16/17. yüzyılda yaşamış, hicivleriyle (taşlama) tanınan Divan şairi Nef’î’ye atfedilen meşhur dizeler şöyledir: “Tahir Efendi bana kelb demiş / İltifatı bu sözde zahirdir / Maliki mezhebim benim zira / İtikadımca kelb tahirdir.”
Divan edebiyatında “Bir sözü birden fazla anlama gelecek biçimde kullanarak amacı gizleme” anlamına gelen tevriye sanatını kullanan Nef’î’nin kendisine sataşan Müftü Tahir Efendi’ye cevaben yaptığı sözcük oyununu anlamak için Arapça tahir kelimesinin “temiz”, kelb’in “köpek” olduğunu, Maliki mezhebine göre köpeğin temiz bir hayvan (yani “abdest bozmayan”) sayıldığını bilmek yetiyor.
Hicivlerini Siham-ı Kaza (Kaza Okları) adlı eserinde toplayan Nef’î’nin bir de her beytin sonuna hakaret anlamına “a köpek” ibaresini koyduğu kasidesi var. Asıl adı Ömer olan, ilk mahlası Zarr yani “zararlı” olan, “yararlı” anlamına gelen Nef’î mahlasını Gelibolulu Mustafa Ali’nin verdiği keskin dilli şairin sonunu, çocukluğundan beri hamiliğini yapan IV. Murad’ın sadrazamı Bayram Paşa için yazdığı hiciv getirmişti. Nef’î 1635 yılında yağlı kementle sarayın odunluğunda boğulduktan sonra cesedi denize atılmıştı.
FETİH ORDULARIYLA MI GELDİLER?
Şimdi biraz geriye gidelim. İstanbul’un köpeklerinin Bizans’tan miras kalması akla gayet yatkındır ancak halk inanışında köpeklerin II. Mehmed’in ordularıyla birlikte şehre geldiği düşüncesi yaygındır. Belki de birazdan anlatacağım hikâyedeki insancıl boyutun kökleri bu inanışta yatar. Osmanlı kaynakları 1453’teki Fetih’ten sonra Eflak’tan “Fatih” Sultan Mehmed’e birkaç tazı, zağar ile birlikte birkaç sekson gönderilmesinin ardından padişah; “Onları beslemeye başka bir oda olsa” buyurduğunu ve bunun üzerine Yeniçeri Ocağı’na bağlık seksoncu ortasının kurulduğunu anlatır.
Kaynaklarda sekson, sakson veya samson diye geçen bu saldırgan iri köpeklerin anavatanının adlarından kalkarak Saksonya olduğu söylenir. Ancak şehirde “cins olmayan” köpeklerin çok sayıda olduğu, bunların giderek çoğalmasından sonra da ilk köpek “itlafı”nın yani toplu öldürmenin “Kanuni” Sultan (I.) Süleyman’ın (hd 1520-1566) kayınbiraderi ve sadrazamı Lütfi Paşa tarafından Şam’da yapılmasından anlıyoruz. İlk köpek tehcirini (sürgününü) ise I. Ahmed’in (hd 1603-1617) sadrazamı Nasuh Paşa başkentin Suriçi bölgesindeki köpekleri Üsküdar’a atarak gerçekleştirmişti. Yani hakim sınıfların köpeklere yönelik düşmanlığı, bazılarının dediği gibi bir modernleşme hastalığı değildi, kökleri klasik dönemlere kadar gidiyordu.
KÖPEKLERE EVLER YASAK, AMA…
Yine de savaşı köpeklerin ve onlara şu veya bu biçimde ihtiyacı olan, onlara kol kanat geren ahali kazanmış olmalı, çünkü 1665’te İstanbul’u ziyaret eden Fransız seyyah Jean de Thévenot, şehir halkının köpekleri nasıl koruduğunu, hatta bazı zenginlerin ölümlerinden sonra köpeklerin bakımı için kaynak bıraktığını övgüyle anlatmıştı:
“Türkler evlerinde hiç köpek barındırmazlar, onları sokaklara salarlar. Köpekler de çeşitli semtlerde ikamet ederler, kendi mahallelerine o kadar aşinadırlar ki onun dışına hiçbir zaman çıkmazlar. Ve eğer kendi sokaklarından bir diğerine gidecek olsalar, gittikleri sokakların köpekleri onları istilacı addedip öldürür. (…) Türklerin bazıları ölürken haftada şu kadar defa şu kadar köpeğe ve şu kadar kediye yiyecek verilmek üzere birçok iratlar bırakırlar yahut bu hayrın işlenmesini temin için fırıncılarla kasaplara para verirler ve onlar da bu gibi vasiyetleri büyük bir sadakatle ve hatta dindar bir dirayetle yerine getirirler. Onun için her gün et taşıyan birtakım kimselerin vakıf şartına göre ya köpekleri veya kedileri çağırıp etraflarına toplanan hayvanlara et parçaları atışları görülecek şeydir. Bunlar bizim nazarımızda çok gülünç olmakla berber onlarca öyle değildir.”
Köpek taifesinin durumu 1701’de şehri ziyaret eden Fransız botanikçisi P. de Tournefort’u da öyle etkilemişti ki bu bilim insanı bitkileri bırakıp bir süre köpekleri gözleyecekti. Yazar notlarında sırf köpeklere verilmek üzere et satan satıcılarından, köpeklerin yaralarını saran, yatmaları için altlarına saman koyan, barınabilmeleri için küçük yuvalar yapan şehir sakinlerinden övgüyle söz etmişti. Ancak satır aralarındaki bazı ifadelerden anlaşıldığına göre yazar “Türklerin tüm iyilikseverliklerine rağmen köpeklerden nefret ettikleri” kanısındaydı.
MANCACI ESNAFI
Turnefort’dan yaklaşık bir asır sonra, 1789 Fransız İhtilali’nden sonra yeni hükümet tarafından diplomatik misyonla İstanbul’a gönderilen Guillaume-Antoine Olivier 1793 İstanbul köpeklerine halkın bakışını şöyle çizmişti:
“Müslümanlar köpekleri murdar saymalarına, onlara el sürmek veya evlerine almaktan kat’i surette kaçınmalarına rağmen çoğalmalarına engel olmayı hiç düşünmezler. Köpeklerin bir faydası da sokağa atılan çöplerin, süprüntülerin temizlenmesine yardımcı olmalarıdır. Sokaklarda uzun bir sırık üzerine dizilmiş ciğer, yürek gibi sakatatlar taşıyan adamların dolaştığı görülür. Mahallenin köpeklerini sevindirmek isteyen zenginler bunları çok ucuza satın alıp köpeklere verirler. Dişi köpeklerin ve yavrularının barınmaları için evlerinin kapısında küçük kulubeler yaptıranlar, içini samamlar döşeyenler, her gün ekmek ve et verenler de yok değildir. O kadar ki, bazılarının öldüklerinde belirli sayıda köpeğin beslenmesi için para vasiyet ettikleri de olur.”
İki seyyahın da sözünü ettiği “uzun sırıklı sakatatçılar”, “mancacı” diye anılan özel bir esnaf gurubunun üyeleriydi. Adları, İtalyancada “yemek” fiili olan “mangiare”den türemiş olan bu meslek erbabı, hem çöpe atılacak etlerin israf olmasına engel olur hem de sokak hayvanlarını doyururlardı. Özellikle sokaklarda “işkembe, kelle, ayak, paça, mançaaa!”diye bağırırarak gezen mancacılar, 1800’lü yıllarda şehri ziyaret eden tüm seyyahların büyük ilgisini çekecekti.
Payitahtın “Müslüman” ahalisinin köpekler konusundaki bu ikili tavrı nihai olarak köpeklerin işine yaramış olmalı ki, 1806 yılında Fransız edebiyatçı François-René de Chateaubriand, Galata rıhtımına ayak bastığında İstanbul’da gözüne çarpan ilk üç şeyin, “kadınlara hemen hiç rastlanmaması, tekerlekli arabaların yokluğu ve sürü sürü sahipsiz köpekler” olduğunu yazacaktı.
Ondan çeyrek asır sonra, Abdülmecit’in gözde sohbet arkadaşı olacak bir başka Fransız edebiyatçı Alphonse de Lamartine 1833’te “Türkler canlı cansız bütüm yaratıklarla barış içinde yaşıyorlar, ister ağaçlar, ister kuşlar ya da köpekler olsun, tanrının yarattığı her şeye saygı gösteriyorlar” derken, yine Abdülmecit döneminin ünlü gözlemcisi İngiliz Julia Pardoe 1836’da “Şehrin bütün sokaklarını dolduran evsiz köpeklerin yatması için sokaklar boyunca belli aralıklarla yapılmış küçük hasır kulübeleri anmadan geçemeyeceğim. (…) Çerçöple beslenen bu hayvanların basit içgüdü sınırlarını aşan bir çeşit iç ekonomi uyguluyor olmaları da ilginç bir oldu. Hepsinin belli bölgeleri veya uğrak yerleri var. Komşunun hakkına rdadanan hayvanın vay haline” diye yazarak şehir halkının köpeklerle kurduğu hem duygusal hem maddi “fayda” ilişkisine dair ipuçları sunmuştu.
“ÖLDÜRMÜYORLAR AMA”
Kutsal Topraklara yaptığı bir gezi dolayısıyla 1867 Ağustos’unda İzmir’e ve İstanbul’a uğrayan Amerikalı hiciv yazarı Mark Twain ise 1869’da The Innocents Abroad (Masum Seyyahlar) adıyla yayımlanan gezi günlüklerinde madalyonun arka yüzüne bakacaktı:
“Konstantinopolis’in ünlü köpeklerinin yanlış tanıtıldığına, onlara iftira edildiğine inanmış gibiyim. Okuduklarımdan gelen bir şartlanmayla, bu köpeklerin yolları tıkayacak kadar kalabalık olduğunu, müfrezeler, bölükler ve alaylar halinde dolaşıp, istediklerini vahşi ve kararlı saldırılarla elde ettiklerini, geceleri korkunç ulumalarıyla bütün sesleri bastırdıklarını sanıyordum. Oysa burada gördüklerimin okuduklarımla aynı köpekler olmasına imkan yok. Her yerde köpek görüyorum doğru, ama öyle kalabalık gruplar halinde değil. En çok on veya yirmi tanesini bir arada gördüm. Bunların büyük kısmı gece-gündüz uyuyorlar. Ayaktakiler ise uyumak istermiş gibi geziyorlar. Hayatımda hiç bu kadar aç, sefil, mahzun bakışlı, kalbi kırık sokak köpekleri görmedim… Köpekler şehrin çöpçüleri… İnsanlar da onları öldürmek istemiyor. Gerçekten öldürmüyorlar… Öldürmüyorlar ama öldürmekten beter ediyorlar. Bu zavallı köpekleri ölesiye tekmeleyip taşlıyor, haşlıyor, sonra eziyet içinde yaşamaya bırakıyorlar… ”
II. MAHMUD’UN KÖPEK TEHCİRİ
Bu seyyahların İstanbul’u ziyaret ettiği 19. yüzyılın ortalarında şehrin bu dört ayaklı sakinlerinin sayısı 40- 50 bine ulaştığı rivayet olunurken, Avrupa’da “sokak köpeği” kavramı tam bu tarihlerde ortadan kalkmış, köpekler evcilleştirilerek evlere sokulmuştu. Köpeklerin sokaklardan uzaklaştırılması Osmanlı’da farklı bir yoldan oldu. Çünkü İslam dini, evde köpek beslemek konusunda yeterince esinlendirici değildi.
Bu dönemin ilk büyük köpek tehcirini, atı için Karacaahmet’te kubbeli bir mezar yaptıracak kadar ileri giden II. Mahmud yaptı, Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdıktan (1826) sonra ilk iş olarak sokak köpeklerini bir gemiye doldurarak Marmara Denizi’nin ortasındaki halk arasında Hayırsız Adalar diye anılan üç adadan biri olan Sivri Ada’ya (diğerleri Yassı Ada ile Tavşan Adası’dır) gönderdi. Ancak yolda fırtınaya yakalanan gemi, köpekler ile birlikte sahile vurunca bu trajik olay halkın tepkisini çekti. II. Mahmud’un müneccimlere danışmadan yaptığı bu iş için Allah’ın ceza vereceğinden korkanlar, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın birkaç yıl sonra Kütahya önlerinde boy göstermesini bu olaya bağladılar. Bu dönemin ünlü Prusyalısı Helmut von Moltke’nin bu katliamı meşrulaştırmak için kullandığı terminolojiye dikkat çekelim: “Şunu da söylemeliyim ki burada ne pudel, mops, spitz, daks, pinşer, ne de tazı vardır, sadece tek bir iğrenç cins mevcuttur. Bunlar civardaki kurtlar ve çakallarla pek yakın akrabaya benzemektedir. Psikolojileri bakımından bunlar Yeniçerilerin ortadan kaldırılışından beri Frenklere karşı daha az düşmanlık göstermektedirler.”
1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’a gelen yabancı askerlerin cins köpekleri, yerli köpeklerle çiftleşerek ilk “kırma” köpeklerin ortaya çıkmasına neden oldular.
NAMIK KEMAL’İN KÖPEK TEHCİRİ
1857 yılında İstanbul’a gelen İngiliz iktisatçı Nassau William Senior, dönemin Adliye Nazırı Ahmed Vefik Paşa’nın şöyle dediğini nakleder:
“Birçok büyük şehri emniyetsiz kılan, suç işlemeyi meslek edinmiş kitleler bizim Stamboul’da yoktur. Bizim classes dangereusess’ümüz [tehlikeli sınıfımız] köpeklerdir. Onlar olmasaydı gecenin her saatinde Stamboul’u boydan boya gezebilirdiniz.”
Ahmed Vefik Paşa’nın sözünü ettiği durum aslında sokak aydınlatmasının yaygınlaştığı 17. yüzyıldan beri geceleri sokağa çıkan ahali ile köpeklerin karşılaşmasının sonucuydu. Köpekler, giderek hareketlenen toplumun önünde bir ayak bağı olmaya başlamıştı. İşte böylesi bir atmosferde, üçüncü köpek tehciri, Çırağan Sarayı’nın bahçesinde bir “Arslanhane” inşa ettiren, arslan heykelleri yaptırmak için İtalya’dan heykeltıraşın yanı sıra Bağdat’tan 165 Arap atı, üç arslan, bir Van kedisi ve bir sansar getirten Abdülaziz döneminde (1861-1876) gerçekleşti. Gemilere doldurulan köpekler, Hayırsız Adalara sağ salim ulaştılarsa da, bir süre sonra Çemberlitaş, Kumkapı ve Gedikpaşa’yı içine alan devasa bir yangın çıkınca, uğursuzluğu gidermek için tekrar şehre getirildiler.
O yıllarda herkesi şaşırtan ise İstanbul’da kuduz hastalığının olmamasıydı. Bunun kötü beslenme ve sınırsız cinsel özgürlük sonucu ortaya çıkan bir çeşit mutasyondan kaynaklandığı tahmin ediliyordu. Ancak 1872’de Gelibolu’da bir kadın ve çocuğun köpekler tarafından ısırıldıktan sonra kuduz hastalığına tutulması üzerine Gelibolu’nun çiçeği burnunda mutasarrıfı, “vatan şairi” Namık Kemal ikinci köpek tehcirini uyguladı. O yıllarda kuduz aşısı henüz bulunmamıştı, dolayısıyla Namık Kemal’in çaresi yoktu. Gelibolu’nun köpeklerinden bir bölümü yakınlardaki Galata Burnu denilen ıssız yere, bir bölümünü ise karşı yakadaki Lapseki’ye gönderildi.
NE KÖPEKLERLE, NE KÖPEKSİZ
Ancak 1875 veya 1876’da İstanbul’a gelen İtalyan seyyah Edmondo de Amicis’in “İstanbul kocaman bir köpek harasıdır. şehre varır varmaz herkes bunu görür. Köpekler, şehrin ikinci nüfusunu oluştururlar ve her ne kadar sayıları birincisinden az ise de ilgi çekicilikte ondan geri kalmazlar. (…) Bilhassa Pera’da ve Galata’da zavallı hayvanlar o kadar hırpalanırlar ve dövülmeye o kadar alışmışlar ki bir değnek gördükleri anda kaçarlar ya da kaçmaya hazırlanırlar” demesine ve İstanbul’un Levanten sakinlerinden Dorine I. Naeave adlı hanımın “bu baş belalarından kurtulmak için” sandalcılara para vererek köpekleri nasıl toplatıp karşı kıyıya postaladıklarını, buna karşılık karşı kıyı sakinlerinin nasıl iki katı para verip köpekleri tekrar kendi yakalarına gönderdiklerini anlatmasına bakılırsa, halk ne köpeksiz ne de köpeklerle yaşamaya razı değildi.
II. Abdülhamid’in özel hekimi, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane hocalarından Mavroyani Paşa “çakalla kurt arası” dediği köpeklerin sayısının her zaman 40-50 bin civarında olduğunu, bunların aynen Yeniçeri Ocağı gibi örgütlendiklerini yazmıştı. Bir “köpeksever” olan Paşa’ya göre özellikle Müslüman mahallelerinde yaşayan köpekler, bu “çakalla kurt arası” türün, zeki, çalışkan, eğitilmeye elverişli ve sevecen kolunu oluşturuyorlardı. 1889’da Alman Kayzeri II. Wilhelm’in İstanbul’u ziyareti söz konusu olduğunda köpeklerin sürgünü yeniden gündeme gelmiş ancak İstanbullular dilekçe kampanyası ile bu girişimi püskürtmüşlerdi. Aynı günlerde bir Alman sanayicinin köpeklerin canlarını hiç acıtmadan “mümkün olduğu kadar insani bir yöntemle” yok etme önerisi de reddedilmişti.
BEDAVA BELEDİYE HİZMETİ
Eski İstanbul Hatıraları adlı kitabın yazarı Sadri Sema mahlaslı Mehmed Sadreddin Aydoğdu, 19. yüzyılın sonundaki durumu şöyle anlatıyor: Sokak köpekleri bir taraftan da, o günlerin adı var, kendi yok belediyesinin, beyaz kemerli belediye kavaslarının belediye çöpçülerinin muavinleri ve yardımcıları idi. Sokaklara atılan süprüntülerin çoğunu bu köpekler toplar, yok ederlerdi. Yine bu sokak köpekleri istibdad zabıtasının da fahri efradından idi. Mahallerinde gece karanlığında bir yabancı, hele kılıksız kıyafetsiz bir serseri geçse üstüne atılırlar, hudut harici ederler, bununla da iktifa etmiyerek feryadı basarlar, polisleri, zaptiyeleri, bekçileri uykudan uyandırırlar, halkı ayaklandırırlardı. Bu köpeklerin hırsızı tartakladıkları, kundakçıyı yaraladıkları, zamparayı yakaladıkları da çok olmuştur.”
Dönemin ünlü köpek dostu Henri Lautard, 1909’da Paris’te yayımlanan kitabında benzer tablo çiziyordu:
“Köpeklerin en çok sevildiği ülke hangisidir? Türkiye. Orada onların hepsine uygun olup olmadığına bakmaksızın yemek veriliyor. Hamile dişi sokak köpeklerine doğum yapmaları için evlerin önünde ot veya samandan yatacak yer hazırlanıyor. Camiden çıkıldığında, onlara özel olarak yapılmış peksimet dağıtılıyor. İstanbul’da kendilerini barındırma hakları meşhurdur. Bu kentin sokak köpeklerinin nüfusu 60.000 kadardır. Küçük aşiretlere bölünen bu aşiretlerin her birinin bir sokağı veya mahallesi bulunuyor ve oradan çıkmadıkları gibi kimseyi de sokmuyorlar, böylece her köpek aynı mahallede doğup, büyüyüp ölür. Lüksün ve zarafetin merkezi olan Pera Caddesi’nin orta yerinde bu köpekleri caddenin veya kaldırımın ortasında yayılmış bulursunuz. Kırların ortasındaki kadar rahat bir şekilde gelen geçeni umursamıyorlar. Daha doğrusu kendi evlerinde olan onlar, size de onların rahatını bozmamak düşüyor.”
MODERNLEŞMENİN “İHTİYAÇLARI”!
Ancak II. Meşrutiyet dönemi belediyecilik hizmetinin sokak köpeklerine bırakılmayacağı kadar karmaşık bir dönemdi. Dolayısıyla sokak köpeklerine gösterilen hoşgörünün sonuna gelinmişti. Bir Fransız okulunda öğretmen olan P. Colombani şöyle anlatmıştı o günlerdeki havayı:
“1910 yılındayız. Türkiye’de özgürlük rüzgarı esiyor. Gazeteler durmadan reformlar öneriyor, yenilikler dikte ediyorlar. Fransızca çıkan gazeteler köpeklerin kovulmalarını istiyorlar. Belediye iki yıllık tereddütten sonra, nihayet köpekleri yok etmeye karar verdi. Birbirinden güzel birçok proje ortaya atıldı. Hatta yabancılar köpekleri, bilmem hangi kimyasal ürüne çevirmek için satın almak istiyorlar. Böylece belediyenin bütçe açığı kapanabilirdi fakat Müslüman vicdanı bu ticaret karşısında isyan etti ve öneri incelenmedi bile. Köpekleri kitle halinde öldürmek düşünülmemeli, halk cellatları yok etmek için ayaklanabilir. Ortalama bir yol bulundu. Köpekler toplanacaklar ve Topkapı’nın ötesinde, doldurulmamış eski siper çukurlarında muhafaza edilecekler. Meclis bu yeni tip pansiyonerlerin bakımı için on dört bin franklık bir kredi onayladı.”
Nitekim köpeklerin insanlar için yarattığı en büyük tehlike olan kuduz hastalığının aşısını 1885 yılında bulan Fransız mikrobiyolog ve kimyager Louis Pasteur’un Fransa’da kurduğu enstitünün dünya yüzündeki üçüncü şubesi olan (diğerleri Saygon ve Rio de Janerio’da idi) İstanbul Pasteur Enstitüsü’nün Müdürü Dr. Paul Remlinger modern tıbbın piyasa ekonomisi ile uyumlu gelişeceğine dair işareti şu ifadeleriyle somutlaştırmıştı:
“Derisi, kılları, kemikleri, yağı, kasları, genel olarak albüminli maddeleri, hatta bağırsaklarıyla bir sokak köpeğinin değeri 3 ila 4 franktır. Şehirde 60.000 ila 80.000 köpek bulunmaktadır; bu da 200-300.000 franklık bir değere tekabül eder. Köpekleri itlaf işinin ihaleyle bir vekile havale edilmesi, onun da şehrin dışındaki çeşitli noktalara deri, et ve yağın ekonomik olarak işleneceği yerler kurması kabil değil midir? Bu yerlerde hava geçirmez bir oda olur, oda bir gaz borusuna ve hayvanın kullanılabilir ürünlerini işlemek için donatılmış bir parçalama atölyesine bağlanır. Hayvanlar geceleri gizlice yakalanıp Avrupa’dakilere benzeyen kafesli arabalarla hemen nakledilebilir. On merkez kurulsa, her biri günde yüz köpeği işleyebilir. İki ay içinde itlaf biter, bu operasyon şehre de hayır işlerinde kullanılacak bir kâr bırakır.”
İTTİHATÇILAR UYGULAMAYA GEÇİYOR
Bu görüşün, tam anlamıyla pozitivist olmasalar bile bilimcilik, askeri ve sivil okullarda biyolojik maddecilikle doktrinize olmuş İttihatçıların aklına yattığı, 1910 yazında İttihatçı Şehremini (belediye başkanı) Suphi Bey’in sokaklarda başıboş dolaşan tam 80 bin köpeği Hayırsız Adalara göndermeye karar vermesiyle anlaşıldı. Neyse ki ahali yine “uğursuzluk getirir” diye karşı çıktı bu karara. Örneğin köpeklerin toplanmasını protesto eden bir miralay karakolluk oldu. Ayasofya civarında halk kafesleri açıp köpekleri azat etti. Bir çok yerde meydan kavgaları yaşandı. Bazı mahallelerde polisin zorlamasına rağmen halk köpek toplama işine yardım etmiyordu. Pera Palas’ın köpeğinin bir gece yok olması, otel yöneticilerini, müşterilerini öyle etkilemişti ki İngiliz Sefareti araya girdi, köpek hapsedildiği kafesten çıkarılıp otele iade edildi. Tarihe “Türk dostu” diye geçen yazar Pierre Loti “Bu ülkeye II. Mehmed’in ordularınca gelmişlerdi, buraya sonsuzluğa dek yerleştiklerini sanıyorlardı, şimdiye değin kendilerine hiç kötülük etmeyen insanlara güvenleri tamdı, ama ‘gelişme’yi ve Levantenlerin hükümet işlerine burunlarını sokacaklarını hesaba katmamışlardı; hiç kimseyi ısırmadıkları dört ya da beş yüzyıllık bir bağlılıktan sonra bu bahar kırımların en acımasızına hüküm giydikleri gördüler” diye yazarak “suçu” Levantenlerin üstüne attı. Ancak bütün engellemelere rağmen, bu işle görevlendirilen serseriler, işsiz güçsüzler ve sabıkalılar demir kıskaçlarla zavallı kurbanlarını boyunlarından, ayaklarından ya da kuyruklarından yakaladıkları kan revan içindeki zavallı kurbanlarını adaya götürecek mavnalara atmayı başardılar.
Hayırsız Adalar, Marmara’nın ortasında çöle benzeyen kayasal oluşumlardı. İçecek bir damla su yoktu. Nitekim köpekler orada açlıktan ve susuzluktan birbirlerini yiyerek öldüler. Acı çığlıklar, inlemeler, ulumalarla geçen bu acıklı süreç tam iki ay sürdü. Bu korkunç facia sırasında, fırsatçı bir Fransız sanayicisi adadaki köpeklerden elde ettiği deri, kemik tozu, gübre, yağ gibi malzemeleri Marsilya’ya ihraç etmeyi başardı.
Ancak kısa süre sonra şehrin sokaklarında köpekler egemenliklerini yeniden ilan ettiler. Kısa sürede köpek sayısı 30 bine ulaştı ama köpekler, ülkeyi “dahili düşmanlardan temizlemeyi” görev edinmiş İttihatçı iktidarı unutmuşlardı. 18 Ağustos 1912’de şehremini olarak göreve başlayan ve şehircilik açısından çok güzel hizmetlere imza atan Dr. Cemil Topuzlu, anılarında sanki marifetmiş gibi “bunları yavaş yavaş imha ettirdim” diye yazacaktı. İmha ettirdiği köpek sayısı da 30 bin kadardı. Köpekler gitmişti ama halkın inanışıyla uğursuzluk gecikmedi ve Balkan Savaşları patladı.
İSTANBUL HİMAYE-İ HAYVANAT CEMİYETİ
Köpek itlafı tüm hızıyla sürerken, 1912 yılında İstanbul Himaye-i Hayvanat Cemiyeti kurulması gayet ilginçtir. Üstelik cemiyetin başkanı yan Meclisi üyesi ve eski sadrazamlardan Hüseyin Hilmi Paşa, ikinci başkanları Şûra-yı Devlet Reisi Prens Said Halim Paşa ile Teşrifat-ı Umumiye Nazırı İsmail Cenani Bey, katipleri yan Meclisi üyesi Baserya Efendi ile Şûra-yı Devlet üyesi Yusuf Razi Bey, veznedarı Türkiye Milli Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Sir H. Babington’dı. Diğer ünlü üyeler Müze-i Hümayun Müdürü Halil Edhem Bey, Maarif Nazırı Emrullah Efendi ile Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’ydı.
Cemiyetin iki temel görevi vardı: Birincisi hayvanlara reva görülen zulüm ve haksızlıkların önlenmesi, hayvanlara iyi muamele edilmesinin teşvik edilmesi ve hayvanların içinde bulundukları kötü koşulların düzeltilmesiydi. İkinci amaç ise halk arasında, özellikle de çocuklar arasında adalet, iyilikseverlik ve hayvan sevgisi duygularının yaratılmasına yönelik çalışmalar yapmaktı. Bu yüce ideallerin devlet katında önemli görevler üstlenen kişiler tarafından paylaşılması görünüşte de olsa etkisini göstermiş olmalıdır, çünkü o güne kadar “yok edilmesi gereken baş belaları” olarak görülen sokak köpeklerinin açıkça itlafına ara verilmiş, gazetelerde sokak köpeklerinden yana yayınların sayısı artmıştı. Hayvanları korumaya yönelik girişimler artmış hatta hayvanlara iyi davrananlara ödül verilmesi bile söz konusu olmuştu. Sokak köpeklerinin bu altın dönemi ne yazık ki kısa sürdü. 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, ortalık toz duman olurken, yeni bir köpek kafilesi de Sivri Adalara doğru yola çıkarılmıştı…
BİTİRİRKEN
Pozitivist tedrisattan geçmiş eski İttihatçı, yeni Kemalist kadroların kurduğu Cumhuriyet döneminde köpeklerin serencamı ayrı bir yazı konusu. Sadece şunu söyleyerek nokta koyacağım. 1932 yılında Sıhhiye Vekaleti tarafından yayımlanan “Köpeklere karşı ittihaz edilecek tedbirler hakkındaki” tamimde kuduz şüpheli köpekler tarafından ısırılarak tedavihanelere sevk edilen kişilerin sayısının çoğalması ve eksik olmayan ısırık vakalarının artması nedeniyle köpeklere karşı umumi bir mücadele kararı alınmıştı. Buna göre, sahipsiz olan bütün köpekler itlâf edilecek, şehir ve kasabalar dahilinde beslenen sahipli köpekler; hiçbir suretle başı boş olarak mahalle aralarında, çarşı ve pazarda dolaştırılmayacak, sahipli olduğu hâlde maskesiz dolaştığı görülen köpekler itlâf edilecek, köylerde bulunan sahipli köpekler gündüzleri bir mahalde bağlı olarak bulundurulacak ve ancak geceleri bekçilik işini görebilmeleri için serbest bırakılacaklardı. Bu dönemde köpeklerin öldürülmesinde ise zehir kullanılmış ve kullanılacak zehir masrafı şehir ve kasabalar belediyeleri sorumluluğuna verilmişti.
Cumhuriyet’in ikinci yarısından, özellikle de 1980’lerden itibaren sokak köpekleri ciddi bir “tıbbileştirmeye” tabi tutuldu. Köpekler kısırlaştırma, aşılama, küpeleme aşamalarından geçirilmeye başlandı. “Tıbbileştirme”, yani sokak köpeklerini tıbbi olarak ele alma, sokak köpekleri arasında yeni kategorileştirmelere de yol açtı. Osmanlı döneminde klasik dönemde nadiren, modern dönemde sıklıkla uygulanan “imha” ve “dışarı atma” yöntemlerine oranla daha az maliyetli ve “insancıl” olduğu ileri sürülen bu yaklaşımla tüm sokak köpekleri devletin kapsama alanına girdi. 2004’te yürürlüğe giren ve uzmanlarının pek çok eksiği olduğunu defalarca belirttiği 5199 Sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’na göre sokakta yaşayan hayvanların bakımında sorumluluk yerel yönetimlere ait. Yasanın sokak hayvanlarıyla ilgili 6. Maddesi’ne göre “Sahipsiz ya da güçten düşmüş hayvanların, 3285 sayılı Hayvan Sağlığı Zabıtası Kanununda öngörülen durumlar dışında öldürülmeleri yasak.” Geçtiğimiz günlerde bazı AKP’li milletvekilleri tarafından TBMM gündemine getirilen yasa teklifiyle 6. Madde’de değişiklik planlanıyor. Buna göre belediyeler için zorunlu olan “al-tedavi et-yerine bırak” uygulamasından vazgeçilecek. Sokak hayvanlarının yaşamına “uyutma” adı altında son verilecek. 2022 yılında 35 kişinin köpekler “yüzünden öldüğü” iddialarıyla köpürtülen tartışmalar maalesef belki de tarihimizdeki en büyük köpek katliamının kapısını açacak. Dünyanın sadece insan türüne ait olmadığını, canlı ve cansız her varlığın birbiriyle barış içinde yaşamasının yollarını bulmanın, kendini en gelişmiş tür olarak tanımlayan “insan”ın sorumluluk ve görevi olduğunu unutmayalım. Nasıl ki, yılda 5 bin kişinin öldüğü trafik kazaları araçları yasaklamakla, nasıl ki yılda 300 kadının öldürülmesi erkekleri “uyutmak”la “çözülmeye çalışılmıyorsa, köpeklerin neden olduğu iddia edilen (çünkü çoğu olayda köpeklerin değil, köpek korkusunun kişileri ölüme götürdüğü anlaşılıyor) ölümlerin önlenmesinin çözümü de sokak köpeklerinin topluca katledilmesi olamaz.