Geçtiğimiz günlerde İstanbul Ümraniye’de, motosiklet hırsızlığı suçundan yakalanan bir şüphelinin, görevli memurlarla arbede sırasında silahla ateş etmesi sonucu polis memuru Şeyda Yılmaz katledilmişti. Biri polis iki kişi de yaralanmıştı. 19 yaşındaki bu zanlının çok sayıda suç kaydı olduğunu öğrendik.
Bu şüphelinin daha önce de 1 uyuşturucu ve ticareti, 8 uyuşturucu madde kullanmak, 2 kasten yaralama, 1 cinsel taciz, 2 yağma, 1 gasp, 2 çocuğa yönelik cinsel istismar, 1 motosiklet hırsızlığı, 1 ruhsatsız silah bulundurma, 2 mala zarar verme suçlarından gözaltına alındığı ortaya çıktı.
Şüphelinin, görevli memurun silahını alarak polislere ve çevredekilere ateş ederken, genç polis memuru Şeyda Yılmaz’ı öldürmesi sonrası pek çok yönden mesele tartışıldı. Olay zaten adli mercilerce aydınlatılacak, yargılama konusu yapılacak ve bir biçimi ile sonuçlanacaktır. Şu aşamada biz soruşturma dosyasının içeriğini burada tartışmayacağız.
Bu kadar sistematik suç işleme fiiliyatı bulunan birinin, nasıl olur da gözaltındayken kaçabildiği, bu kişinin nasıl bu hale geldiği, bu hale gelirken yetkili mercilerin ne yaptığı, neden alınması gereken önlemlerin alınmadığı, ülkede bu kadar kabarık suç geçmişi olan onlarca kişinin denetimdeyken dahi ellerini kollarını sallayarak şehirlerarası seyahat edebilip, boşanma aşamasında oldukları yahut boşandıkları eşlerini öldürebildikleri de düşünüldüğünde elbette konuşmamız gereken şeylerin yığınlarca olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Daha 27 yaşındaki bir memuru görevi başında öldüren bu kişinin onlarca suç kaydının olması bir yana, ona rahat rahat suç işleten ancak örneğin onun cinsel istismarda bulunduğu çocukları korumayan, koşulları da konuşalım elbette. Bunu günlerce konuşsak bitiremeyiz. Ancak, suçlunun gözaltına alınış biçimi, bu olaya özgü yapılan muamele de tartışılmalı.
Katil zanlısı adliyeye sevk edilirken çöp poşeti ile ve hayvan izleme aracıyla götürülmesi, adliyeye götürülürken darp edilmesi tartışmaları başka bir yöne de çekmemizi gerektiriyor.
Bir kere bu durum Türkiye’nin de taraf olduğu AHİS 3. maddesi ‘İşkence Yasağı’ başlığını taşır. Bu düzenleme “Hiç kimse işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya işlemlere tabi tutulamaz” şeklindedir. Etkili başvuru hakkı başlıklı 13. madde ise “Bu sözleşme’de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, ihlal fiili resmi görev yapan kimseler tarafından bu sıfatlarına dayanılarak yapılmış da olsa, ulusal bir makama etkili bir başvuru yapabilme hakkına sahiptir” biçimindedir.
Nedir işkence ? İşkenceye karşı 1984 tarihli Birleşmiş Milletler sözleşmesinin 1. Maddesine göre işkence; “bir şahsa veya 3. şahsa, bu şahsın veya 3. şahsın işlediği veya işlendiğinden şüphe edilen bir fiil sebebiyle, cezalandırmak amacıyla bilgi veya itiraf elde etmek için veya ayrım gözeten herhangi bir sebep dolasıyla bir kamu görevlisinin veya bu sıfatla hareket eden bir başka şahsın teşviki veya rızası veya muvafakatıyla uygulanan fiziki veya manevi ağır acı veya ıstırap veren bir fiil” demektir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’nın 17. Maddesinin 3. Fıkrası ise “kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz” şeklinde düzenlenmiştir. Görüldüğü üzere en üst norm olan anayasadaki düzenleme oldukça açık.
Öyleyse bu hadisede olan nedir? Bırakın bir memuru, bir emniyet personelini, herhangi bir insanın öldürülmesi kötü bir hadisedir. Görevleri başında avukatlar büroları basılarak, öğretmenler eğitim görevleri sırasında yahut hekimler hastanelerde öldürülüyorlar. Kadınlar sokaklarda adına kadın cinayeti dediğimiz şey ile sistematik biçimde yok ediliyorlar. Katillerin, bu kişileri öldürenlerin dayakla, işkence ile gözaltına alınması hiçbir modern hukuk tarafından savunulamaz. Çünkü o vakit kamu güvenliği, hukuk güvenliği nasıl sağlanacak? Ancak öldürülen bir emniyet görevlisi olduğunda yaklaşımın maalesef farklı olduğunu görmemek mümkün değil. Yani bu şu demek değil elbette. Bir avukat, hekim, öğretmen öldürüldüğünde “Neden katil kötü muameleye maruz kalmıyor?” demiyoruz. Kötü muamele kötü muameledir ve işkence yasağı insanlığın ortak bir mirası olarak, modern insan hakları hukukunun en temel kurallarından birini oluşturmaktadır. Olağanüstü durumlar dahil bu yasağın bir istisnası yoktur.
Demokratik bir hukuk sisteminde bir insanı öldüren kişi hukuka uygun şekilde gözaltına alınır ve yargılanır. Çöp poşetine koyarak yahut her zamanki gözaltına alınma usullerinden farklı bir yol ve yöntem denemek hem duruma göre muamele yapmak anlamına gelecek hem yine anayasadaki eşitlik ilkesine aykırı olacaktır.
Polis memurunu öldüren şahsın herkes gibi adil yargılanma hakkı vardır. Adil yargılanma hakkı, işlenen suçtan zarar görenlerin de lehine bir durumdur. Hukuki gerçek olması gerektiği gibi açığa çıkacak, zarar yahut hasar aydınlanacak, tek bir şey atlanmayacak, orantılı ve hukuka uygun bir biçimde hukuk ve adalet tesis edilecektir.
Linç, hiçbir adil yargılama olmadan insanları cezalandırma yöntemidir. Linç bir ceza yöntemi olarak da öldürücüdür esasında. Her kime karşı yapılırsa yapılsın linç kötüdür, modern hukukta ve demokraside yeri yoktur. Ancak maalesef bu yazıda tartışılan hadisede olayın failine yönelen şeyin kendisi bir linçtir. O nedenle her ne şekilde olursa olsun, öfkeden, üzüntüden, elemden, kederden ve yastan bağımsız, kamu düzeni ve güvenliği için, hukukun ve adaletin tesisi için, modern toplumun gerekliliklerine, taraf olunan uluslararası sözleşmeler ile anayasal kurallara uyulması gerekir. Kişiye göre hukuk olur mu?