Hafta sonu Gördüren Sineması’nda izlediğimiz Cüneyt Arkın’ın ‘Dev Kanı’ filmini, mahallenin ara sokaklarında arkadaşlarla tekrar canlandırıyoruz. Vurdulu kırdılı, kan değil ama salça gövdeyi götürüyor. Kanı, salçayı sulandırarak yapıyoruz. Bol su kullanıyoruz. Mıstık geçen sefer tüm kavanozu getirmişti; annesi yemek yapacak salça bulamayınca hepimiz için unutulmaz bir deneyim olmuştu. O zamanlar orta okula gidiyoruz. Daha “dört artı dört artı dört” isminde bir eğitim sistemimiz yok. Mahallenin kızları bizi izliyor. Nazlı ile Aynur sürekli bana bakıp kıkırdıyor. Kendimden huylandım, Ali’nin yanına gittim.
“Bende bir gariplik mi var?” dedim. O da bir tuhaf baktı bana:
“Deli misin? Üstün başın her tarafın salça, toprak içinde.” dedi. Sadece:
“Haklısın.” diyebildim. Berber Nedim dükkânın önünden bana bağırıyor. Duymazlıktan geliyorum.
“Efe! Efe evladım, baksana bir dakika.” Ne bakacağım sana diyorum içimden ama bizimkiler durur mu onlar daha çok bağırıyor.
“Efe! Nedim abi seni çağırıyor, duymuyor musun?”
“Buyur Nedim abi, ne vardı?”
“Evlat iki dakika dükkâna göz kulak ol. Ben bir su döküp geleyim.” Hah şimdi yandım. Gitti mi iki saate gelmez. Oradan çıkmak bilmiyor. İnanmazsınız tıraş olmak için gelen üç kişinin bekleyip sonra sıkılıp gittiğini biliyorum. Neyse müşteri alıştı artık. Soranlara;
“Su dökmeye gitti.” diyorum.
“Ooooo, üç saate gelmez!” diyerek gidiyorlar. Israrla beklemek isteyenler, gelmeyince kendilerini şu cümleyle dışarı atıyorlar:
“Mübarek benzin tankeri mi boşaltıyor?” Neyse lafı çok uzatmayayım bizim çocuklar birbirine girişirken ben zaman geçsin diye ortalığı topluyorum, arada çocuklara ayar veriyorum. Pat içeriye Nazlı girdi.
“Burası erkek berberi, kızlar Tülay ablaya gidiyor,” dedim. Kıkırdadı elindeki mektubu uzattı.
“Bu ne?” dedim. Elime tutuşturdu. Kıkırdaya kıkırdaya Aynur’un yanına koştu. Koltuğa oturdum. Mektubu açtım. Okumaya başladım. Bir kız bana aşk mektubu yazmıştı… Olacak şey değil, hemen oturup karşı mektup yazdım. Ciddi bir şekilde ona verdim, ertesi gün bana bir mektup daha yazdı. Verirken yine kıkırdıyordu.
“Neden bu kadar ciddi duruyorsun?” dedi.
“Sen neden bu kadar kıkırdıyorsun?” dedim.
“Mutluyum.” dedi.
“Biz Kadir ve Cüneyt abimizden böyle gördük. Aşk ciddi bir iştir.” dedim. Yine kıkırdaya kıkırdaya gitti.
İçimden ‘Deli bu kız!’ dedim.
Lise çağlarımızda gerçekten hepimiz deliydik. Ben kendimi şanslı hissediyordum. Ev, şiir kütüphanesi gibiydi. Öykü, roman okumayı bırakmıştım. Varsa yoksa şiir… Tüm aşk mektuplarının aranan adamıydım. Sevgilisine mektup yazan, soluğu yanımda alıyordu.
“Efe, şu mektuba bir şiir yazar mısın?” cümleleri kulaklarımda çınlıyordu.
Havamdan geçilmiyordu. Bütün şiir alemi benden soruluyordu. Herkesin üstünde o kadar çok hakimiyet kurmuştum ki bensiz tek şiir yazılmıyordu mektuplara, üst sınıflardan gelip şairi doğru mu yazmışım diye icazet alıyorlardı. O kadar yani sayın okur, kendimi kaybetmiştim…
Roni Margulies o sene çıkardığı kitabına “Mağrur Olma Padişahım” ismini vermiş. Ben o kitabı alıp okudum. Tesadüf müydü? Yoksa evren bana bir mesaj mı gönderiyordu? Öğrenmek için çok beklemeyecektim.
Sınıfımıza yeni bir öğrenci geldi. Babası edebiyat öğretmeniymiş, Uşak’tan İzmir’e tayini çıkmış, evleri bizimkinin hemen arkasında okula birkaç gün birlikte gittik/ geldik. İsmi Bahar.
Kafa zehir, edebiyatta bilmediği yok. Gel zaman git zaman sevgili olduk. Ona aşk mektupları yazıyorum. O muhteşem bir mektupla cevap veriyor. İnanmayacaksınız kendimi geliştirmek için Barbara Cartland okuyorum. Ben üç sayfa yazıyorum. O tüm yazdıklarımı iki üç cümlede özetliyor. Bazen bir paragraf yazıyor ona karşılık vermek için atari salonuna gidip kafamı boşaltıyorum.
Bu kız tüm bildiklerimi unutturdu…
Sevgili okur, gençliğin avareliği, vurdumduymazlığı, savrukluğu, adam sendeciliği, bu ilişkiyi de bitirdi. Aslında o dönem âşık olup evlenen kaç kişi vardır ki? Ali, Zeynep, Mustafa, Leyla, Murat, Nazlı… Neyse… Saymaya devam edersem sanırım okulun yarısından çoğunu buraya yazacağım…
Bahar’a, iki gözümün çiçeğine son bir mektup yazdım. Karşılığında sadece bir şiir geldi. Eeeee boşuna dememişler: “Mağrur olma padişahım senden büyük Bahar var.”
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Alt katında uyumayı bir ranzanın
Üst katında çocukluğum…
Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
Limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!
Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
Aşk diyorsunuz ya,
İşte orda durun bayım
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
Kendimin ucunda
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan,
Yırtık ve perişan.
Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!
Bir İzmirliyi, İzmirli şair Didem Madak’ın şiiriyle terk etmek, sanırım bir tek onun aklına gelirdi. Hem de okkalı bir şiirle.
Sevgili okur izin verirseniz bir şiirle gecikmiş bir cevabı buradan vermek istiyorum:
Son zamanlarda daha da sıyrıldım ruhumdan
Yalnız bir kız çocuğunu düşündüm
Hayır kızmadım sana
oturup boş sokaklarda şiirler okudum
sonra tanıdığım şehirde kayboldum
Sen gittin ben kaldım
ben gittim sen kaldın
Şiiri sizde şairi bende kalsın…