Tahsin abinin penceresinin önünde oturuyoruz. Çaldığı müzikler bazen hoşumuza gidiyor. Kendisi de arada şarkıya eşlik ediyor. Çok komik oluyor. Hepimiz gülüşüyoruz. Tahsin abinin babası o küçükken vefat etmiş. Birkaç kez sorduk. Anlatmadı. Biz de bir daha sesimizi çıkarmadık. Hatta babaannem duyunca bana kızmıştı.
“Oğlum, insanların acılarını deşmeyin, bırakın korların üstünü kül kaplasın.” dedi. O zaman hiçbir şey anlamadım.
“Tamam babaanne kızma… Bir daha sormam zaten,” dedim.
Sonra ekledi:
“Mezarlarımızı neden şehirlerin dışına, kasabaların ve köylerin uzağına yaparız biliyor musun?”
Saf bir bilgiçlikle:
“Mezarlardan korkarız babaanne; şeytan, hayalet çıkabilir, üç harfliler çarpabilir, ölüler mezarlarından kalkabilir.” dedim. Kadıncağızı aldı bir gülmek ama nasıl gülüyor! Katıla katıla gülüyor.
“Ah evladım. Şu televizyon denen kutuyu sen çok izliyorsun.” dedi. Şaşırdım.
“Peki, neden babaanne?” dedim.
“Otur azcık dinle beni,” dedi. Yamacına oturdum. Ellerimi tuttu:
“Sen artık koca adam oldun. Bunlara inanma evladım. İnsanoğlu ölümlü olmasına rağmen hiç ölmeyecek gibi yaşar. Ne zaman yakınımızda biri vefat etse, işte o zaman dünyevi işlerin anlamsız olduğunun farkına varırız. Fakat bir süre sonra tekrar hayat gayesine kapılıp gideriz. İnsanoğlu ölümü hatırlamamak için mezarlarını hep yaşadıkları alanların çok çok uzağına yapar. Senin anlayacağın ölüden değil ölümden korkarız.” dedi.
Gözüm fal taşı gibi açıldı. Kendimi sokağa zor attım. Çocukların yanına gittim. Futbol, meşe, birdirbir derken mezarlıklar gibi ölümü de beynimin çok uzaklarına attım.
Bunları düşünürken bir yandan da Tahsin abinin müzikleriyle neşeleniyoruz. Bütün mahalleyi inleten çevirmeli telefonun zırzırzırzırzır sesiyle kulağımızın pası silindi. O zaman sadece onlarda telefon vardı. Konu komşu bir yeri arayacağı zaman soluğu evlerinde alırdı. Tahsin abi gür sesiyle telefonu cevapladı, sonra hüzünlü bir şarkının tonu gibi yumuşadı. Kısa bir sessizlik oldu. Çevirmeli telefonun çın diye kapanış sesini duyduk. Çalan müzik değişti. Tahsin abinin şarkıya eşlik eden ağlamaklı sesini duyunca kendimizi içeriye attık.
Mıstık söze girdi:
“Tahsin abi, ne oldu?”
İkiletmedi:
“Çok sevdiğim bir yazar abimi kaybetmişiz. Şimdi haberini aldım,” dedi. Üçümüz de ne diyeceğimizi bilemedik. Ben zaten babaannemden tembihliyim soru sormaya korkuyorum.
Ali:
“Başın sağ olsun abi, biz tanıyor muyduk?” dedi.
“Sizler onu tanımazsınız ama o sizi ve mahalleyi çok severdi. Beni ne zaman görse ‘Ne yapıyor bizim haytalar?’ diye sorardı.” dedi.
“Bizi tanıyordu demek.” dedim.
“Sadece sizi değil bütün mahalleyi tanıyordu. Bu sokakları, yaşayan insanları, onların hikâyelerini çok severdi,” dedi. Ali çekinerek:
“Keşke biz de onu tanısaydık.” dedi. Tahsin abi ayağa kalktı. Kütüphaneden birkaç kitap çıkarıp bize uzattı.
Bana “Ben Mustafa Kemal”, Ali’ye “Ben Hasan Tahsin”, Mıstık’a “Ben Bir Kara Oğlanım Karacaoğlan’ım” kitabını verdi. Yüksek sesle okudum. Yazan: Aydoğan Yavaşlı…
Evden ayrılırken plak dönmeye, bir kadın sesi şarkıyı söylemeye devam ediyordu. Tahsin abi hem ağlıyor hem de mırıldanarak şarkıya eşlik ediyordu…
Sen beni bırakıp böyle gitmezdin hiç, yapmazdın…
Sen de mi? Aklıma sığmıyor sen de mi?
Böyle gitmek var mıydı?