Dönemin Müsteşarı Turgut Özal’ın 24 Ocak Kararlarını kamuoyuna ilan etmesinin üzerinden tam 45 yıl geçti.
Şüphesiz ki direksiyonda kendisi vardı Özal’ın ve sonra yaptıklarını savunacaktı: “24 Ocak’ın teknisyeni benim. 5 yılda sanayileşmiş ülke olduk” diye konuşuyordu.
Peki, aradan geçen 45 yılda neler değişti, değiştirildi?
24 Ocak’a ilişkin birçok değerlendirme mevcut. Bunlardan birisinde, 24 Ocak Kararlarının, 12 Eylül Darbesine giden süreçte önemli bir uğrak olduğu, “sermaye aklının” bu süreçte, sıkışan ve kriz emareleri billurlaşan ekonomiye bir özne olarak ve asker yordamıyla müdahale ettiği, aslında bugünkü krizin başlangıç noktasının 24 Ocak 1980’e kadar götürülebileceği çıkarımı ağır basıyor.
Hatta iktisatçı Tevfik Çavdar’ın açık ifadesiyle, “24 Ocak ekonominin kurtuluşu değil, Türkiye ekonomisinin uluslararası finans kapital karşısında ellerini havaya kaldırması” olarak değerlendiriliyor.
24 Ocak Değerlendirmelerinde Hangi Görüşler Öne Çıkıyor?
Ancak 24 Ocak Kararlarının yarattığı iklimi farklı yorumlayanlar da var.
Farklı bakış açılarından birinde, bu sürecin bir “istikrar” girişimi ve ekonomik olarak yaşanan istikrarsızlığı gidermek amacıyla, üretimin azalması ve karaborsa faaliyetlerinin oluşması gibi olumsuzlukların ortadan kaldırılması için devlet harcamalarının sınırlandırılması, ücretlerin düşürülmesi ve serbest döviz kuru gibi iktisadi önlemlerin alınması gibi bir çerçeve sunuluyor.
Yoksa yine bir rivayete göre, 12 Eylül Darbesinin 24 Ocak kararlarını uygulamak için değil de o dönemde “anarşiyi bitirmek için” yapıldığını, ancak askeri yönetimin de kararları uygulamayı mümkün kıldığını söyleyen Kenan Evren’e mi kulak vermek gerekiyor?
24 Ocak 1980 Kararları üzerinden tam 45 yıl geçmiş olmasına karşın tartışmalarıyla devam ediyor.
Özellikle ülkedeki güncel kriz ortamının da farklı bir çehrede yeniden üretildiğini söyleyecek olursak, tartışmaların güncelliğini koruduğu da iddia edilebilir.
Yine günümüzde, 12 Eylül Darbesinin 24 Ocak Kararlarının özgürce uygulanabilmesi için yapıldığını iddia eden birçok yorumcu olduğu gibi, olağan koşullarda uygulanması mümkün olmayacak kadar katı olan ekonomik uygulamaları hayata geçirebilmenin ancak askeri darbe koşullarında mümkün olabileceğinden dolayı darbenin gerçekleştirildiğini öne sürenler de bulunuyor.
Tüm bu tartışmaların ifade ettiklerine rağmen, 2025 yılına kadar çevrilen takvim yaprakları bize, 24 Ocak Kararlarıyla, toplumun liberal bir “laboratuvara” sokulduğunu, laboratuvardan yeni bir siyasi atmosfer yaratıldığını ve “liberalizmin kurumsallaşmasında” bir ilk adımın 24 Ocak ile olanaklı kılındığını işaret ediyor.
Biz de Fikir Gazetesi olarak, tüm bu tartışmalarla birlikte, 24 Ocak 1980 çıkışının tarihsel anlamını, bugüne gelen süreci nasıl idrak etmek gerektiğini ve çıkış yollarını Siyaset bilimci, Doç. Dr. Fatih Yaşlı ile konuştuk.
Fikir’in sorularını yanıtlayan Akademisyen Fatih Yaşlı, 24 Ocak Kararlarının ülke ekonomisinin yeniden yapılandırılması anlamına geldiğini ve “yoksullaştırma” programı olduğunu, 12 Eylül Darbesi sonrası yaşananlarla 24 Ocak programı arasında bir bağ olduğunu ve bunun “tesadüflerle” açıklanamayacak ölçüde bir gerçekliğe sahip olduğunu dile getirdi.
Öte yandan Yaşlı, 24 Ocak-12 Eylül süreciyle ilgili bugünün koşullarıyla da bir bağlantı kurduğu açıklamasında önemli bir tespitte bulunuyor:
“24 Ocak ve 12 Eylül sürüp gitmektedir. 24 Ocak Kararlarını hayata geçirmek, geçmişte ancak işçi hareketini bir darbeyle ezerek mümkün olabilmişti. Bugün de benzer bir şekilde işçi sınıfı, farklı birçok mekanizmayla zapturapt altında tutuluyor; bir sosyal patlama yaşanmasın diye her türlü tedbir devreye sokuluyor”.
Siyaset bilimci Fatih Yaşlı’nın sorularımıza verdiği yanıtlar şu şekilde:
“Türkiye Neoliberal Modele Askeri Bir Yönetim Altında Geçmiştir”
Bildiğiniz üzere, 24 Ocak, her ne kadar iktisadi bir değişim manzumesi olarak öne çıksa da çok önemli bir liberal müdahale rejimini de ülkeye dayattı. Bu konjonktür, toplum için ve özellikle de emekçi kesimler nezdinde, ekonomik ve siyasal açıdan nasıl değerlendirilebilir?
24 Ocak Kararları elbette ki IMF ile yapılan bir stand-by anlaşmasıydı ama onu kendisinden önceki anlaşmalardan ayıran çok temel bir özellik vardı. Turgut Özal’ın mimarı olduğu bu kararlar, TÜSİAD’ın ve büyük burjuvazinin talepleri doğrultusunda Türkiye’nin birikim rejiminin değiştirilmesini, yani ithal ikameci birikim rejiminden, ihracata dayalı birikim rejimine geçilmesini ve ülke ekonomisinin neoliberalizm doğrultusunda yeniden yapılandırılmasını öngörüyordu. Bu Türkiye kapitalizminin uluslararası rekabete açılması demekti; ancak gelişmişlik seviyesi itibariyle böyle bir rekabet, ancak bazı koşullarla mümkün olabilirdi. Bu da yerli paranın süreklileşmiş bir şekilde devalüe edilmesi ve emek maliyetlerinin aşağıya çekilmesi, yani ücretlerin reel olarak aşağıya çekilmesi anlamına geliyordu. Ancak 24 Ocak 1980 Türkiye’sinde, yani emeğin ve sosyalist solun bu kadar güçlü olduğu bir konjonktürde, halkı yoksullaştıracak böylesine radikal bir sermaye programının uygulanma şansı yoktu.
“Darbe Sonrasında Özal’ın Ekonominin Başına Geçmesi Tesadüfle Açıklanamaz”
Zaten yaklaşık 9 ay sonra 12 Eylül darbesi gerçekleştiğinde ekonomi yönetiminin başına Turgut Özal’ın getirilmesi ve 24 Ocak Kararlarının hayata geçirilmesi de DİSK’in kapatılıp, sendikal faaliyetlerin ve grevlerin yasaklanması da bir tesadüf değildi. Korkut Boratav, 12 Eylül için “sermaye darbesi” nitelendirmesinde bulunur ki haklıdır; 12 Eylül öncesi Türkiye’nin sermaye düzeni işçi sınıfından kaynaklı bir beka sorunuyla karşı karşıyaydı ve bu beka sorununu ancak bir askeri darbe aracılığıyla çözebilecekti. Türkiye, 24 Ocak Kararlarının oluşturduğu yol haritasıyla neoliberal modele askeri bir yönetim altında geçti. Sermaye temsilcilerinden birinin “bugüne kadar işçiler güldü, şimdi sıra bizde” demesi de Vehbi Koç’un Kenan Evren’e yazdığı mektuplarla verdiği tavsiyeler de darbenin sınıfsal karakterini açık bir şekilde ortaya koyuyordu.
“24 Ocak Bir Yoksullaştırma Programıdır ve Asker Postalıyla Topluma Dayatılmıştır”
Değindiklerinizden de yola çıkarak, 24 Ocak Kararlarının 12 Eylül’ün uygulamaları ile bir paket oluşturduğunu düşünüyorsunuz. Pek tabi, ekonomik değil, siyasal, toplumsal, kültürel dönüşüm açısından da önemli sonuçlar doğuruyor 24 Ocak süreci.. Bu dönem, toplumsal hayatı nasıl dönüştürdü sizce?
Az önce söylediğim üzere, 24 Ocak Kararları süreklileşmiş devalüasyonlar ve işçi sınıfının reel alım gücünün aşındırılması üzerine kurulu bir yoksullaştırma programıydı. 12 Eylül bunu mümkün kılacak koşulları yarattı, sermayenin yoksullaştırma programını asker postalıyla topluma dayattı. Türkiye örgütlü bir toplum olmaktan çıkarıldı, sendikal mücadele sonlandırıldı, sosyalist sol yoğun bir şiddet aracılığıyla ezildi ve sermaye için dikensiz bir gül bahçesi yaratıldı. Ancak bunlarla yetinilmedi, düzen yeni bir hegemonya tesisi adına sağı yardıma çağırdı ve Aydınlar Ocağı tarafından formüle edilen Türk-İslam sentezi adeta devletin resmi ideolojisi haline geldi. Toplum bir sağcılaştırma operasyonuna maruz bırakıldı ve milliyetçi-muhafazakâr bir dönüşüme tabi tutuldu. İlkokullardaki din dersleri anayasal güvence altına alınırken, tarikat ve cemaatlerin önü açıldı, bunların şirketleşmeleri bu süreçte ivme kazanırken, Türkiye’ye Arap sermayesi de girmeye başladı ve bunların hepsi bir bütün halinde dinselleştirmeyi hızlandırdı. Dinselleşme sürecine eşlik eden şey ise piyasacılık oldu.
“24 Ocak Yeni Bir Tipoloji Yaratmıştır”
Toplum örgütsüzleştirilirken kısa yoldan para kazanmayı, köşe dönmeyi hedefleyen bir tipoloji yaratıldı. Birey değil ama bireycilik ön plana çıkartılıp “her koyun kendi bacağından asılır” anlayışı topluma yerleştirilmeye çalışıldı. Rüşvet, yolsuzluk, iş takibi, vergi kaçırma, kamusal olan her şeye düşmanlık, özelleştirme övgüsü, özellikle yeni medya üzerinden ve burada istihdam edilen eski solcu kalem erbabı aracılığıyla sıradan insanın ve gündelik hayatın içerisine sızdırıldı ve bunda büyük ölçüde de başarılı olundu.
“Ülke hâlâ 24 Ocak Kararlarının Belirlediği Siyasi Modelde Debeleniyor”
Açıklamalarınızda, 24 Ocak Kararlarının Türkiye’de sermaye gruplarının yeniden yapılanmasını sağladığını ve solun siyasal etkisinin zayıflamasına neden olduğunu dile getirdiniz. Bu bağlamda değerlendirecek olursak, peki 12 Eylül’ün rotası ile AKP rejimi nerede buluşuyor? Ya da böyle bir ‘yakıştırma’ doğru olur mu sizce?
AKP iktidarı, ortağı MHP’yi de ekleyerek söyleyecek olursak, AKP-MHP iktidarı, bütünüyle 12 Eylül’ün devamıdır, onun mantıksal sınırlarına doğru genişlemiş halidir. 12 Eylül’ün yönetim anlayışı güçlü yürütme esasına dayanıyordu, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi tam da budur, güçlü yürütmedir, yasama organının bir dekor haline gelmesi, yargı bağımsızlığının ortadan kalkmasıdır. AKP-MHP ikilisi darbenin resmi ideolojisi olan Türk-İslam sentezinin günümüzde vücut bulmuş halidir.
“AKP, Özal’ın Yapamadıklarını da Yapmış, Tüm Kamusal Varlıklar Özelleştirilmiştir”
Siyasal İslamcılarla ülkücü milliyetçiler darbenin üzerinden geçen 45 yılın sonunda artık devletleşmiş durumdadırlar. 12 Eylül örgütsüz, sendikasız, grevsiz bir toplum istiyordu. AKP-MHP ikilisi bunu da başarmıştır. Türkiye, çok ciddi bir yoksullaştırma programıyla karşı karşıya olmasına rağmen sokakta yaprak kıpırdamamakta; bir işçi hareketinin ya da öğrenci hareketin esamesi dahi okunmamaktadır. AKP, Özal’ın dahi yapamadığı şeyi yapmış ve neredeyse bütün kamusal varlıkları özelleştirmiştir. Türkiye, asgari ücretin norm haline gelmesiyle, taşeron ve güvencesiz çalışmayla, örgütsüz işçi sınıfı ile sermaye için bir dikensiz gül bahçesi haline getirilirken, bir emek cehennemine dönüşmüştür. Bu gül bahçesinin ya da cehennemin yoluna devam edebilmesi için ise dinciliğin ve milliyetçiliğin dizginleri bütünüyle salınmıştır. 12 Eylül’le AKP-MHP iktidarını ortaklaştıran şey piyasacılıkla gericiliğin ölümcül sentezidir ve Türkiye 45 yıldır halen 24 Ocak Kararlarının belirlediği ekonomi modeliyle 12 Eylül’ün belirlediği politik modelin içerisinde yaşamaktadır.
“Şimşek Programı, 24 Ocak’ın Sürdürülmesidir”
Son olarak, 24 Ocak kararları sizce sürüyor mu? 2025’in 24 Ocak’ında yoksa yeni bir 24 Ocak döneminde mi yaşıyoruz? Bu girdaptan çıkışın reçetesi nerede aranmalı?
Çok net bir şekilde söyleyebiliriz ki 24 Ocak Kararlarının çizdiği çerçevenin içerisindeyiz halen. Şimşek programı, tıpkı 24 Ocak Kararları gibi enflasyonla mücadeleyi sadece talebi düşürmeye endeksleyen, bunun için de acı ilacı emekçilere içiren bir boğaz sıkma programıdır. Türkiye’de sermaye 24 Ocak mantığı gereğince vergi ödememektedir, ister dolaylı ister dolaysız vergilerle olsun vergi yükünü bütünüyle emekçi halk kesimleri üstlenmiş durumdadır. İhracat bir fetiş haline getirilmiştir ve ihracat yapan sermaye her türlü teşvikten, istisnadan, vergi indiriminden yararlanmaktadır. Uluslararası rekabet adına işçi ücretleri düşük tutulmakta, her türlü sendikal faaliyet boğulmak istenmektedir.
“Gidişata Dur Diyecek Bir Emekçi Karşı Çıkış Olmazsa, Karanlıktan Çıkış İhtimali de Yok”
Borsa, faiz, döviz üçlüsü, yani finans kapital hükümranlığını çoktan ilan etmiştir. Dolayısıyla 24 Ocak ve 12 Eylül sürüp gitmektedir. 24 Ocak Kararlarını hayata geçirmek geçmişte ancak işçi hareketini bir darbeyle ezerek mümkün olabilmişti. Bugün de benzer bir şekilde işçi sınıfı farklı birçok mekanizmayla zapturapt altında tutuluyor; bir sosyal patlama yaşanmasın diye her türlü tedbir devreye sokuluyor. Ancak buradan çıkış ancak emeğiyle geçinenlerin, ekmeği küçülenlerin bu gidişata “dur” demesiyle, ses çıkarmasıyla, ayağa kalkmasıyla söz konusu olabilir. Emekçi halk siyasete doğrudan müdahale etmediği sürece mevcut karanlıktan kurtulma ihtimalimiz yoktur.
“Neoliberal Hegemonya”nın 45 Yılı: 24 Ocak Kararları Türkiye’yi Nasıl Dönüştürdü?
Bir Liberal Rota Hikâyesi: “24 Ocak Kararları ve Piyasanın Eli”
İmralı, Barış, Çözüm: Konjonktür Bize Ne Anlatıyor, Süreç Nereye Evriliyor?
Foça’da ‘Doğa’nın Zaferi: “Eğer Dava Kazanılmasaydı, Bölge Ranta Açılacaktı”