16 Temmuz – 9 Ekim 1971 arasındaki yargılama (!) sonunda TCK 146/1’e göre idam cezası verilen Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın cezalarının onanması için 10 Mart 1972’de TBMM oylama yapılmıştı. Oylamaya 450 milletvekilinden 297’si katılmış, 53 “Red/Hayır”, 238 “Kabul/Evet”, 6 “Çekimser” oy çıkmıştı. CHP’nin usulsüzlük gerekçesiyle bu oylamayı Anayasa Mahkemesi’ne götürmesi üzerine Mahkeme iptal kararı vermiş ve TBMM 24 Nisan 1972’de ikinci kez oylama yapmıştı. 450 üyeli Meclis’ten 323 üye oylamaya katıldı, 273 “Kabul/Evet”, 48 “Red/Hayır”, 2 “Çekimser” oy çıktı. Sağ muhafazakârlar için Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın intikamının alınması olarak görülmüştü bu karar. Oylamalar sırasında “üçe üç” lafları dolaşıyordu kulislerde. Nitekim Süleyman Demirel başta olmak üzere pek çok sağ parti üyesi güle oynaya vermişti “evet” oylarını. Ve “Üç Fidan” 6 Mayıs 1972’de idam edildiler. Tam 52 yıldır kanayan bu yara vesilesiyle 1968 Baharı’nın tarihine götürmek istiyorum sizi.
VİETNEM SAVAŞI’NIN ETKİSİ
1950’lerden itibaren Avrupa’da siyasi gündemi işgal eden en önemli olaylardan biri Vietnam Savaşı idi. Fransa sömürgesi olan Vietnam, 1954’te Fransız ordusunun yenilmesinin ardından Güney ve Kuzey (Komünist) Vietnam olarak ikiye bölünmüştü. ABD 1965’te Kuzey Vietnam’a askeri müdahalede bulunmuştu. 1968’e gelindiğinde ABD’nin Vietnam’daki asker sayısı 500 bine ulaşmıştı. Bu durum ABD’de büyük protesto gösterilerine neden oldu. 30 Ocak 1968’de Vietkong ve Kuzey Vietnam Halk Ordusu, Güney Vietnam Ordusu, ABD Silahlı Kuvvetleri ve müttefiklerine karşı sürpriz bir saldırı başlattı. Tet Taarruzu adı verilen bu harekat Vietnam Savaşı’nda büyük bir dönüm noktasıydı. Bu atmosferde 1968’in Mart ayında Nanterre Üniversitesi öğrencileri, Napolyon (1808) döneminden kalma merkeziyetçi üniversite yasalarını değiştirmek için eyleme geçmekle kalmamış aynı zamanda siyasi gündeme ilişkin sözler de etmeye başlamışlardı. Nanterreli gençler 20 Mart’ta Ulusal Vietnam Komitesi (CVN) ile Devrimci Komünist Gençliği (JCR) savaşa karşı ortaklaşa bir protesto eylemi düzenlediler. Bir grup genç de Marksist, cinsel özgürlükçü ve anarşist bir karışımdan oluşan söylemlerle 22 Mart’ta üniversitenin idare binasını işgal etti. Tarihe ‘22 Mart Hareketi’ olarak geçen olayın lideri bugün Avrupa Yeşiller hareketinin liderlerinden Daniel Cohn Bendit idi. Anarşistler Federasyonu’nun üyesi olan Bendit, o zamanlar kızıl olan saçlarından dolayı “Kızıl Danny” olarak anılıyordu…
“NANTERRELİ KUDURMUŞLAR”
Olaylar kısa sürede Nanterre’den 20 km. uzaklıkta olan Paris’e sıçradı. Çünkü Nanterre Üniversitesi’nin Edebiyat Fakültesi Sorbonne Üniversitesi’ne bağlıydı ve Nanterre Rektörü, Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü öğrencisi Daniel Cohn Bendit ve birkaç arkadaşının cezalandırılması için Sorbonne Üniversitesi’ne başvurmuştu. Tarih 29 Nisan 1968’di. Bu başvuruyu haber alan Daniel Kohn Bendit, Sorbonne’un bahçesinde öğrencilere şöyle seslendi: “Sorbonne yeni bir Nanterre olmalıdır!”
2 Mayıs günü Sorbonne’un bahçesi, rektörün deyimiyle “Nanterreli kudurmuşlar” tarafından dolduruldu. Rektör, “Occident” (Batı) adlı sağcı öğrenci grubu ile işgalcilerin çatışacaklarını düşündüğü için polisi üniversiteye davet etti. 3 Mayıs günü polis, “sınavların güvenliğini sağlamak” bahanesiyle üniversiteye girdi ve dört öğrenciyi gözaltına alarak götürdü. Ardından Milli Eğitim Bakanlığı, Sorbonne’u kapattı. Bunlar beklenmedik bir tepki yarattı. O zamana kadar ayaklanmaya katılmamış büyük öğrenci kitlesi “polisle dövüşmek” için ayaklanmaya katıldılar. Aynı şekilde polisin şiddet kullanmasını protesto eden öğretim üyeleri, öğrencilerin yanında yer aldılar. 6 Mayıs’tan itibaren üniversitenin bulunduğu Quartier Latin’de öğrenci polis çatışmaları yaşanıyordu. Bu çatışmaların en önemlisi “Barikatlar Gecesi” denilen 10-11 Mayıs 1968 gecesi yaşandı.
“BARİKATLAR BİR SİMGEDİR”
O geceye tanık olan Komünist Henri Weber şöyle anlatmıştı: “Fransız tarihinde barikatlar hep halk ayaklanmalarının kahramanlıklarına karışmıştır: 1830, 1848 ve [1871] Paris Komünü. Barikat bir simgedir, kralların ve gericilerin ordularına karşı işçilerin, fakirlerin savunusu…”
Bir başka görgü tanığı Troçkist Alan Krivine ise olayın “planlı” olduğunu ileri sürenlere şu cevabı verecekti: “Bu barikatlar genelde spontane (kendiliğinden) bir davranışın sonucu olarak ortaya çıkmış ve yaygınlaşmıştır. (…) Komünist Parti militanları metroya binmeden önce bu eylemlerin bir kışkırtma olduğunu haykırdılar. Bazıları da barikatları dolaştıktan sonra güçlü bir iktidarın karşısında bu tür eylemlerin kıyıma yol açabilecek bir serüven olduğunu ileri sürdüler. (…) Biz ise her şeyin birdenbire olacağına inanıyorduk. Bütün kurumsal yapıya ve siyasal düşüncelere karşı bu olaylarda yaşamın fışkırdığını görüyorduk…”
RUDİ DUTSCHKE’YE SUİKAST GİRİŞİMİ
11 Mayıs 1968 Perşembe günü, Berlin’de yaşanan bir olay tansiyonu iyice artırdı. 23 yaşındaki Münihli badanacı Josef Bachmann kendi ifadesine göre “öteden beri komünistlerden nefret ettiği için”, Alman sosyalist öğrencilerinin ideoloğu Rudi Dutschke’ye öldürmek kastıyla üç el ateş etti. Rudi ağır yaralı olarak kurtulmuştu ancak olay sadece gerçekleştiği Berlin’de değil, Almanya’nın ve Avrupa’nın önemli üniversite şehirlerinde büyük yankı buldu. Elbette en büyük etkiyi Paris’te yaptı.
Bu yaşananları, Monte Carlo, Luxemburg ve Europe 1 adlı radyoların sürekli vermesi, konunun kamuya mal edilmesinde önemli rol oynadı. Öyle ki radyo, haber almanın en önemli aracı hâline gelmişti. Radyonun önü açmasıyla, televizyonlar ve gazeteler de olaylara daha çok yer ayırmaya başladılar. O güne kadar olayları izlemekle yetinen kamuoyunun büyük bir kesimi öğrencileri desteklemeye başladı.
Peki öğrenciler ne istiyorlardı? Aslında kafalar karışıktı. Bunun ipuçları duvar yazılarında görülebilir: “Devrim uğruna kurban olmak zorunlu olduğu anda yok olur!”, “Ne tanrıları isterim ne de efendileri!”, “Kahrolsun açlıktan ölmeyeceğimizi garanti edip sıkıntıdan öldüren dünya!”, “Asla çalışma!”, “Merhametsiz ol!”, “Savaşma seviş!”, “Devrim silahların eseri olacaktır!” “İmkansızı iste mümkün olanı yap.”
Çoğu birbiriyle çelişkili bu sloganların ima ettiği gibi asıl gerçek, gençlerin “ne istemediklerini” bilmelerine rağmen, “ne istediklerini” tam olarak bilmemesiydi. Nitekim Cohn Bendit “Önce bir kımıldayalım, hareketin teorisini sonra yaparız.” demişti 17 Mayıs günü, Paris Match muhabirine. “Peki ‘kımıldamak’ ne demek, karışıklık çıkarmak mı? Rejimi ve düzeni sarsmak, anarşi yaratmak mı?” diye soranlara cevabını ise bir gün önce L’Aurore muhabirine verdiği mülakatta okumak mümkündü: “Bu bir dev-rim-dir!”
PEKİ, BU BİR DEVRİM MİYDİ?
Buna cevap vermeden önce duvarları süsleyen sloganlardan birine daha göz atalım. Bu slogan “10 yıl yeter!” idi. 13 Mayıs’ta uzun bir aradan sonra iktidara davet edilişinin 10. yılını kutlayacak olan Başkan Charles De Gaulle’e bir göndermeydi bu. Cezayir Savaşı sarpa sarınca, bu arada Uzakdoğu Asya’daki Fransız politikaları da çökünce, Fransa çareyi, İkinci Dünya Savaşı’nın kahraman generali De Gaulle’ü göreve çağırmakta bulmuştu. 2 Haziran 1958’de, altı aylık bir dönem için kendisine sınırsız yetkiler verilmesi ve yeni bir anayasa yapılması kaydıyla “ulusun başına geçmeyi” kabul eden De Gaulle, kronikleşen Cezayir Savaşı’nı bitirmekle kalmamış, Fransa’nın denizaşırı sömürgelerinin bağımsızlığı ile sonuçlanacak cesur kararlar almıştı. Altı aylığına geldiği iktidarı bırakmamış, aradan geçen 10 yıl içinde totaliter yöntemlerle siyaseti biçimlendirmiş, ekonomik modernizme ağırlık vermiş ancak kültürel modernizmi ihmal etmişti. Sonuç olarak De Gaulle yönetimi bütün kesimlerde büyük bıkkınlık yaratmıştı.
9 MİLYON İŞÇİ GENEL GREVDE
12 Mayıs’ta çeşitli öğrenci, öğretim üyesi ve işçi temsilcileri “Gaullist” rejimi protesto etmek için ortak bir gösteri çağrısı yaptı. Bunu takip eden altı gün içinde bütün Fransa’da 9 milyon işçi (ezici çoğunluğu endüstri işçisi, azı tarım işçisiydi) greve gitti. İşyerleri işgal edildi, hayat felce uğratıldı. O güne kadar temel talepleri üniversiteden ve Quartier Latin’den polisin çıkması ve tutuklu öğrencilerin serbest bırakılması olan ‘öğrenci hareketi’nin, toplumsal ve siyasi bir sıçrama yapması anlamına geliyordu bu grev. Ancak işçiler, eylemin öncüsü değil artçısı olduklarından kendi özgün taleplerini dile getiren sloganları da üretmekte başarılı olamadılar. Büyük yürüyüş kollarında “İşçi iktidara”, “Halka hizmet!”, “İşçileri destekle!” türünden sloganlar tek tüktü. Aynı şekilde “Kahrolsun Amerikan emperyalizmi, “Vietnam’da zafer” gibi enternasyonalist sloganlar da az sayıdaydı. Öğrenciler işçi sınıfıyla kaynaşmak için heyecan içinde fabrikalara koşmuşlardı. Başlangıçta bütün kapılar onlara açıktı. Ancak birkaç gün sonra kapılar kapandı. Yine de öğrenciler polisin fabrikalara müdahalesine karşı aktif şekilde durdular. Öyle ki bir öğrenci Flins-sur-Seine’de boğularak öldü. Sochaux’da iki işçi mavzer ateşiyle öldürüldü. Bu arada birkaç polis de öldü.
Daniel Cohn Bendit’in daha sonra açıkladığına göre işçileri öğrencilerin arkasından sürüklemek kolay olmamıştı. İşçiler önce, öğrencilerin kendileriyle temas kurmak istemesine şüpheyle bakmışlardı. “Bu anasının kuzuları neden gelip bizim canımızı sıkıyorlar ki?” demişlerdi. Fakat polisin öğrencilere karşı sert tutumu, bu güvensizliği aşmalarına yardımcı olmuştu. İlk işçi desteği Nantes’teki Sud Aviation fabrikasındaki işçilerden gelmişti. Ancak ilginçti, sendika yönetimleri ve Fransa Komünist Partisi işçilerin öğrencilerle dayanışmaya girmesine karşı çıkmıştı. Hatta parti Cohn Bendit’i “Alman anarşisti” olarak yaftalamış, eylemlere katılanların “yüksek burjuvazinin çocukları” olduğu, “babalarının firmalarında işe başlayıp da sömürüye devam ettikleri anda devrim ateşini unutacakları”nı iddia etmişti. Bu arada bazı çevrelerden Bendit’in Alman Yahudisi olması bile karalama gerekçesi yapılmıştı. Nitekim o günden sonra duvarlarda boy gösteren sloganlardan biri şuydu: “Hepimiz Alman Yahudisiyiz.” Ancak aleyhte kampanya devam edecek ve Bendit, 22 Mayıs’ta “fitne çıkaran yabancı” olduğu gerekçesiyle sınır dışı edilecekti.
QUARTIER LATİN ÇARPIŞMALARI
13 Mayıs gecesi öğrenciler Quartier Latin’i işgal ettiler, meydanı halka açtılar. Ardından Fransa’daki bütün üniversiteler, işgal ve boykot kararı aldılar. Bu dönemde her isteyen üniversitelere rahatça giriyordu. Dolayısıyla öğrencilerin arasına karınlarını doyuracak, yatacak yer arayan evsizler, lümpenler, hatta Fransa sömürgesi Katanga’da paralı askerlik yaptıklarını, şimdi bu becerilerini eylemcileri sağcılara karşı korumak için kullanacaklarını iddia eden tipler bile karıştı. Kısa süre sonra Polisin Sorbonne’dan çekildiği ve tutuklu dört öğrencinin serbest bırakıldığı haberi geldi. Bu, gençler arasında büyük bir zafer havası estirdi. Sorbonne’da öğrencilerin kızıl bayrağı dalgalanmaya başladı.
Bu tarihten itibaren sendikal alanda bazı kazanımlar kalıcı hâle gelirken asıl değişim okullarda yaşandı. Gri bluzlar, öğretmen sınıfa geldiğinde ayağa kalkmalar sona erdi. Derslerde ateşli tartışmalar yapıldı. Saça, sakala kimse karışmamaya başladı. Doğum kontrol hapının da yaygınlaşmasıyla cinsel ilişkilerde tepkisel bir serbestlik dönemi başladı.
Başkan De Gaulle 24 Mayıs’ta krizin çözüm yolunun referandum olduğunu açıkladı fakat 30 Mayıs’ta bundan vazgeçip seçimlere gideceğini açıkladı. O gün, Gaullistler ve sağcıların gövde gösterisine sahne oldu. Haziran ayında yapılan seçimleri De Gaulle kazandı. Ama bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı.
BİR YUNAN PİYESİ GİBİ
Kürşat Bumin’in bir tarihçiden naklettiği gibi “bir Yunan piyesinin aksiyonunda, zamanda ve mekÂnda birlik ilkesine uygun olarak, Paris’te bütün dünyanın ve De Gaulle iktidarının şaşkın bakışları altında başlayan ve sona eren” olaylar “refah ve tüketim” toplumlarında çıkmıştı, olaylara katılanlar, herkesin gıptayla baktığı seçkin öğrencilerdi. Yani bu gençlerin (Edgar Morin’in deyimiyle “yaş sınıfı” nın) kendileri için bir şey istemeye ihtiyaçları yoktu. Hareketin ilk özelliği “humaniter-insancı” olmasıydı. Ana düsturları “insanlar daha iyi, daha rahat, daha mutlu yaşama hakkına sahiptir” olarak özetlenebilirdi. İkinci özelliği her türlü otoriteye karşı olmasıydı. Karşı çıkılan otorite devlet, partiler, sendikalar gibi hem siyasi idi hem yaşam tarzı, tüketim kalıpları, cinsel kısıtlamalar gibi kültürel idi. ‘Otoriteye karşı’lıkta o kadar ileri gidilmişti ki bazı kesimlerce “anarşistler” diye yaftalanmışlardı. Üçüncü özelliği bütün bunların toplamı olarak “özgürlükçü” olmalarıydı. Ancak “1968”, ne ABD’de ne Almanya’da ne İtalya’da ne de dünyanın bir başka yerinde Fransa’da doğurduğu soruları doğurmamıştı.
DEVRİM Mİ, BAŞKALDIRI MI?
İleriki yıllarda Mark Kurlansky 1968 olaylarının arkasındaki dinamikleri şöyle özetlemişti: “O dönemde çok yeni ve orijinal olan yurttaşlık hareketi örneği; kendisini çok farklı ve yabancılaşmış hissettiğinden ve her türlü otoriteyi reddeden bir kuşak; bütün dünyada büyük bir nefretle karşılandığından dolayı, kendine bir ülkü arayan bütün asilere bir ülkü sunan bir savaş [Vietnam Savaşı] ve bütün bunların, televizyonun rüştünü kazandığı fakat yine de bugünkü gibi damıtıldığı ve ambalajlandığı hâline ulaşamadığı bir zamanda meydana gelmesi…”
17 Mayıs 1968 günü olaylarını “devrim” olarak tanımlayan Daniel Cohn Bendit, daha sonra “başkaldırı” terimini kullandı. Fransız sosyolog ve filozof Gilles Lipotvetsky, Mayıs 1968’in toplumsal çatışma alanındaki örf ve adetleri yumuşatma sürecini yerleştiren “yumuşak bir devrim’ olarak tanımladı. Ona göre okulların, partilerin, sendikaların ve tüm bürokratik kurumların teşhiri, hoşgörülü ve barışçıl davranış kalıplarının yüceltilmesi bireysel demokrasinin ivme kazanmasına neden olmuştu ve “siyasi olanla varoluşal olan, özelle kamu, ideolojikle şiirsel, ortak mücadeleyle zevk, devrimle mizah artık birbirine ayrılmaz biçimde bağlanmıştı.” Bugün bazı yazarlar Paris 1968’i “yarım kalmış bir devrim” olarak niteliyor.
PEKİ TÜRKİYE’YE NASIL YANSIDI 1968 DALGASI?
Başlığı şöyle de değiştirebiliriz: Peki 1968 Türkiye’de yaşandı mı? Bu soruya biraz uzun yoldan cevap vermeye çalışacağım.
Batıda 18. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan nüfus patlaması 1950’lerde yaşanmıştı. Köylerden kasabalara ve şehirlere akın vardı ama şehirleşme oranı hâlâ çok düşüktü. Az gelişmiş diye tanımlanacak bir sosyo-ekonomik ve buna tekabül eden bir siyasi yapı hakimdi. CHP’nin güç bela DP’ye devrettiği iktidarı ordu eliyle geri alması, bir anlamda üniversite gençliği eliyle olmuştu. 28 Nisan 1960 sabahı, CHP’nin gençlik kolları İstanbul Üniversitesi’nde toplanmıştı. “İhtilâlin fişeği” olarak adlandırılan bu olayları kışkırtanların başında 6-7 Eylül 1955 pogromu sırasında da görev başında olan Orhan Birgit vardı
27 MAYIS DARBESİ VE GENÇLİK
“Kahrolsun diktatörler!”, “Hürriyet isteriz!” sloganlarıyla başlayan olaylar sırasında öğrenciler dağılmayınca polis ateş açtı, seken bir kurşun Ziraat Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz’in ölümüne neden olmuştu. 30 Nisan’da lise öğrencisi Nedim Özpulat bir tankın altında kalarak hayatını kaybetti. İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıdık Sami Onar’ın başına abartılı bir sargı sararak kalabalığın karşısına çıkmasıyla olaylar iyice çığırından çıktı. Polis kontrolü sağlayamayınca, ordudan yardım istendi. Öğrenciler kendilerine müdahale eden birliklere “Türk Ordusu çok yaşa!” sloganlarıyla karşılık verdiler. Sloganlar bir anda “Ordu-Gençlik el ele” sloganına dönüştü. Olayların önünü alamayacağını anlayan hükümet sıkıyönetim ilan etti. 29 Nisan’da Ankara’da benzer olaylar yaşandı, orada da sıkıyönetim ilan edildi. Böylece, epeydir pişirilen yemeğin sofraya konmasına bir adım daha yaklaşılmış oluyordu.
Harbiyelilerin ve üniversite öğrencilerinin kulaktan kulağa saydıkları “555 K” şifresiyle, 5. ayın 5. günü, saat 5’te Kızılay’da toplananlar, Menderes’i tartakladılar. Şevket Süreyya Aydemir’in iddiasına göre, o gün Menderes, Bayar’a istifasını sunmuş, ancak Bayar’ın bunu kabul etmediği gibi Menderes’e “Kızılay’a git ve ateş emri ver” demişti.
11 Mayıs’ta Meclis tatile girdikten sonra, halkı harekete geçirerek pozisyonunu güçlendirmeyi uman Menderes, Ege gezisine çıktı ve 15 Mayıs’ta İzmir’de seçim hazırlıklarının başladığını ilan etti. Ancak, itinayla kotarılan darbeyi önlemesi artık çok zordu. Nitekim 18 Mayıs’ta Harbiye öğrencileri Harbiye Marşı’nı söyleyerek Sıhhiye’ye kadar halkın alkışları arasında yürürken atlı polisler olaylara müdahale etmemek için ara sokaklara saklanıyorlardı. 21 Mayıs’ta Hindistan Başbakanı Nehru’nun ziyareti sırasında Harbiyeliler yollara inzibat gibi dizilerek gösteri yaptılar. 25 Mayıs’ta Eskişehir’de, kendisini karşılayan askerî birliğin, elini sıkmak yerine arkalarını dönmesiyle durumun vahametini anlamış olduğu tahmin edilen Menderes, o geceki yemekte üniversite hocalarından “kara cübbeliler” diye bahseden ünlü konuşmasını yaptı. 26 Mayıs’ta Tahkikat Komisyonu’nun ilga edileceğini açıkladı ama faydası yoktu. Sonunda “beklenen ihtilal” gerçekleşti ve 26 Mayıs’ı 27 Mayıs’a bağlayan gece saat 03:00’te silahlı kuvvetler yönetime el koydu.
YENİDEN KUVA-YI MİLLİYECİLİK
Yeni dönemde yeniden Kuva-yı Milliye ruhu ile canlanmıştı ülkenin genç aydınları. DP’nin başarısız bulunan liberal kalkınma iktisadının yerini planlı kalkınma alıyordu. Planlama ise teknokratlarıyla ikinci bir iktidar odağı oluyordu Ankara’da. Raul Prebish’in “Dependencia/Bağımlılık” teorisi bu kadrolar arasında bolca taraftar buluyordu. Türk aydını “tam bağımsız Türkiye’nin peşine düşüyordu. Yabancı sermayeye hayır sloganları atılıyordu her yerde.
1961 yılında Türkiye İşçi Partisi (TİP) bu ortamda doğdu. 1962’de kurucular, Mehmet Ali Aybar, Sadun Aren, Behice Boran, Adnan Cemgil gibi aydınları partiye davet ettiklerinde Türkiye siyasi tarihinde yeni bir sayfa açılmıştı. TİP’in kurulduğu dönemde, görece demokratik nitelikli 1961 Anayasası’na rağmen, Türkiye’de, hâlâ devletin ve rejimin çıkarlarını ön planda tutan, bireyin ve toplumun haklarını önemsemeyen bir siyasal yapı egemendi. Rejim ve onun yönlendirdiği halk kitleleri sosyalizme ve sosyalist sisteme karşı düşmanca bir tutum içindeydi. Ülkede düşünce ve örgütlenme özgürlüğü çok sınırlıydı. Her türlü demokratik hak talebi komünistlik ya da bölücülük sayılmaktaydı. Dış koşullar da kötüydü. Dünya, karşıt iki kampa bölünmüştü. Türkiye siyasal iktidarlar yoluyla, NATO üyesi olarak Batı Bloku’na angaje olmuş ve bu kampın başını çeken ABD’nin Sosyalist Blok’a karşı yürüttüğü mücadeleyle uyumlu şekilde, komünizm karşıtlığını her türlü sola karşı bir düşmanlık politikası biçiminde sürdürmekteydi.
MDD: ASKER-SİVİL-AYDIN EL ELE
1965 seçimleri sonrasında TİP’in parlamentoya girişinin ardından Doğan Avcıoğlu’nun 1961’de yayımlamaya başladığı Yön’de başlayan, Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli’nin başını çektiği TİP Tartışmaları oldukça ses getirmiş ve TİP içinden bir muhalefetin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştı. Mihri Belli’nin 1965’te Yön dergisinde, E. Tüfekçi imzasıyla yazdığı, sonradan Türk Solu dergisinin eki olarak sunulan “Milli Demokratik Devrim” broşürü, hareketin TİP’e karşı muhalefetinin genel esaslarını ortaya koyuyordu.
Milli Demokratik Devrim (MDD) hareketi için devrim denen şey modern anlamıyla bujuvazinin feodaliteyi tasfiye edip milli demokratik bir rejim kurması ve bu rejimin işçi sınıfı eliyle sosyalist devrime evrilmesiydi. Ama MDD’cilere göre Mustafa Kemal’in başlattığı milli demokratik devrim emperyalizm beslemesi burjuvazi tarafından kesintiye uğratılmıştı ve feodal kalıntılar ayakta kalmıştı. Yani sosyalist sisteme götürecek bir işçi sınıfı da yoktu. O zaman ne yapmak lazımdı? Küçük burjuvazinin milli kesimlerinden, ilerici aydınlardan “devrimci” gençlerden ve “zinde kuvvetlerden” bir cephe oluşturmak lazımdı. Zinde kuvvetler de ordudaki genç subaylardı elbette.
6. FİLO’YA HAYIR!
Ancak bu fikriyat hemen hakim olmadı. Gençler hâlâ kendi güçlerine güveniyorlardı öncelikle. Nitekim 22 Mayıs 1966’da Amerikan Haberler Merkezi’ne kimliği bilinmeyen kişilerce patlayıcı madde atıldı ancak zarar gören kimse olmadı. Kamuoyunun baskısı üzerine hükümet, 10 Mayıs 1967 tarihinden itibaren Türkiye’ye girecek ve çıkacak Amerikan personeli ve malzemelerinin Türk gümrük ve emniyet makamları tarafından kontrol edilmesi kararını aldı. 24 Haziran 1967’de İstanbul’da dört bin üniversite öğrencisi 6. Filo’nun gelişini protesto etti. Bu ilk ‘Yankee Go Home’ (Amerikalı evine defol) yürüyüşüydü. Bunu 4 Ekim 1967’de İzmirli öğrencilerin 6. Filo’yu protesto etmesi izledi.
İlişkiler o kadar kötüleşmişti ki, 23 Kasım 1967’de Johnson’ın Kıbrıs için atadığı özel temsilci Cyrus Vance, halkın alanı işgal etmesi üzerine Ankara Esenboğa Havalimanı yerine askeri alana inebildi. Aynı gün başkentteki Amerikan Haberler Merkezi (AP) taşlandı ve camları kırıldı. ABD, tepkilerden yılmadı ve “Kıbrıs’a herhangi bir müdahalede NATO’ya ait silah ve teçhizat kullanamazsınız.” hatırlatmasını yaptı.
VEDAT DEMİRCİOĞLU’NUN ÖLÜMÜ
Üniversite gençliğinin bir devrimci güç olarak sahneye çıkmasındaki en önemli örgütlenme olan ve 1967’de kurulan Fikir Kulüpleri Federasyonu’na (FKF) başlangıçta TİP’li gençler egemen olmuşlardı. TİP içinde özellikle MDD eğilimlilerin “orduyu, tarafsız bir güç olarak durumu el koymaya itmek için” polisle çatışmayı yoğunlaştırma, radikalleşme arayısı TİP’li FKF’lileri tedirgin etmişti. 1968 yılı, üniversite işgallerinin, boykotların ve ABD aleyhtarı eylemlerin en yoğun yaşandığı yıl oldu. İstanbul’da 12 Haziran 1968 günü başlayan İstanbul Üniversitesi işgalini, 17 Temmuz 1968’de, Dolmabahçe’ye demirleyen Altıncı Filo’yu protesto için yapılan şiddetli gösteri izledi. Taş ve sopaların kullanıldığı gösteride 35 kişi yaralanırken, polis tarafından İTÜ Gümüşsuyu Yurdu’nun penceresinden atılan Vedat Demircioğlu birkaç gün sonra hayatını kaybetti. Dolmabahçe’de ise Amerikan askerlerini kovalayan göstericiler askerleri adeta denize döktüler. İlginçtir, bugünlerde en sert Amerikan düşmanı olan İslamcı kesimden öğrenciler, bu olayda polise yandaşlık etmişti. Çünkü o günlerde esas düşmanları, “dinsiz-imansız” komünistlerdi. 6 Ocak 1969’da ODTÜ’den bir grup öğrenci ABD Büyükelçisi Komer’in arabasını yaktı. 10 Şubat 1969’da 6. Filo’nun tekrar İstanbul’a gelmesi üzerine gençlerle polis arasında günlerce çatışmalar yaşandı.
TİP İÇİN SONUN BAŞLANGICI
Bu olaylar sırasında FKF içinde tarafların karşılıklı “pasifistlik, TİP oportünizmi” ve “provokasyon eğilimli olmak” suçlamalarıyla devam eden süreç, özünde sosyalist devrim-milli demokratik devrim eksenindeki ayrışmaların başlangıç noktası olarak adlandırılabilir. Gençlik hareketindeki radikalleşmenin yoğunlaşması, TİP’in gençlik hareketiyle birleşememesi ve radikalizmden uzak durmayı tercih etmesiyle birleşerek, TİP’teki kopuşları hızlandırdı. 1966 TİP Malatya Kongresi’nden sonra bazı MDD’cilerin, TİP’ten ihraç edilmeleri, MDD’nin ayrı bir hareket olarak devam etmesini sağladı. Yön kapandıktan 5 ay kadar sonra Kasım 1967’de MDD’nin yayın organı Türk Solu; Kasım 1968’den itibaren ise teorik yanı ağır basan Aydınlık dergisi yayımlanmaya başladı. 27 Mart 1968’de Mihri Belli önderliğinde hareketin saflarında birliği öngören ve CHP’nin bir kanadından Hikmet Kıvılcımlı’ya pek çok kesimi kapsayan Devrimciler Güçbirligi (Dev-Güç) kuruldu. Ancak Dev-Güç istenilen etkiyi yaratamayıp dağıldı. MDD’cilerin 1969’da Fikir Kulüpleri Federasyonu yönetimini ele geçirmeleri ve adının Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu olarak kısaca Dev-Genç’e dönüşmesi, TİP’lilerin ayrılmalarıyla ve kendi örgütleri Sosyalist Gençlik Örgütü’nü (SGÖ) kurmalarıyla sonuçlanmıştı.
TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar yıllar sonra “1968’in TİP için sonun başlangıcı olabileceğini kim tahmin edebilirdi?” diye sormuştu. Neydi, TİP’in sonunun geldiğinin işaretleri? TİP’in 9 Kasım 1968’de toplanan III. Kongresi’nde “Beşler” adına yapılan konuşmalarda Batı’daki 68’in esamesinin bile okunmamasıydı. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil, İbrahim Kaypakkaya gibi kültleşmiş isimlerin ve onların etrafında kümelenmiş grupların Moskovacı, Çinci, Arnavutçu gibi kod adları da olan, kimi teori ve pratiğe ilişkin, kimi retorik düzeydeki ayrımlarla şekillenen Türkiye 1968’inin ana damarını Küba’daki Che Guevera, Nikaragua’daki Sandinista ve Meksika’daki Zapatista hareketlerinden esinlendiği anlaşılan “kent veya kır gerillası” temelinde “silahlı mücadele” oluşturdu.
SOL İHTİLAL BEKLERKEN SAĞ DARBEYE MARUZ KALMAK
Ancak gerilla mücadelesini dahi (halkı da içine katmayı hedeflediği için) romantik bulanlar vardı. 1969’da yayın hayatına başlayan Devrim dergisi etrafında toplanan MDD’ciler kabaca bir ihtilalle iktidarı ele geçirdikten sonra “işçi, köylü ve aydının en bilinçli unsurlarını sinesinde toplayan devrimci bir parti kurmayı” amaçlıyorlardı. Ancak “evdeki hesap çarşıya uymadı” ve 9 Mart 1971’de MDD’ciler dönemin siyasi partilerinin demokrasi anlayışının bir oyalamaca olduğunu ileri sürerek orduyu iktidara el koymaya ikna etmeye çalışırken darbecilerin arasına sızmış olan MİT elemanları (örneğin Mahir Kaynak) tarafından girişim Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a ihbar edilince Tağmaç olaya el koydu ve “bir şey yapılacaksa bunun emir-komuta zinciri içinde yapılmasına” karar verdi. Sonuç 12 Mart 1971 günü, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları’nın imzasıyla Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a hükümeti istifaya zorlamasını isteyen sağcı bir muhtıra verilmesi oldu. Ardından CHP’li Nihat Erim’e kurdurulan hükümet eliyle gençliğin tepesine Balyoz gibi indi darbeciler. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’ın idamlarıyla biten süreç işte böyle tarihsel bir arka plana sahipti. Ve bu tarihsel arka plan, Fransa 1968’i ile Türkiye 1968’i arasında en azından sonu itibariyle neredeyse hiç benzerlik olmadığını düşündürüyor bana.
BİTİRİRKEN
Nitekim, Kürşat Bumin bir yazısında “Evet, ‘68’ bizler için Batı’dakilerden bambaşka şeyleri ‘keşfettiğimiz’ bir yıl oldu. Onlar Stalinizme en ağır darbeyi vururken, bizler ‘Parti’nin ne yüce bir kurum olduğunu yeni anlamaya başlıyorduk. Batı’da Leninizmin defteri kapatılırken, bizler ‘Ne Yapmalı?’nın cevabını el kitaplarında arıyorduk. ‘68’ Ağustos’unda Çekoslovakya’nın işgali Sovyet totalitarizmini suç üstü yalnız bırakırken, bizler bu ‘müdahale’yi anlamlı kılmanın yollarını arıyorduk.” diye özetleyecekti farkları. Ben bunlara üç “fark” daha ekleyebilirim.
Türkiye 1968’inde, gençlikle işçi sınıfının buluşması çok nadir ve yüzeysel oldu.
Türkiye 1968’i aynen Fransa 1968’i gibi üniversite öğrencilerince başlatılmıştı ancak Fransa’da nüfusun yüzde 10’u üniversite öğrencisi; bunların da yarıya yakını kadın olduğu hâlde, Türkiye’de nüfusun yüzde 6,5’unun üniversite öğrencisi ve bunun da sadece yüzde 20’si kadındı. Hem nüfus bileşimi itibariyle, hem de seçilen yöntemler yüzünden, en azından lider kadroları itibariyle “erkek egemen”di. Eylemlere her düzeyde, erkeklerle eşit şartlarda katılan, baskı, işkence, hapislik söz konusu olduğunda erkeklerle aynı payı alan kadının kurtuluşunun sosyalist devrimde olacağı önermesi ise feminist dalganın uzunca süre önünü kesti.
Türkiye 1968’i, sol seçenek üzerine düşünen, eyleyen gençliğin yanısıra, ABD, NATO, CIA ve onların yerli işbirlikçileri tarafından Ülkü Ocakları’nda, komando kamplarında örgütlenen, “sağcı”, “milliyetçi-muhafazakâr” bir gençlik ile de karakterize oldu…
1968’den Günümüze: Yerel Seçimlerde Milli Görüş, Sol ve Kürt Partileri
1946’dan 1963’e: Çok Partili ve Darbeli Yıllarda Yerel Seçimler