₺0,00

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Krizler Bize Ne Söyler?

21. yüzyılın ilk çeyreğini tamamlıyoruz. İnternetin yaygınlaşmasıyla kitle iletişiminin, akıllı telefonların ve sosyal medyanın da büyük etkisiyle zamanın yoğunlaştığı, dünyanın her anlamda küçüldüğü, oldukça çalkantılı yılları geride bıraktık.

Neoliberalizm diye anılan emperyalist küreselleşmenin tıkanışına ve 2008’den bu yana uzun bunalımına tanık olduk. Bölgesel paylaşım savaşları, iklim felaketleri, bunların sonucu artan göç, sonuncusu koronavirüs olmak üzere salgınlar ve yeryüzünün dört bir yanındaki halk ayaklanmalarıyla karakterize olan dönem her coğrafyada giderek genişleyen kitlelerin kapitalizmden bir beklentilerinin kalmadığı ve kurtulmanın yollarını aradığı bir şekilde gelişirken “gerçekçi” alternatiflerin henüz ete kemiğe bürünememesi sıkça “yeninin doğamadığı” ara dönem belirlemelerini getirdi. Bu ara dönem bir yandan kapitalizmin varoluşsal krizine yeşil düzen programları ve yeni ticaret yolları üzerinden yeni sermaye birikim çözümlerinin arayışıyla geçerken belirleyici olan emperyalist ülkeler arasındaki rekabet ve bu rekabetin nihai çözüm biçimi olan savaşlar olmaya devam etti.

Koronavirüs salgını sonrası tarihçi Adam Tooze’un detaylı şekilde dile getirmesiyle yaygınlaşan “çoklu kriz” kavramı dünyanın içinden geçtiği bu dönemin panaromasını sunma anlamında işlev görüyor. Tooze kovid, enflasyon, ekonomik durgunluk, açlık krizi, iklim krizi, nükleer silahlanma ve Trump iktidarı diye sıraladığı alametlerle beliren sağlık, ekonomik, iklim-çevre, göçmen, sosyal, sömürgeci, vb. “krizlerin” öncekilerden farklı olarak tek bir sebeple açıklanamayacağını ve birbirini güçlendiren etkileri olduğunu belirtiyor. Ancak Tooze ve benzerlerinin sunduğu çerçeve özellikle “çakışan aciliyetler” nedeniyle kapitalizmi bir an önce yeniden biçimlendirerek istikrara kavuşturmaya odaklanıyor. “Rasyonel” politikalarla, yeni emperyalist işbölümü ve bağımlılık ilişkilerine tekabül eden sanayi yatırımlarıyla, kamu hizmetlerine doğru bir yeniden dağıtımla sermayenin azami kar hırsından “bir süre” feragat ederek bu krizlerden yine “bir süre” çıkılabileceği düşünülüyor. Genellikle “kötü politik karalardan”, “açgözlü patronlardan” ya da “bilgi yetmezliğinden” kaynaklandığı iddia edilen “krizlerin” kapitalizme içkin olması gibi “çıkışların” da içkin olduğunu varsayan bu düşünüş biçimi yaşananın “sistemsel” olmanın ötesinde “sistemin krizi” olduğunu göremiyor. 

Fikir Dergisi’nin ilk sayısında çevirisini yaptığımız “Çoklu Kriz 2025” makalesi güncel siyasi konjonktürü ele alırken bize verdiği parçalarla resmin bütününe ulaşmak bize kalıyor. Makalede bu tablodan çıkarılan Çin’in giderek kendi mal-ekonomik sömürgeleri haline getirdiği ülkelere, AB’nin bir tür şantajı sayesinde teknoloji transferi yapacak olmasının bu ülkelerin yararına olacağı, mali sermayenin ekonomideki “yapısal reformlarla” dizginlenebileceği, ABD’de teknoloji devlerinin Trump’ın siyasi çizgisi karşısında diz çöktüğü, yeni faşist hareketlerin toplumsal tabanı ve gelişim dinamiklerini incelemeden göçmen politikalarının sertleşmesinin merkez sol ve merkez sağı birbirine düşürme stratejisi olarak kullanıldığı gibi sonuçlar elbette yazarların düşünüş tarzına ve ufuklarına dair bir şeyler gösteriyor.

Emperyalist dünyada gerileyen ABD hegemonyasını geri getirmek için agresif karşılıklar verme, “üretimi geri getirmek” için ABD’deki işçi sınıfına daha ağır sömürü koşullarını dayatma ve toplumdaki sistemik ayrıcalıkları ucuz emek gücü oluşturmak için güçlendirme açısından en heveskar “aday” olan Trump’ın farklı sermaye kesimlerinden tekellerin desteğini alması boyun eğmeden çok savunduğu bu programla ilgili. Durağanlaşan dünya ekonomisinin yarattığı kitlesel kronik işsizlikle artık nüfus ve coğrafyaların oluşması ya yeşil düzendeki gibi doğrudan yeni bağımlılıklar ve ekolojik yıkımlar getiren ekonomik programların dayatılmasını ya da yeniden paylaşım savaşlarını ve büyük savaş hazırlıklarını hızlandırdı. Bu koşullarda mali-eknomik açıdan sömürgeleştirilmiş ülkelerde, dolaylı/esnek ilişkilenen bir blok olarak Çin-Rusya ile daha derinlikli olan ABD-AB emperyalist blokları arasındaki çelişkilerden yaralanarak yol yürümenin, belirli “özerklik” alanları sağlamanın koşulları daraldı. Çin henüz askeri olarak ABD ile rekabet gücüne erişemese de oluşturduğu kurumlar ve birikmiş mali sermayesi onu, ABD karşısında tercih edilebilir bir emperyalist kılmıyor.

BM gibi 20. yüzyılın ikinci yarısının “uluslararası düzen” kurumlarının bizzat ABD eliyle işlevsizleştirilmesine karşın “üçüncü dünya”nın bu platformlarda tutunmaya devam etmesi, finansman bağımlılığı açısından bir yol arayışından ve bu ülkelerdeki sermaye güçlerinin küresel hiyerarşide yükselme çabasından kaynaklanıyor. Geçtiğimiz Kasım’da Azerbaycan’da düzenlenen COP29’da ada ülkelerinin teklif edilen iklim finansmanı miktarını “şaka gibi” diye tariflemesi buralarda artık sermaye güçleri açısından dahi bir “adaletten” söz edilemeyeceğini ve krizlerin bedelinin yine dünya halklarına çıkarılacağını gösteriyor. Temel özelliklerini koruyan emperyalizmin bu aşamasında bugün için tartışması ve halklar bakımından özgürleştirici bir hat bulunması zor olan anti-emperyalizm devletler arası diplomasi düzeyinde ele alındığında halkların devrimci enerjisi şu ya da bu ülkenin kapitalist sınıfına yedeklemekle sonuçlanıyor. Oysa 7 Ekim 2023’ten bu yana tüm dünyada gelişen soykırım karşıtı toplumsal hareketler bunun aksinin olabileceğini bir kez daha gösterdi, Hamas ile ilgili bocalama hızla aşılarak anti-siyonist ve anti-sömürgeci hareket güçlendi. Daha öncesinde dünya halklarının Kobane için ayağa kalkmasıyla simgelenen, Kuzey ve Doğu Suriye’de halkçı-demokratik içeriği tasfiye edilmek istenen özerk yönetim süreci ve dayanışmaları da böyleydi.

Yine de bu ekonomik zemin ve güncel güç dengeleri üzerinde ortaya çıkan krizlerin başlı başına ele alınması gerekiyor. Krizlerin kapitalizme içkin olması aynı zamanda siyasi rejimler açısından da belirleyici olur. Krizler kapitalizmin yönetim araçlarındandır. Ståle Holgersen’in geçtiğimiz yıl yazdığı Against the Crisis kitabı tam da bu “çoklu krizlerin” her zaman devrimci olanaklar yaratmayabileceğini, statükoyu güçlendirebildiğini ve aksine örgütlenme kapasitelerini ortadan kaldırabileceğini tartışıyor. Holgersen, krizlerin kapitalizmin bir başarısızlığı değil, sistemin hem ürettiği hem de kendini sürdürmek için ihtiyaç duyduğu temel bir özellik olduğunu savunuyor. Bugün için de iklim krizini ekonomik istikrarsızlığın hem bir belirtisi hem de itici gücü olarak sunuyor. Ancak, kapitalizmi ayakta tutan bu kısır döngülerin demirden bir yasa olmadığını ve emek güçleri olarak tarihsel misyonumuzun kurala tarihsel bir istisna yaratmak olduğunu söylüyor. Krizlere karşı ekososyalizm zamanı diyor.

Holgersen’in görüşlerini şöyle yorumlamak istiyorum: Bugünkü dünya yıkılsın, altında kalan biz olmayacağız, bizler dünyanın lanetlileri olarak yaşamı kendi elleriyle üretenleriz ve geleceğimizi bugüne vurmadan inşa edemeyiz. Devrimci hattın saflarını güçlendirmeliyiz ve bu yıkım sürecinde dayanıklılık bir kitle psikiolojisi olmak zorunda; paryalaşmaya karşı, onurundan vazgeçmeme duygusu. Çıkış burada. Toplumsal çürüme olarak ifade ettiğimiz burjuva ideolojisinin krizi, anlamsızlık ve ana sıkışma, geleceği tasavvur etmeyi men edecek emek rejimlerine hapsolma getiriyor. Ve bu ayaklanmalar çağında ayaklanmaların devrimci programlarla buluşamaması, sonuna kadar yürüyememesi, kapitalizmde ara yolların daralması nedeniyle isyanların dalgalar şeklinde gelişmesini getiriyor. Orta Doğu’ya, İran’a, Latin Amerika’ya bakıldığında her birkaç yılda yükselen sistem karşıtı kitle hareketli böyledir.

Tarih öznesini çağırmaya devam ediyor. Çürüyen sistem insanlığı ve tüm canlıları ezip parçalarken ütopyalarımızın gelişeceği hatlara kalıcı hasarlar da veriyor, parçalanmış ve alışkanlıkları tamamen bireycileşmiş bir toplumun kuracağı yeni toplum ve toplumsal ilişkilerin taşıyacağı doğum lekeleri yeryüzünün darmadağın edilmiş coğrafyalarında ortaya çıktı bile.

“On yıllardır süren ekokırıma, emperyalist saldırganlığa ve savaş kışkırtıcılığına, içeride ve dışarıda emekçi sınıfların yoksullaştırılmasına ve ‘yeryüzünün lanetlileri’ne yönelik baskılara suç ortaklığı yapan hükümetler ve kurumlarla mı yürüyeceğiz, yoksa sermayenin egemenliğinin yıkıldığı bir gelecek için mücadele etmek üzere emekçi sınıflar ve ezilenler arasında ve onlarla birlikte mi örgütleneceğiz?”

Küresel Kapitalizmin Yok Etme Dürtüsü

Çoklu Kriz 2025*

Çoklu Krizler Çağındaki ‘Tekil İnsanın’ Trajedisi

Çoklu Krizler Çağının Gösterdikleri