oranını sosyoekonomik gelişmişlik seviyesi düştükçe artırdığı tespitini yapmak mümkün. Buradan hareketle partinin oy oranının yüzde 12-13’leri bulabileceğine dair projeksiyonlar yapılıyor. Tüm bu sınırlı alana karşın, Paris Politik Etütler Enstitüsü Uluslararası Araştırmalar Merkezi (CERI) bünyesinde akademik çalışmalarını sürdüren Cuma Çiçek’in işaret ettiği Anadolu’da ‘kısmi’ miras değişiminden daha fazlası bir senaryo ile karşı karşıya YRP.

Kuşkusuz bu durum YRP’yi iddia ettiği gibi iktidara gelecek bir parti olmaktan çok iktidar yolunda dengeleri hem AKP hem CHP lehine belirleyebilecek bir parti konumuna taşıyor. YRP’nin oyunu muhafaza edip kamuoyu araştırmalarında daha ileri taşıyabildiği ölçüde Türkiye’nin ana gündemi ve sorunlarının yanında ayrıca kendi ajandasını dayatmaya fazlasıyla gönüllü olacağını, din, ahlak ve maneviyat üzerinden AKP üzerinde daha fazla baskı oluşturacağını ve bu ajanda üzerinden karşısındaki muhatabını zorlayacağını söylemek mümkün. Kısacası tüm bunlar hem yaralanmış AKP hem ülkeyi yönetme pozisyonuna talip CHP için YRP’yi kilit pozisyonda bir parti görünümüne sokuyor. Yerel seçimler öncesinde Cumhur İttifakı’nın yönettiği kentlerdeki belediyeciliği “rant belediyeciliği” olarak tanımlayan, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin (DEM Parti) yönettiği ve geleneksel olarak talip olduğu Kürt illerindeki siyasetini “terörün sözünün geçtiği örgütçü belediyecilik” olarak niteleyen YRP, başta İstanbul olmak üzere CHP’nin yönettiği şehirlerdeki belediyecilik anlayışını ise toplum ahlakını LGBT-i propagandalarıyla katleden “heykelci belediyecilik” diye eleştiriyordu. AKP ve DEM Parti’ye yönelik eleştirileri hala aynı noktada. Son Kurban Bayramı’nda YRP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Altınöz’ün İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun ihtiyaç sahibi 1 milyon İstanbulluya et götürüleceği yönündeki açıklamasını sosyal medyada takdir etmesi ise köşeye alınması gereken bir not.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ VE HAYVAN HAKLARI

YRP, siyasetin “yeni” olarak anılan ama AKP ile CHP liderlerinin yıllar sonra birbirini ziyaret etmesi dışında dünden pek de farkı olmayan bu döneminde kamplaşma istemiyor, kutuplaşma istemiyor, farklı siyasi görüşteki partiler arasında istişareden yana bir tavır sergileyeceklerini söylüyor. Sadece iktidar seçmeninden oy çekmediğini, farklı kesimlere de hitap ettiğini, Türkiye’de oy verme eğilimlerinde bir dönüşüm yaşandığını söylüyor. Buna örnek olarak laik CHP’nin muhafazakâr Adıyaman’daki zaferini örnek gösteriyor. Ancak oyunu sınırlı hale getirecek, kendi mahallesiyle sınırlandıracak unsurların başında az önce bahsini ettiğim kendi özel gündemi geliyor. Bunlara ilaveten kadına yönelik şiddet ya da daha doğru bir ifadeyle söylemek gerekirse erkek şiddetine, aile kavramına, LGBT-i’lere ve hayvan haklarına yönelik bakış açısı YRP’nin doğasıyla uyumlu ancak dar çevrelerin partisi olmasının da sebebi.

Artık bir muhalefet partisi görümüne kavuşsa dahi tüm bu noktalarda Cumhur İttifak’ıyla aynı fikirde olan YRP’nin hassasiyetleri daha uç bir muhafazakâr noktaya taşınıyor. Bunun en göze çarpan örneği kısaca “İstanbul Sözleşmesi” adıyla bilinen “Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”. Avrupa Konseyi’ne üye 47 devletten 34’ünün imza koyduğu metin, kadınlara yönelik şiddet konusunda bağlayıcılığa sahip ilk uluslararası sözleşme olarak biliniyor. İstanbul Sözleşmesi fiziksel ve psikolojik şiddet, takip, tecavüz, zorla evlendirme, kürtaja zorlama veya zorla kısırlaştırma, kadın sünneti ve taciz dahil kadına yönelik şiddetin tüm türlerini içeriyor ve ev-içi şiddeti yeniden tanımlıyor. Sözleşme aynı evde yaşıyor olsun olmasın kişiler arasındaki her türlü şiddete dikkat çekiliyor. Türkiye’deki Mor Çatı, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu gibi uygulamada farklı politikalara sahip olan ancak sözleşmenin elzem olduğunu düşünen bazı kadın örgütleri sözleşmenin en büyük savunucularıydı. 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzalanan ve 2014’te yürürlüğe giren sözleşmeyi parlamentodan ilk geçiren ülke Türkiye, 20 Mart 2021’de sözleşmeden tek imzayla çekildiğini duyurdu. Bu durum AKP içinde dahi özellikle partinin güçlü isimlerinden dönemin grup başkanvekili Özlem Zengin gibi kadın milletvekilleri temsilinde sert tartışmalara neden olmuştu. Hatta sözleşmenin ilk imzacısı AKP sözleşmeden çekilme noktasına gelindiğinde metnin hala arkasında duran partidaşlarını hainlikle bile suçlamıştı.

Dokuz yıl önce Dünya Kadınlar Günü mesajında Türkiye’nin sözleşmeye çekincesiz imza koyduğu ve diğer ülkelere örnek olması gerektiğiyle övünen AKP lideri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, aynı sözleşmeye yönelik toplumsal ve ailevi değerlerle bağdaşmadığı, eşcinselliği normalleştirdiği gibi eleştirilerin ardından yayımladığı kararnameyle Türkiye’nin imzasını geri çekmişti. Kuşkusuz buna en çok sevinen İslamcı çevreler ve YRP oldu. Zira YRP lideri Fatih Erbakan, İstanbul Sözleşmesi’ni hatta toplumsal cinsiyet eşitliğini “sapkınlık” olarak tanımlıyor, kadın cinayetlerinin önüne geçilmesi noktasında bir işe yaramadığını iddia ediyor, meseleyi sayısal olarak ele alıp sözleşmenin uygulandığı yıllardaki ölüm sayılarında azalış değil artış olduğuna işaret ediyor, cinsel taciz ve tecavüz oranlarının yüksek olduğu İskandinav ülkelerinden örnekler veriyor ve en nihayet sözleşmenin toplumun temel taşı olan Türk aile yapısını bozmak isteyen “eşcinsel lobilerinin” işi olduğunu savunuyor. Fatih Erbakan sözleşmenin arkasında duran CHP’nin yanı sıra DEVA ve İYİ Parti’yi de bu lobilerin ekmeğine yağ sürmekle itham ediyor.

Muhalefetini bir anlamda iktidar yarımadasında sürdüren YRP, bu konuda AKP’yi daha sert olmaya mecbur bıraktığı gibi hayvan hakları gibi hassas konularda da sokak köpeklerinin uyutulmasına yönelik uygulamaları destekliyor. Hatta bu konuyu AKP’nin gündemine taşımasının ardındaki esaslı nedenin YRP’nin sesini çokça yükseltmesi olduğu söylenebilir. Bu minvalde YRP kadrolarının önceki açıklamalarına bakmak bir fikir verebilir. Partinin yerel seçim kampanyasının başlıca taahhütlerinden birini “Belediyeleri kazandığımız gün ilk icraatımız başıboş sokak köpeklerini toplamak olacak” vaadi olarak belirlemesi ise bu gündemi parti politikası olarak somutlaştırıyor. Köpeklerin sokaklarda çocukların hayatını riske attığını ifade eden Fatih Erbakan, güvenli mahalleler için sokakların hayvanlardan ıslah edilmesi gerektiğini söyleyerek karşısına hayvanseverleri alıyor ancak aşırı muhafazakâr kesimi yanına çekiyor. Türkiye toplumunda köpeğin mekruh (dince yasaklanmasa da yapılmaması istenen) olduğunu düşünen Şafii mezhebine mensup olanlara pek rastlanmasa da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sokakta olmasa bile evde köpek beslemenin caiz olmadığı yönündeki fetvaları bulunduğunu bu noktada anımsatmak gerekiyor. Necmettin Erbakan vefat ettiği gün kalabalığı yarıp başı okşanan kedi ise bu yazı için salt gereksiz bir detaydan ibaret.

“YOLLAR NEREYE GİDER?”

YRP dün AKP’nin elinin tersiyle ittiği ve sadece gerekli zamanlarda yani işine gelince referans noktası haline getirdiği tarihi mirasına bugün sıkı sıkıya sarılıyor. Tecrübeli gazeteci Murat Yetkin’in deyişiyle sadece Azerbaycan’ı dost olarak gören ve “Üç yanı deniz dört yanı düşmanla çevrili toplum” karşısında, mevcut uluslarası politika iklimden de faydalanarak ABD ve İsrail karşıtlığını kullanıyor. Antisemitizm soslu, kapitalist sömürüyü eleştiren, kapitalizm ile sosyalizm arasında üçüncü yol olarak tarif edilen ütopik Adil Düzen ekonomi programını denk bütçe yaparak uygulayacaklarını söylüyor. Toplumun bir kısmının başta yaşlı kıta Avrupa misali (burada İngiltere’yi denklemden çıkarmak uygun düşecektir) aşırı sağ, sağ popülist söyleme kaydığı, tarihsel hafızaya vakıf olmayan genç ve eğitimsiz kesim nezdinde yeniden Millî Görüş ve Adil Düzen gibi söylemlerle Batıcı bir azınlığın zulmü altındaki Müslüman halkın dünya görüşü olarak sunuyor kendini. Yaklaşık 30 yıl önce Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk siyasi zaferini ve yükselişini borçlu olduğu hareket 30 yıl sonra Erdoğan’ın karşısına “Geçmişin en büyük rakibindir” iddiasıyla çıkıyor, diline, söylemine yansıtmadan alttan alta bir nevi siyasi intikama soyunuyor.

Merkez sağın artık esamesinin okunmadığı Türkiye’de YRP’nin talip olduğu yer siyasi İslam’ın daha coşkulu temsilciliği. İktidar hedefi muammalı olsa bile AKP’ye kaybettirecek unsur olarak öylece duruyor, uygun zamanı bekliyor. Meclise girebilmek için seçim barajının yüzde 7 olduğu Türkiye’de şu andaki oy oranı meclise vekil sokmasına yeter olmasa bile sabırla büyümeyi yeğliyor. Bu aynı zamanda, 2028 yolunda ittifak dışı hareket etmesi halinde gücünü sınaması için bir fırsat olacak. Burada AKP’yi tek başına iktidara taşıyan ve temsiliyet olgusunun tartışılageldiği 3 Kasım 2002 genel seçimlerini anımsamak gerekiyor. Seçmenin ekonomik kriz ve devletin deprem karşısındaki acziyeti sonrası sistem partilerini cezalandırdığı süreçte sandıktan yüzde 7,25 oy oranıyla çıkıp herkesi şaşırtan (ancak meclise giremeyen) Genç Parti (GP) o dönemin flaş partilerinden biri olmuştu. Sonrasında Genç Parti, AKP’nin üstün çabaları, el koymalar ve lideri ünlü iş insanı Cem Uzan’ın da çok sivrilmesiyle tarih sahnesinden silinmişti.

O zaman soru şu: YRP, GP gibi parlayıp sönen bir yıldız olarak mı kalacak yoksa tarih boyunca yol bulmak amacıyla başvurulan bir kutup yıldızına mı dönüşecek? Madem bu makale yol metaforu ve edebiyatın gölgesinde başladı, yine öyle bitireyim. AKP’nin Millî Görüş gömleğini çıkardığını söyleyip tarihsel bağ ve ilişki kurduğu Türkiye çok partili siyasi hayatının ilk temsilcisi Demokrat Parti’nin vakti zamanında hapis cezasına çarptırdığı ve Erdoğan’ın da pek sevdiği İslamcı şair Necip Fazıl Kısakürek’in kısa bir dörtlüğüyle:

Yollar nereye gider?
Ve ne düşünür gökler?
Göklerin bir sırrı var,
Onu arıyor yollar…

Türkiye’de halk bir çıkış arıyor. Sadece AKP iktidarı değil Erdoğan da yaşlanıyor. 2028’de cumhurbaşkanı adaylığına ilişkin oy pusuluşunda -en azından anayasanın emrettiğine göre- fotoğrafı olmayacak olan Erdoğan, siyasi hırsını devam ettirip yükselişte olan YRP’yi her şeye rağmen yanına mı çekmeye çalışacak? Fatih Erbakan yine kendisiyle pazarlığa mı oturmayı yeğleyecek yoksa CHP’nin her geçen gün büyüdüğü ve merkezi iktidara talip olduğu Türkiye gerçekliğinde yeni bir yol mu çizecek? Bu soruların yanıtı esasen biraz da 2028’de düzenlenmesi öngörülen genel milletvekili ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin zamanında yapılıp yapılmayacağı ile ilintili. Erken seçim tartışmalarının yeniden ayyuka çıktığı Türkiye bu kez sandığa gitme hususunda daha sabırlı bir tutum sergilerse YRP’nin önündeki otobanda büyüyerek seyretmesi olası. Aksi kendisini yeni bir ittifaka mecbur bırakacak. Böylesi bir ittifakın ana çatısını oluşturacak siyasi yapı ise bence bu kez AKP olmayacak. Zaten YRP Genel Başkan Yardımcısı Suat Kılıç da erken seçim için 2026 ilkbaharını işaret edip ‘üçüncü ittifak’ çağrısı yapıyor. Bakalım ne olacak?

Türkiye Geçinemiyor, Kriz Derinleşiyor, İktisatçılar Çözüm için Ne Öneriyor?

Bitmeyen Tartışmaya 3 Cevap: Stagflasyon Nedir, Nasıl Önlenir?