Brezilya’nın sol belediyecilik deneyimi, 1980’lerde neoliberal politikalar karşısında şekillenen sınıf mücadelelerinin bir ürünü olarak dikkat çekmiştir. 1960’lar ve 1970’lerde, Güney Amerika’nın diğer ülkelerine kıyasla daha dinamik bir sanayi büyümesi yaşayan Brezilya, bu süreçte modern işçi sınıfının örgütlenme biçimlerinin yeniden tanımlandığı önemli bir alan haline gelmiştir. Özellikle, yeni sendikal hareketlerin yükselişi ve işçi sınıfı siyasetinin merkezi bir aktörü haline gelen Brezilya İşçi Partisi (Partido dos Trabalhadores, PT) ile Birleşik İşçi Merkezi (Central Única dos Trabalhadores, CUT), toplumsal muhalefetin ana eksenini oluşturmuştur. Bu örgütlenmeler, yalnızca neoliberal politikaların karşısında işçi sınıfı haklarını savunmakla kalmamış, aynı zamanda Brezilya’nın demokratikleşme sürecine ve yerel yönetimlerin halkçı bir temelde yeniden yapılandırılmasına önemli katkılar sunmuştur.
1980’lerin başlarına gelindiğinde, Brezilya İşçi Partisi (PT) ve Birleşik İşçi Merkezi (CUT), özellikle São Paulo’nun sanayi merkezi, ABC Paulista metropol bölgesi ve Santos gibi stratejik liman şehirlerinde güçlü bir toplumsal ve siyasal zemin oluşturmuştur. Bu dönemde beyaz yakalı emekçiler—profesyoneller, öğretmenler, banka çalışanları ve kamu çalışanları—sendikal ve siyasal mücadelelerin görünür aktörleri haline gelmiş, kentsel toplumsal hareketlerle birleşerek sınıfsal dayanışmayı daha da güçlendirmiştir.
Ancak, Brezilya’nın sanayileşme sürecinin beraberinde getirdiği yapısal ekonomik kriz ve neoliberal yeniden yapılanma politikaları, São Paulo eyaletinde sanayi iş gücünün ciddi ölçüde azalmasına yol açmıştır. İşsizlik oranları hızla artarken, kayıt dışı istihdam yaygınlaşmış ve işçi sınıfının geleneksel örgütlenme alanları daralmıştır. Bu ekonomik ve toplumsal dönüşümler, 1988 yerel seçimlerinde kentsel seçmenlerin neoliberal politikalar uygulayan iktidar partisini büyük ölçüde reddetmesiyle sonuçlanmıştır. Bu seçimler sonucunda, PT’li belediye başkanları São Paulo, Santos, Porto Alegre ve ABC Paulista’nın sanayi merkezleri dâhil olmak üzere 36 kentin yönetimini devralmıştır. Bu süreç, Brezilya’da sol belediyecilik deneyimlerinin ve yerel düzeyde demokratik yönetim pratiklerinin başlangıcı olarak tarihe geçmiştir.
Bu dönemde, PT’li belediyler, farklı şehirlerde kentsel politikaların çeşitli yönlerine vurgu yaparak, kamu hizmetlerinin toplumsal yeniden üretimi konusunda radikal politikalar geliştirmiştir. Örneğin, Santos Belediye Başkanı, otobüs şirketlerini kamulaştırarak merkezi olmayan sağlık klinikleri ağı kurmuş ve liman işçileriyle dayanışma grevleri organize etmiştir. Santo André belediye başkanı, temel gelir desteği, mikrokredi programları ve gecekondu mahalleleri için plan uygulamaları başlatmıştır. São Paulo’nun ilk PT’li belediye başkanı ise, sosyal konutlar inşa edip eğitim ve sağlık hizmetlerini iyileştirmiş, belediye harcamalarını yeniden yapılandırarak toplu taşıma maliyetlerini düşürmüştür.
PT’li belediye başkanlarının katılımcı yönetim modelleri, özellikle katılımcı bütçeleme (PB) uygulamalarıyla dikkat çekmiş ve bu model, Porto Alegre örneğinde uluslararası ölçekte sol belediyeciliğin en başarılı örneklerinden biri olarak kabul edilmiştir. Katılımcı bütçeleme modeli, kentsel siyasette demokratik katılımı güçlendiren ve kamusal harcamaların önceliklendirilmesinde halkın doğrudan söz sahibi olduğu bir araç olarak, Brezilya sol belediyeciliğinin en önemli miraslarından biri haline gelmiştir.
1989 yılında, askeri diktatörlük döneminin sona ermesinden ve yeni anayasanın yürürlüğe girmesinden bir yıl sonra, Lula liderliğindeki Brezilya İşçi Partisi (PT), Rio Grande do Sul eyaletinin başkenti Porto Alegre Belediyesi’ni kazandı (Zavala, 2006: 87-89). Bu başarı, faşizme karşı verilen uzun mücadele, 1980’lerde topraksızlar hareketinin (MST) yarattığı devrimci dalga ve gecekondu meclisleri, halk komiteleri ve kooperatifler gibi taban örgütlenmelerinin katkılarıyla mümkün oldu. PT, Porto Alegre’de 1989-2004 yılları arasında dört dönem boyunca yönetimde kalarak, yerel yönetim alanında katılımcı ve demokratik bir belediyecilik modeli geliştirdi.
Porto Alegre, sanayi üretimine dayalı göreli refah döneminin sona ermesinin ardından 1980’lerde ekonomik durgunluk, artan işsizlik ve kayıt dışı istihdamla yaşam standartlarının ciddi şekilde düştüğü bir döneme girmiştir. Bu koşullar, kenti işçi hareketlerinin yükseldiği önemli bir merkez haline getirmiş ve Brezilya İşçi Partisi’nin (PT) gelişiminde kritik bir rol oynamıştır. São Paulo’daki grev dalgalarına benzer şekilde, Porto Alegre’deki işçi hareketleri, yerel banka çalışanları sendikası lideri ve şehrin ilk PT’li belediye başkanı Olívio Dutra gibi figürlerin ön plana çıkmasını sağlamıştır. Baierle’ye (2005) göre, PT’nin gücü yalnızca işçi sınıfına değil, aynı zamanda mimarlar, gazeteciler, banka çalışanları, öğretmenler gibi beyaz yakalıların yanı sıra çeşitli sosyal hareketlere ve Katolik taban topluluklarına dayanmaktadır.
PT yönetimi, Porto Alegre’deki uygulamalarıyla altyapı ve kamu hizmetlerinde kapsamlı iyileştirmeler gerçekleştirmiştir. Kanalizasyon sistemi iki katına çıkarılarak binlerce hane halkı bu sisteme dahil edilmiş, yüzlerce mil yol asfaltlanmış, su şebekesi ve çöp toplama hizmetleri genişletilmiş, ayrıca belediye otobüs ağı büyütülerek toplu taşıma hizmetleri iyileştirilmiştir (Goldfrank, 2002). Eğitim alanında, belediye tarafından işletilen okul sayısı üç katına çıkarılmış, kooperatiflerin işlettiği 100’den fazla kreşi içeren bir ağ oluşturulmuş ve 20 yeni sağlık kliniği inşa edilerek yerel sağlık hizmetleri eyalet yönetiminden devralınmıştır. Ayrıca, bir mikrokredi bankası kurulmuş, küçük sanayi girişimleri için bir kuluçka merkezi oluşturulmuş ve geri dönüşüm kooperatifleri hayata geçirilmiştir. PT, bu genişletilmiş hizmetleri finanse etmek için artan vergilendirme politikalarını devreye sokmuş ve vergi kaçakçılığına karşı sıkı tedbirler almıştır (Goldfrank, 2002).
Porto Alegre yönetimi, dışlanan siyasal ve kültürel kimliklere yönelik kapsayıcı politikalarıyla da öne çıkmıştır. Belediye, kıtada ilk homofobi karşıtı yasayı çıkararak LGBTQ+ haklarına öncülük etmiş ve Afro-Amerikalıların hak mücadelesini aktif bir şekilde desteklemiştir. Ayrıca, 2000’lerin başında düzenlenen ve 156 ülkeden yüz binlerce kişiyi bir araya getiren Dünya Sosyal Forumu’na ev sahipliği yaparak, küreselleşme karşıtı hareketlerin merkezi haline gelmiştir. “Başka Bir Dünya Mümkün” sloganıyla öne çıkan bu forum, ATTAC gibi küresel finans karşıtı örgütlerden Zapatistalar gibi devrimci hareketlere kadar çeşitli grupları bir araya getirerek fikir alışverişine olanak tanımıştır. Bu süreç, Porto Alegre’yi küresel dayanışma ve alternatif siyaset arayışının sembolü haline getirmiştir.
İşçi Partisi’nin Porto Alegre Belediyesi’nde yönetime gelmesinin ardından uygulamaya koyduğu en önemli politika, Brezilya Anayasası’nda bütçe planlamasının halk katılımına dayalı olarak yapılmasına ilişkin düzenlemeden yararlanarak “Katılımcı Bütçe” sistemini hayata geçirmesi olmuştur (Bayramoğlu, kitabı). Katılımcı Bütçe süreci, üç aşamalı bir örgütlenme yapısına sahiptir (Gentro ve Souza, 1999: 28-29). İlk aşamada, her yıl mart ile haziran ayları arasında mahalle delegeleri seçilir. Bu delegeler, bölgesel ve tematik oturumlar düzenleyerek bir önceki yılın yatırımlarını ve eksikliklerini değerlendirir, gelecek yılın önceliklerini belirler. Planlama sürecinde, ulaşım, eğitim ve spor, sağlık, kültür, ekonomik kalkınma ve vergilendirme gibi altı tematik başlık arasından öncelikli üç başlık belirlenerek, kaynak tahsisi yapılır.
Katılımcı Bütçe uygulamasının ikinci aşamasında, 16 bölgeye ayrılan kentin her bölgesinden iki temsilci, sendika ve sivil toplum örgütü temsilcileriyle birlikte toplam 44 kişilik bir kurul oluşturulmuştur (Arcan, 2004). Bu kurul, Belediye’nin Planlama Komitesi ile ortak toplantılar düzenleyerek bütçenin tabandan gelen talepler doğrultusunda nasıl kullanılacağına karar vermiştir. Belediye yönetimindeki yetkililer bu tartışmalara katılmış ancak oy kullanma hakkına sahip olmamıştır.
Son aşamada, üzerinde mutabakat sağlanmış bütçe planı Belediye Başkanı tarafından öneri olarak belediye meclisine sunulmuş ve sağ partilerin muhalefetine rağmen kabul edilmiştir. 1989’da hayata geçirilen bu uygulama, belirlenen altı tematik başlıktaki sorunlara yönelik önemli başarılar sağlamış ve Porto Alegre’de elde edilen deneyim, Rio Grande do Sul eyaletine yayılmıştır (Nurhak, 2011). Bunun yanı sıra, kayırmacılığın önüne geçilmiş, yönetimde şeffaflık sağlanmış ve özelleştirme politikaları durdurulmuştur (Mısır, 2013).
İşçi Partisi liderliğinde geliştirilen ve birçok sol unsuru bir araya getiren Porto Alegre deneyimi, sosyalist kesimler açısından önemli bir stratejik mevzi olarak değerlendirilmektedir (Mısır, 2013). Bu deneyim, 1990-2004 yılları arasında yaklaşık 250 belediyede katılımcı bütçe uygulamasının hayata geçirilmesine öncülük etmiş ve Latin Amerika genelinde yaygınlık kazanmıştır (Sonay, kitap). Porto Alegre’nin uygulayıcıları, reel sosyalizmin bürokratik ve hantal yönetim biçimlerini eleştirerek, “demokrasinin demokratikleşmesi” sloganıyla şekillenen katılımcı yönetim anlayışını benimsemiştir. Bu yaklaşım, katılımcılığa dayalı burjuva demokrasisinin ötesine geçerek, özyönetime dayalı yeni bir devlet modelinin nüvesi olarak görülmektedir (Arcan, 2004).
Halkın doğrudan demokrasi özlemine dayalı, merkezi iktidar olmadan yerelde “iktidarlaşmayı” hedefleyen, katılımcı yollarla yerel yönetimler üzerinden devleti denetleyeceğini savunan İşçi Partili kadrolar açısından Porto Alegre deneyimi; merkezi devlet aygıtında devrim yapmadan da toplumsal ilişkilerde hegemonya kurulacağının önemli bir göstergesi durumundadır.
2004 yerel seçimlerinde İşçi Partisi’nin Porto Alegre belediye başkan adayı Pont’un seçimleri kaybetmesi, Katılımcı Bütçe uygulamasıyla sembolleşen toplumcu deneyimin sona ermesi olarak değerlendirilmektedir. Bu deneyim, birçok Marksist çevre tarafından önemli bir girişim olarak görülse de ciddi eleştirilere de maruz kalmıştır. Eleştirilerin temel noktası, piyasanın ve merkezi yönetimin vesayeti altındaki bir sistemde belediye bütçesinin yalnızca %10’u üzerinden işletilen katılımcılık mekanizmasının, İşçi Partisi tarafından topluma devrim olarak sunulmasıdır. Ayrıca, belediye yönetiminin savunduğu gibi hizmetlerin yerel kaynaklarla değil, Dünya Bankası (DB), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve diğer uluslararası finans kuruluşlarından alınan kredilerle finanse edildiği iddia edilmiştir (Arcan, 2004). Bu eleştiriler, deneyimin sınırlarını ve yapısal zorluklarını ortaya koymaktadır.
Latin Amerika’da Sol Belediyecilik II: Neoliberal Belediyeciliğin Yükselişi