Türkiye’nin kentleşme hikayesi ülkenin politik, kültürel, ekonomik yapısını oluşturan dinamiklerin bir özetidir. Bu kavramların ülkenin gelişimi üzerindeki yansıması aslında bir toplum tahayyülü olarak kentleri oluşturmuştur. Bu nedenle Cumhuriyetin ilk yüzyılını anlamak isteyenler için kentler, kentlerin mevcut durumunu sorgulayanlar için de Cumhuriyet tarihi önemli bilgi kaynaklarıdır. Türkiye’de kentleşme süreci kentlerin oluşumu, büyümesi ve gelişimi, içinde bulunan insan ve mekan ilişkisi, seçimlerimiz, dönüşümlerimiz ile değişken bir zemin üzerinde yapılan uzun soluklu bir yapı inşasıdır. Tıpkı Cumhuriyet’in kuruluşu ile son derece zor, karmaşık ve olanaksızlıklarla dolu bir düzenden ul usal egemenliğe dayanan ve kendi kendine yetebilen bir ülkeyi inşa etme başarısı gibi…
Türkiye kentlerinin yüzyıllık tarihi yurttaşlarının büyük umutlarla köyünü arkasında bırakıp, taşı toprağı altın olan kentlere göç ederken, eğitim alabilmek için her gün kilometrelerce yol yürüyen çocukların büyüdüğünde emeklerinin karşılıklarını başka ülkelerde alabildiği, bazen bir mahallenin dönüşüm sürecinde direnen, bazen de bir ağaç kesilmesin diye meydanlarda siper olan, dayanışmayı sivil alanda örgütleyen uzun bir yolculuktur.
Cumhuriyet’in ve kentlerin geçtiğimiz yüzyılını ele aldığımızda; toplumsal meselelerin, siyasetin ve umudun merkezi olurken, kutuplaşmanın, eşitsizliğin ve çatışmanın üretildiği sistemler olduğunu da görüyoruz. Kentsel ve kırsal hareketlilik, ekonomi ve düzen ilişkisi, göç, politik kararlar, siyasi seçimler gündelik hayata hakim olurken, kentleşme süreci karşı karşıya kaldığı karmaşık sorun ve çıkmazların çözümüne giden yolda yıllar içerisinde yerel yönetimlerin yön verdiği bir alana dönüşmüştür. Özetle siyaset kentleşme sürecinin karar vericisi olurken, kentler de kapasitesi ve gücü ile siyasetin ana malzemesi olup ona yön vermiştir.
Kısa bir özet yapacak olursak Cumhuriyet’in ilk yüzyıllık dönemini kentleşme süreçleri bağlamında dörde ayırmak mümkün. Erken Cumhuriyet dönemi olarak adlandırılan 1923 ve 1950 yılları arası kentleşme alanında yaşanan en önemli gelişme olan Ankara’nın başkent ilan edilmesi ile başlamaktadır. Ankara’nın tüm kentsel alt yapı ve üst yapı hizmetlerinin planlanması ve bir ulus devleti inşa süreci Cumhuriyetin en net temsiliyeti olmuştur. Ankara ile birlikte diğer büyük kentlerin nazım imar planları dönemin ünlü mimarlarına çizdirilmiştir. Milli bir ekonomi oluşturma ve sanayileşme ekonomide öncelikli hedefleri oluştururken, devlet ekonomide yatırımcı ve üretici olarak kent ekonomilerini etkisi altında tutsa da özel sektör de varlığını sürdürmüştür. Devlet kurduğu fabrikalar aracılığıyla Anadolu kentlerinde büyük yatırımların öncüsü olmuş, Cumhuriyet değerlerini köylere ulaştırmış, Köy Enstitüleri kurulmuştur. Bu dönem kırsalda yerinde eğitimin ve üretimin desteklendiği, göçün özendirilmediği ve demiryolları ağı ile ulusal pazarın oluşturulmaya çalışıldığı ancak İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kentlerin kendini Cumhuriyet rejimi ile tekrar inşa ettikleri bir dönemdir.
1950 ve 1980 yılları arasını kapsayan ikinci dönem ise kırdan kente göçün ve kentsel hareketliliğin hızla arttığı, tarımda teknolojik dönüşümlerin hayatımıza girdiği kentleşmenin artan nüfus yoğunluklarına bağlı olarak hızlandığı bir dönemi temsil etmektedir. Savaşın ardından etkileri tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de özellikle ekonomik bağlamda hem kentlinin hem de köylünün yıpranmasına neden olmuştur. ABD’nin Avrupa ülkelerine sağladığı Marshall yardımından Türkiye’de faydalanmıştır. Tarımda devlet desteklerinin artması, teknolojik gelişmeler ve traktör gibi araç kullanımları kırsal iş gücünü olumlu yönde etkilemiştir. Demiryollarındaki gelişim yerini otoyollara bırakmış ve kentlerde sanayinin bir cazibe merkezi haline gelmesini sağlamıştır. Bir taraftan da kentlerde eğitim ve sağlık olanaklarına erişimin gelişmesi milyonlarca insanın köyden kente göç etmesi umudunu körüklemiştir. Kentlerde formel ve enformel sektörlerde sanayiden, işportacılığa uzanan göçmen iş gücünün karşılaştığı en önemli sorun konut ve barınma olmuştur. Bu da Türkiye’de kentleşme hikayesinin baş kahramanlarından olan gecekondu kavramının şehircilik pratiklerimize girmesine neden olmuştur. Kentlerde yer alan boş kamu arazileri, köyden kente göç edenlerin hemşerilik hukukuna dayandırarak yer seçimlerini yaptıkları ve inşa ettikleri kaçak yapılar olarak birçok kentsel altyapı hizmetinden yoksun bir şekilde oluşturulmuştur. Yıllar içerisinde gece kondular kendi mahallelerini, bölgelerini, büyük şehirlerin içerisinde kendi şehirlerini oluşturdular. Göç ve kentleşmeye paralel olarak merkezi ve yerel yönetimin kullanışlı bir siyasal aparata dönüştürdüğü bu yaşam alanları, popülist siyasal söylemlerle adeta oy deposu gibi görülüp büyük bir bölümü yasal sisteme dahil edilmiştir. Kent merkezlerinde refah seviyesi artan orta sınıf nüfusu için de konut sorunu yatay mimariden dikey mimariye geçiş ile çözülmüş hatta kentlerde ilk defa apartmanlardan oluşan site yapıları görülmeye başlamıştır. Böylece kamusal alanların hızla erimeye başladığı plansız kentleşme süreci başlamıştır. Bu dönemde kentlerin nüfusundaki artış ve Türkiye’deki hızlı büyüme kentlere göçenlere cazip imkanlar sunsa da 1980’lere yaklaştıkça özellikle sanayideki iş imkanlarının azalması, enflasyonun artması, siyasal şiddetin artması göç dalgasını ve kentleşme hızını yavaşlatmıştır.
1980 ve 2000 yılları arasını oluşturan ve küreselleşme olarak adlandırılan üçüncü dönemde ise sanayinin büyük kentlerin çeperine ya da Anadolu kentlerine taşındığını, 12 Eylül Askeri Darbesi’nin ardından uygulanan ekonomi politikalarında özelleştirmenin ve serbestleşme süreçlerinin başladığını ve Anadolu kentlerinin tekrar yükseldiğini görüyoruz. Ulaşım, finans, bilgi ve iletişim sektörünün gelişmesi, küreselleşme ve neoliberal ekonomi politikaların etkin hale gelmesi Türkiye’yi de etkilemiştir. Bu dönemde kentsel göçün üç büyük şehir dışına yayıldığını, ekonomik ve siyasal olumsuzluklara rağmen kentleşmenin hız kazandığını ve ilk defa kentsel nüfusun kırsal nüfusu geçtiğini görüyoruz. Dünyada neoliberalleşme sürecinde kentler sanayilerden arındırılıp hizmet, bilgi teknolojileri ve finans sektörü ön plana çıkartılırken Türkiye’de ihracata dayalı ekonomi modeli ile sanayi güçlenmiş ve kentlere yayılmıştır. Göç hareketinin yayıldığı diğer kentler (Adana, Mersin, Diyarbakır, Van, Malatya, Şanlıurfa…) sadece ekonomik değil aynı zamanda toplumsal eşitsizliğin de arttığı, eğitim, sağlık, teknik ve sosyal altyapı gibi konularda şehirlerin son derece yetersiz kaldığı kentleşme süreçleri başlamıştır. Kentsel dönüşüm, temel haklara ve kentsel hizmetlere erişim bağlamında yaşanan eşitsizliklerin görüldüğü bir dönem olmuştur. Türkiye’deki kentleşme hikayesinin bu dönemi kentlerin bir meta haline geldiği ve arzu nesnesine dönüştüğü, gecekondular için kentsel dönüşüm süreçlerinin başladığı, sanayinin yerini iş merkezlerinin plazaların aldığı, dar gelirlilerin ev sahibi olması için hayatımıza TOKİ gibi bir kurumun devlet eliyle girdirildiği, kentlerin bir tüketim merkezine dönüştürüldüğü görülmektedir.
2000’ler ve sonrası olan dönem yani Cumhuriyetin ilk yüzyılının son çeyreği kentleşmenin siyasal, ekonomik ve toplumsal dönüşümün merkezinde olduğu dönemdir. İnşaat sektörünün hızla yükseldiği, kentleşmenin yarattığı kent yoksulluğu nedeniyle sosyal politikaların önem kazandığı, koalisyonların kurulduğu, siyasi ve ekonomik krizler nedeniyle yeniden yapılanma sürecine girilen, uzun bir iktidar sürecinin başladığı ve ülkece en büyük krizleri, afetleri ve imkansızlıkları yaşadığımız dönem… AKP hükümeti ile birlikte hem merkezi hem yerel ölçekte artan otoriter neoliberal yönetim anlayışı tüm kentleşme politikalarını değiştirmiştir. Bu politikaların merkezinde TOKİ ile başlatılan devlet arazilerini imara açma, satma ve kentsel dönüşüm süreçleri yer almaktadır. Kentleşmenin en önemli dinamiği olan konut piyasası TOKİ’nin kontrolünde kent yoksulları, afet mağdurları, düşük ve orta gelirli herkesi alışık olmadıkları bir sosyal çevrede yaşamaya, borçlandırmaya, yerinden etmeye, toplumun bir kesimi için umut olmaya, boşaltılan kentsel alanlarda ise soylulaştırmanın anahtarı olmaya başlamıştır. 2000’li yıllar kentleşmenin ülke genelinde son derece hızlı ilerlediği bir dönemdir. Bu dönemin başlarında kentlerin yönetiminde kaynakların planlı kullanılması ilkesi benimsenerek kentler ve yerel yönetimler Devlet Planlama Teşkilatı’nın öncelikli alanları arasında yer almıştır. Kentleşme politikaları Şehircilik Bakanlığı, farklı bakanlıklar ve kamu kurumlarının kollektif çalışmasının ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak sonradan Çevre ve Şehircilik Bakanlığının kurulması, TOKİ’nin etkinliğinin artması kentleşmenin giderek merkezi otoritenin kontrolü altına girmesine neden olmuştur. Ayrıca bu dönemde kentleşme süreçlerini ve yerel yönetimleri ilgilendiren Büyükşehir Kanunu ve AB sürecinde ortaya çıkan NUTS sistemi hayatımıza girmiştir. Özellikle Büyükşehir Kanunu ile sayısı 30’a yükselen büyükşehir belediyelerinin yeni sınırları ile nüfusun %75’i birden kentlerde yaşamaya başlamış ve suni bir kentleşme yaratılmıştır. Bu durumun siyasi ve ekonomik sonuçları düşünüldüğünde hem yönetsel hem toplumsal açıdan çok kritik bir yasal düzenle olduğunu görüyoruz. NUTS sistemi ile birlikte Türkiye 58 sosyo ekonomik göstergeye göre 8 bölgeye ayrılmış ve kentlerin kalkınmasını planlamak üzere 26 adet Kalkınma Ajansı kurulmuştur. Maalesef merkezi yönetimin oluşturduğu otoriter, siyasal karar verme mekanizmaları bölgesel kalkınma pratiklerinin ve kalkınma ajansların amacına uygun çalışmasının önüne geçmiştir. Böylece aslında doğru kullanılabilse kentlerin potansiyelleri doğrultusunda kalkınması için nitelikli stratejik, sektörel planlar ve kaynaklar üretebilme kapasitesine sahip olan bu kurumlar merkezi otoritenin üstenci planlama yaklaşımının ve yerel ölçekte iktidar belediyelerinin finansal kaynak aracının ötesine geçememiştir.
Son yirmi dört yıla baktığımızda kentlerimizin siyasal iktidarlar aracılığı ile rantsal alanlara dönüştürüldüğü, Cumhuriyetin yüzüncü yılında hala temiz suya erişimin, sağlıklı bir altyapı ve kanalizasyon sisteminin olmadığı, bu kadar büyük kentsel hareketliliğe rağmen yoldan, eğitimden, sağlık hizmetlerin yoksun, kutuplaşmış ve eşitsiz gelişmiş şehirlerle biz yurttaşlar baş başayız. Barınma krizinin aşılamadığı, iklim, enerji ve gıda krizinin giderek arttığı, afetlerle baştan sona yıkılan, yok olan şehirler, salgınlarla, yanı başındaki savaşlarla boğuşan ve kentlerimize getirdikleri ile birlikte yaşamaya çalışan ve tüm bunları yönetmek üzere yetkisizleştirilerek yalnız bırakılan yerel yönetimler var.
Kentleşme süreçlerini böylesine derinden yaşamış ve bir bakıma planlama adına yanlış da olsa tamamlamış kentleri yeniden planlamak mekan ve kaynak açısından öyle kolay bir şey değil. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken şehirlerimizin sırtında taşıdığı yükler oldukça ağır. Ancak Cumhuriyetimizin en önemli kazanımlarından biri bu ağır yükü paylaşabilecek, yaşanabilir bir kent ve ülke hayali ile üreten şehir plancıları, mimarlar, tarihçiler, toplum bilimcileri, sivil toplum kuruluşları ve bürokratlar yetiştirebilme kabiliyeti olmuştur. Cumhuriyet sayesinde var olan bu değerli insan kaynağı, Cumhuriyetin ikinci yüzyılında kentlerimizin geleceği açısından önemli çalışmalar ortaya koyacaklardır. İlk yüzyıl bize nüfusumuzun önemli bir kısmının, ekonomik nedenler, eğitim, doğal afetler veya savaş gibi nedenlerle doğdukları yerlerden başka yerlere taşınmak zorunda kaldıklarını hatta günümüzde çok önemli bir kısmının da göç ettiği yerlerde de barınamayarak yeni bir vatan arayışına yöneldiğini göstermektedir. Zaten yaşadığımız dünya, neredeyse hiç kimsenin doğduğu yerde ölmesinin mümkün görünmediği bir düzene doğru evrilmekte. İkinci yüzyıla girerken bu yeni dünya düzeninde ‘birlikte yaşam ve kültürler arası şehirleri’ ihtiyaçlarıyla birlikte kurgulamak önceliğimiz olmalı. Hem yerel yönetimlerin hem merkezi hükümetin insan onuruna yakışan gerçekçi ve uygulanabilir göç politikaları ile kentlerimizi yönlendirmeli.
Cumhuriyetimizin ilk yüzyılını oluşturan kentlerin temel planlama problemi olan çevre düzeni, imar, ulaşım gibi şehircilik planlarındaki eksiklikler, uygulama hataları ve bunlara uygun yönetimsel stratejik planların üretilememesi olmuştur. Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılının kentlerine yakışan etkin bir siyasi irade ile bu planları şehirlerimizin ihtiyaçlarına göre tamamlaması ve uygulamasıdır. Ayrıca tüm dünyayı etkisi altına alan doğal afetler, iklim, gıda ve enerji krizi tüm teknik planların merkezine alınarak dirençli, kapsayıcı ve çevik şehirler hazırlamak olmalıdır. Kendi kendine yeten, kaynakların etkin ve verimli kullanıldığı, sokaklarında güvenle, yürüyerek ve toplu taşıma ile tüm kentsel ve kamusal ihtiyaçlara ulaşabildiğimiz, insani koşullarda barınabildiğimiz, geçinebildiğimiz, beslenebildiğimiz, kamusal alanlarında sosyalleşebildiğimiz, bir afet anından ölmediğimiz, toplum sağlığını önceleyen altyapı, sağlık ve eğitim ihtiyaçları sağlanmış kentler planlamak mümkün. Bunun için en güzel yol haritalarından biri olan Birleşmiş Milletler’in oluşturduğu 17 adet Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları tüm kentlerimiz için bir rehber niteliğinde olabilir. Bu amaçları benimsemek ve uygulama adımlarını planlamak Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken kentlerimiz için en doğru planlama adımlarından biri olacaktır.
Sonuç olarak Cumhuriyetin ikinci yüzyılında şehirlerimizin geleceği için geçmişte yaşanan hatalardan ders almak ve gelecekte bizi bekleyen sorunlara hazırlıklı olmak konusunda planlı ve hemfikir olmamız gerekiyor. Özellikle son yirmi iki yılda kaybettiğimiz Cumhuriyet değerlerimizi geri kazandığımız, kentsel rantın yerini sosyal devlet anlayışının aldığı, kamu yararı öncelikli, şehircilik ilke ve esaslarına uygun planların üretildiği ve uygulandığı, planlamayı yukarıdan aşağıya ve mekânsal büyüme odağından kurtarıp katılımcı pratiklerle inşa ettiğimiz yeni bir yüzyılı toplumumuzun tüm kesimleriyle benimsenmesi dileğiyle.