Türkiye’de birçok krizin ortasında kalan ‘çocuklar’, gıda yetersizliği ve barınma sorunu gibi dertlerle mücadele ederken yerel yönetimlerin geçici projelerine değil kalıcı politikalar üretmesine ihtiyaç duyuluyor. Türkiye nüfusunun yüzde 26’sını oluşturan çocuklar için şartların ‘yeterince iyi’ olduğunu söylemek mümkün değil. Günümüz Türkiye’sinin ekonomik dezavantajları, beslenme ve barınma sorunları, sağlık ve eğitim hakkının gasp edilmesi, istismar, şiddet, erken yaşta çalışma hayatına atılmak ise çocukların yaşadıkları sorunlardan yalnızca birkaçı. Sadece 23 Nisan kutlamalarında çocuk olduğu hatırlanan çocukların yaşadıkları sorunların çözümü için ise yerel yönetimlere büyük bir iş düşüyor. Yarını inşa etme hususunda çocukların bugünlerine yatırım yapmak ve ince bir işçilikle çalışmak, yerel yönetimlerin çocuklar için geliştirdikleri politikaları dikkate almak ve emin adımlarla hareket etmek oldukça önemli.
Çember Çocuk Politikaları Dergisi Yazarı Psikolog Hatice Göz, çocukların yalnızca yaşadıkları hak ihlallerinde gündeme gelmesinin, yerel yönetimlerin çocuk politikalarını yeniden gözden geçirmeyi gerektirdiğinin atını çiziyor. Çocukların yaşam çemberinde daima toplumla beraber olduğuna değinen Göz, çocukların bizlerle beraber bir hayat paylaştığını vurguluyor. Çocukların ekonomik kriz, yoksulluk, savaş, deprem gibi toplumsal olaylarda da farkındalıklarının yüksek olduğuna değinen Göz, “1 Mayıs kortejlerinden bir tanesi Hatay Samandağ’daydı. Orada bir çocuğun kendi dövizine yazdığı şey şuydu: ‘Her şey çok bağlı, oyuncak alamıyorum.’ Çocukların da gündemi, bizim de içinden geçtiğimiz meseleler. Çocuklarla ilgili her şeyin politik, sınıfsal, doğal olarak da toplumsal olduğuyla başladığımızda meseleler epey berraklaşıyor.” ifadelerini kullandı.
‘HER ŞEY POLİTİK, SINIFSAL VE TOPLUMSAL’
“Toplumda var olan çocuk algısı ve çocuk politikası bir yandan çocuğu nesneleştirirken; bir yandan da çocuk meselesini sadece sevgi ve şefkat ” sözleriyle açıklamalarına devam eden Göz, “Daha açık şekilde söyleyecek olursak, bugün mecliste hükümetten tutalım da ana muhalefet partilerine, hatta pek çok kişinin dilinde olan cümle ‘Çocuk meselesi siyaset üstü bir meseledir.’ Çocuklar, ‘Bunu siyasete katmayalım’ söylemiyle hepimizin bir biçimde duyduğu bir yerdeler ama esasen tam tersi. Çocuklarla ilgili her şey politik, sınıfsal ve toplumsal. Çocuklar içine doğdukları toplumun koşullarını, içine doğdukları sınıfın koşullarını yaşayarak büyüyorlar. Oranın içerisinde nefes alıyorlar. Bir çocuğun ne kadar çocuk kaldığını ya da nasıl bir çocukluk geçirdiğini çoğu zaman bu belirliyor.” açıklamalarında bulundu.
‘BUNLAR POLİTİKA DEĞİL PROJE’
Çocukların günümüzde ‘geleceği temsil eden vatandaşlar’ olduğuna değinen Göz, “Çeşitli dini yapıları, cemaatleri, tarikatları düşünün. Oralar içinde çocuklar, geleceğin müritleri oluyor aslında. Hakim çocuk algısı hem merkezde hem yerelde hem ailede hem çeşitli kurumlarda. Çocuğu bir nesne konumuna iten ama diğer taraftan da bitirim unsuru olarak da kullanılabilen bir yere itiyor. İçinde yaşadığımız sistemde doğal olarak buranın içinden geçen yerel yönetimler de tam bu çocuk algısından ve bu sistemlerden beslenerek kendi politikalarının içerisinde belirliyor. Bugün belediyelerin çocuk politikalarının aslında birer politika değil, sadece projeden ibaret olduğunu söylemek net olur.” diye konuştu.
Mevcut çocuk politikalarının çözüm odaklılıktan ziyade ‘yardım’ temelli projelerle yürütüldüğüne aktaran Göz, “Çocuk politikaları; çocukların sınıfsal olarak konumlandığı yeri ve somut ihtiyaçları görmeyen, hayata geçirilmesi gereken adımları ve politikaları birer projeye çeviren ve orada sınırlandıran, bunu yaşamın tamamına akıtmayan bir biçimde gelişiyor. Bugün halkçı bir yerel yönetimden bahsedebilmemiz için sermayenin değil de onun karşısında halkın çıkarlarını gözeten, yardım odaklı değil gerçekten oranın içerisinde var olan, olması gerekenleri hayata geçiren ama en geniş çeperde de halkın doğrudan kendi kendini yönetebildiği meclisler içinden şekillenen bir yerel yönetim kurmamız ve bunu bu yaşamın içerisinde inşa etmemiz gerekiyor.” ifadelerini kullandı.
‘POLİTİKA ŞART’
Çember Çocuk Politikası Dergisi Yazarlarından Çocuk Gelişimci Gamze Yeneş, 2024 yerel seçimlerinin yalnızca kent yönetmekle değil aynı zamanda orada yaşayan çocukların da nasıl bir kentte büyüyeceği ile doğrudan ilişkili olduğunun altını çizdi. Çocukların yaşadıkları kentlerde söz hakkı sahibi olmaları için yeni alanlar yaratılması gerektiğini vurgulayan Yeneş, “Çocukların bir yerde topluluk oluşturması ve orada konuşmalarını sağlamak için desteklenmesi gibi bir sisteme ihtiyaç var. Yerel yönetimler bunların hepsini sağlayabilecek gibi görünüyor. Mekânları var, ulaşımını sağlayabilir. Çocukları bir araya getirebilir, çok etkin bir şekilde yürütülebilir. Yapıyordu gibi görünüyor ama öyle mi aslında? Yerel yönetimlerde ‘sürdürülebilir kentler, demokratik kentler, çocuk dostu kentler’ gibi çok güzel isimlendirip bütün çocuk mevzusunun içine oturttuğu bir durum var ama piyasa ulaşan proje hâline getiriliyor. Aynı zamanda da o projenin yaşam süresi de kısa oluyor. Bize de bununla ilgili bir politika şart.” açıklamalarında bulundu.
‘ÇOCUKLARIN ŞEHRİ PROJESİ…’
‘Çocuk dostu kent kavramı’ ifadesinin nasıl ortaya çıktığını aktaran Yeneş, konuyu şu sözlerle anlattı: “1991 yılında İtalya’da doğan Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin üzerine o metinlerden beslenerek ‘Çocukların Şehri Projesi’ diye bir proje ortaya çıkıyor. Arkasından da ulusal çocuk ve gençler için eylem planı ile devam ediyor. 1997’den sonra çocuklar için sürdürülebilir kentler projesi. Oradan çocuk dostu kent kavramına doğru gidiyor, oraya açıyor. Çocukların şehri projesinde de gerçek anlamda çocukların özgürleşmesi öneriliyor. Çocukları şehrin tasarımına, yönetimine katılımı davet eden mekanizmalar kuruyorlar. Şehrin kamusal alanlarında da özgürce gezebilmesi temelde ve bu imkânları da aslında onlara geri verme çabasıyla ortaya çıkmış bir şey. ‘Çocuklar Şehri Hareketi’; belediye başkanlarına, yerel yönetimlere, eğitimcilere, ailelere, ebeveynlere, çocuklardan öneri ve yardım istemelerini de hareket ettiren bir mekanizma ve onları her ilgilendiren konuda onlarla çalışmalarını teklif eden bir durum. Zorluk gibi değil ama. Ayrıca çocukların kentlerin değişiminde ve kentlerin değerlendirmelerinde kendi gezdiği sokaklarda da bu değerlendirmeleri için çocuklara ihtiyaç duymakta ve onu etkin bir şekilde yürütmekte. Aynı zamanda da bu özgün projelerle de yine çocukların çocuk şehri ağını geliştirmek için de bir sürü yöntem kullanıyorlar.”
ÇOCUK BELEDİYESİ NASIL İŞLİYOR?
Türkiye’de ‘çocuk dostu şehirler’ kavramının UNICEF ile hayatımıza girdiğini aktaran Yeneş, UNICEF’in bu hareketi 2014 yılında 10 kentle başlattığının altını çiziyor. Bu süreçten önce 1995 yılında Ankara’da belediyenin bir çocuk meclisi kurduğuna dikkati çeken Yeneş, daha sonrasında Çocuk Hakları Birleşmiş Milletlerinin açıldığını aktarıyor.
Dünyada ilk örneğinin Seferihisar’da ortaya çıkmasıyla beraber ‘çocuk belediyesi’ kavramının doğduğuna değinen Yeneş, ilk etapta güzel işlese de ilerleyen zamanda yaşananları şu sözlerle aktarıyor: “2011 yılında çocuk belediyesi var. Çocuklar ve gençler için üretiliyor. Bir çocuk belediye başkanı var. İçinde atölyelerin de olduğu, oradaki çocukların projelerini yürütebildiği, siyasal olarak da gidip bütün üst yönetimde ilişkilerini paylaştığı ya da çocuk belediyesi adına röportajlar verebildiği falan çok da güzel bir sistemle gidiyor başta. Son çocuk belediye başkanı bütün aktif görüşlerini bildirebildiği bir hâldeyken bu sefer, o çocuk belediye başkanıyla yakından ilişki kuran; öğretmenleri, ailesi, aslında yetişkinlerin de bir çember olarak sisteme girdiği bir durum yaşanıyor. Şimdi orada benim kafamda bir soru oluştu. Yani belediye çocuklar için mi çalışıyor yoksa çocuklar belediye için mi çalışıyor bir yerde? Başka bir ilişki zinciri geçmeye başlıyor etrafta.
Yerel yönetim kültürü ardı kazanan ülkelerde çocukların yönetimi ve politikaları yerel yönetimlere, özellikle de belediyelere bırakabiliyormuş. Yerel yönetimler de merkezi yönetimi tamamlayacak şekilde çocuk koruma konusunda ya da bunun gibi; eğitim, çocuğun refahı, sosyal hizmetler alanında da yerel yönetimler destek verebiliyor. Şimdi bunlar olurken bu belediyelerin de bazı yükümlülükleri var. Biri de Kamu Mali Yönetim Kontrol Kanunu. Bu, aslında temelde bize şunu söylüyor: Özellikle 50 bin nüfusu geçmiş yerlerde bir stratejik planlama yükümlülüğü getiriyor. Bu stratejik planlama yükümlülüğü de belediyelerin ne yaptığının dökümü. Yani bir şey düşünmüştünüz bunu gerçekleştirdiniz mi, gerçekleştiremediniz mi? En büyük kanıtlarından biri de aslında katılım. Yani kadınlarla ilgili çalışma yaptık. Kaç kadın katıldı? İşte engelli bireylerle ilgili çalışma yaptık. Kaç mahalleye ulaştı? Çok bir sayısal veri içine her şeyin sıkışıp gittiği bir sistem. O da bir mecburi kanun. Çoğu yerel yönetim için çocuklara yaptığı şeyleri yasal bir zeminde göstermek adına da meclisler üzerine araştırıyor. Aslında bunu ve birden bir etkinlik organizasyon mekanizmasına dönüşüyor. Yani çocuk katılımı aslında burada sadece bir faaliyete katılım haline geliyor ve de sembolik olarak da bu gösterilen bütün her şeyde bir illüzyon oluşturuyor. Yani bizim bugün işte çocuk dostu kenti ya da onun bütün mekanizmaları diye gördüğümüz şeyler çok çapraşık çok abartılı, çok kat sayılı yetişkinlerin birbirlerine aslında ben bu işi yaptım göstergelerinden ibaret hâle geliyor. En üst yönetim çocuklardan her zaman büyük. Böyle bir şey var. Yerel yönetimlerde çocukların katılımının üç boyutu var aslında: Hukuki, siyasal ve mekânsal boyutları. Bunların göstergeleri de yine bu çocuk haklarının uygulanmadığının takibi, buna uygun birimlerin açılması ya da çocuk meclisleri gibi yapılar. Diğeri mekânsal boyut, çocuğun yaşadığı çevre ile ilişkisinin daha sağlıklı hâle getirilmesi, mekânsal aidiyet sağlanması ya da sosyal kültürel kontrol.
Yerel yönetimlerin çocuklara hazırladıkları ve çocuklarla ilgili hazırladıkları faaliyetlerin yaygınlaştırılması aslında her yere ulaşmasıyla ilgili bir şey. Bunların akımlaştırılması adına da karar alma mekanizmalarının içinde çocukların katılımını sağlamaya yönelik bir eğilim var. Çok güzel otobüslerle çocuklar bir yerden bir yere taşınabilir ama bunun gerçekten neye hizmet ettiği ve bunun bir projeden çıkıp nasıl hikâyenin gerçekten bir kültüre ya da bir sürece dönüşüyle ilgili bir sorun var. Yetişkinlerin gölgesinde bir çocuk meclisi de aynı hiyerarşik yapılarla kuruluyor. Her şeyi atlattık. Çocuk katılımını da yaptık. Çocuk kentini de çocuk dostu hâle getirdik. Yeni bir yetişkin şey var yukarıda. Şimdi burada çocuk meclis de bu yapılarla kuruluyor ve çocuk da aynı şekilde seçimin sonucunda bir meclis başkanı çıkarıyor ve bu seçimin sonucunda da ortaya çıkan bir liderlik güzellemesi.
Arkasından da artık temsilci olarak muhatap alınacaklarının rahatlığıyla yapı değişiyor ve orada bazen bu bir dostluk sınavına, kendi arkadaş çevresinin dışında da orada bir aura yaratabiliyor. Ve de sonrasında bir sürü bürokratik şeyler var. Çocukların o toplantı tutanakları, karar mekanizmalarının işletilmesi için imzalamaları gereken şeyler, hepimizin katıldığı YK’lar gibi bir şeyin içine kayboluyor gidiyor. Aslında “Neyi nasıl konuşacağız, neyi tartışacağız?” konusu havada kalıyor. Yani bu çocuklar nasıl bir topluluk olacaklar? Yani o zaman kimin katılımı, kimin kararı? Zaten çoğu şeyde de meclisin aldığı kararlarda ya da bu yapacakları projelerde bütçeye takılması ya da çok basit üst yapının yönetimsel yaklaşımına takılması da çoğunda başa gelen şeyler. Çocuk meclislerin işleyişinde bu kimin katılığı ve kararı üzerinden yapılan yönetimsel yaklaşımları belirliyor. Bu yüzden yetişkinlerin kurduğu üst yapıdan bağımsız düşünülemezler. Bunun sadece üst yapıda değil, çocuk meclisine eşlik etmek için görevlendirilen eğitmenler ya da bu süreçleri yürütecek kişilerin onlarla kurdukları ilişki bile burada çok belirleyici oluyor. Çünkü bir süre sonra ana üst yapıya çocuklarının bütün anlatılarını taşıyacak kişiler de onlar oluyor.
Burada kurgusal bir sahnede üstlendikleri rolü yerine getirmeye çalışan oyuncularmış gibi geliyor bana çocukların çocuk meclislerinde var olmaları. Çünkü orada bir oyun evreni var. Oyun evrenin bir hikâyesi ve bir yürütücüsü var. Ve çocuklar da orada bir deneyim paylaşıyorlar aslında. Yani bir rol yapma oyunu. Fakat çocuk meclisleri olmalı. Kelimeler bizi o hikâyeye taşıyor. Meclis herkesin bir arada olduğu, oturduğu ve ortaklık kurduğu bir şey. Yetişkinler de o meclise dâhil ve yetişkinlerin demokrasiyi, topluluk olmayı başarma hikâyeleri aslında çocuklarla da kurdukları ilişkide; çocukları da oraya yönlendirme biçimlerinde ya da birlikte o meclisin içine yer alma biçimleriyle de belirleyici oluyor. Bir de demokratik yapılar için de eğer bir tip şeyler kuracaksak, yetişkinler için çocukların oldukları alan aslında yetişkinler için daha önemli gibi. Bunları sağlamak için de çok fazla STK destekli fonlu projeler yürüyor. Fakat bunun o kültüre, projeye dönüşmesi için bu bir literatür oluşturuyor. Yani biz bu literatürleri nerede ve nasıl kullanacağız? Bu formülü sivil yapılarda kullanabilir miyiz? Onun yoluna bakmak lazım: Yani çocukların dernekleşmesi ve bu yapılar üzerinden meclis oluşturması. Ya da başta bir topluluk kültürü, yine bu demokratik kitle ve onların etrafında bu yapıların zaten oluşmuş bir toplulukla çocukları bir meclis yapısına, bir üst yapıya taşıması, yani daha aşağıdan yukarıya gelmesi benim belki bir önerim olabilir. Çünkü yukarıda konumlandıkları yapının içine girdikleri anda çocukların nereden, ne şekilde, nasıl seçildiğine ilişkin büyük bir muamma var hikâyesine dönüşüyor.”
“İKTİDARIN ÜSTÜNDEKİ SORUMLULUK…”
Çember Çocuk Politikası Dergisi yazarlarından Dicle Dilan Salman; çocukların mevcut beslenme düzenleri, bu konuda verilen vaatler ve ‘nasıl bir beslenme politikası mümkün kılınabilir’ araştırmasıyla önemli açıklamalara imza atıyor. Beslenme politikalarıyla beraber çocukların uğradıkları istismar durumlarının da beraber incelenmesi gerektiğine dikkati çeken Salman, “Biz beslenme politikasıyla çocuk işçiliğini bir arada düşünmediğimiz sürece, beslenme politikasıyla işte erken yaşta evliliği beraber düşünmediğimiz sürece aslında tam da bitirebileceğimizi düşünmüyorum. Ve aynı zamanda işte bunu da bir filmden kaptım. Faili karartmayan, diyordu. Faili kararttığından bahsediyordu.
Bence biz yerel yönetimlerde bunların üzerine giderek bunlara böyle bir süspansiyel etkisi yaratan politikalar üreterek örneğin; gıda yardım kolileri, beslenme kolileri, gıda kartı, et kartı dağıtarak çok faili karartan bir yere de çekiyoruz. Yani iktidarın kendisinin bizim beslenme hakkı olarak tanımlayacağımız ve ondan talep edeceğimiz, onun yapmasının gereklilik olduğu bir şeyi yerel yönetimlerin süspansör etmesine izin veriyoruz. Ve aynı zamanda burada iktidarın üstünde olan bütün sorumluluğu almış oluyoruz. Belediyelerin gıda kolisi yardımlarını ‘harika’ olarak nitelendirirken aslında orada bir şirket anlaşması dönüyor ve kendi cebini dolduruyor.” açıklamalarında bulundu.
‘BESLENMENİN KENDİSİ DE POLİTİK’
Beslenme krizindeki derinleşmenin en yoğun olarak da çocuklarda yaşandığına değinen Salman, okullara sağlanamayan beslenme yardımları için çözüm üretilemediğine de değindi. Gıda hakkı meselesi üzerindeki en temel sorunlardan biri, iktidarın ve aslında muhalefetin kendisi olduğunu belirten Salman, “Nasıl yaşamın kendisi politikse beslenmenin kendisi de politik bir şey. Çünkü o beslenmeyi var eden şeyin kendisi devlet ve sermayenin iş birliği. Gebe kadının beslenememesi üzerinden bir erken doğum gerçekleşiyor. Ve bu aslında çocuğun daha anne karnındayken ihlalini getiriyor. Okula gitme oranının azalması, birçok çocuk beslenme götüremediği için evde kalıyor. Bu konuyla ilgili mülteci çocuklarla çok konuştum ve karşılaştığım annelerle de. Evde yapabildiği şey salçalı su. Verdiği şey salçalı suyken onu okula göndermesi mümkün değil. Okula gönderemediği için zaten çocuğu da okuldan almak zorunda. Su 7 lira olmuşken, bir hamburger 90 lira olmuşken bir çocuğa günlük kesinlikle 100 lira harcanması gerekiyor. Çocuk işçiliğinin artışı hakeza yine bununla çok bağlantılı. Çocuk yaşta evlilikler yani bir kap daha eksilmesi için yapabileceği hiçbir şey yok birçok mülteci ailenin. Bunların hepsi hem yani gerçek anlamda ‘korkunç’ ama kız çocuklarını satmak zorunda kalıyorlar. Çünkü en azından işte beş aylık, altı aylık bir gıda gelirini oradan aldıkları parayla karşılayabiliyorlar. Evdeki beş yaşında olan, üç yaşında olan çocukları besleyebiliyor bu sayede. Baba yetemiyor, anne yetemiyor bir yandan. Kimin kime gücü yeterse. Babanın anneye gücü yetiyor, annenin çocuklara gücü yetiyor ve böyle bir çember oluşuyor bu seferinde. Zaten aç olan çocuğun gözünü bile açamazken dersi dinleyip algılayabilceği bir şey olması çok da mümkün değil. Bunun en temel bir halk sağlığı sorunu olduğunu kabul edip buna böyle yaklaşmak ve bunun üzerinden bir şey üretmenin daha doğru ve gerçekçi olduğunu düşünüyorum. Yirmi bin öğrenci okulu bırakmış. Bu sadece ulaşılabilen rakamlar yani bunun çok çok üstünde bir rakam olduğunu hepimiz biliyoruz” ifadelerini kullandı.
‘’İKİ AYRI UÇ..’
Hatay depreminin ardından altı aylık bir süreçte gerçekleştirdikleri manifesto çalışmasını aktaran Salman, ulaşılan sonuca göre çocukların yüzde 8.9’unda zayıflık görüldüğünü belirtti. Bununla beraber yaş ilerledikçe kötü beslenme ve olumsuz yaşam koşullarıyla beraber aşırı kilo artışının da görüldüğüne değinen Salman, “Hep zayıflık, bitkinlik, çöküklük gibi düşünüyoruz ama iki ayrı uç oluşuyor. Bir yandan obezite çok gelişirken bir yandan da çok fazla zayıflık görülüyor. Bunların ikisi de sağlıklı beslenmeden kaynaklanmıyor. İkisi de aslında kötü beslenmeden, karbonhidrat kaynaklı beslenmeden kaynaklanıyor. Okul çağındaki çocukların dörtte birinin okula aç gittiği, yine çalışmalarda görülen şeyler”
‘BİZE BU HAKKI SAĞLAYACAK OLAN KAMU’
Gıda krizine yerel yönetimlerden çok devletin müdahale etmesi gerektiğinin altını çizen Salman, “Sisteme baktığımızda sistem hep anneyi suçluyor. Sistem hep bir şekilde babayı suçluyor. Ama sistem aslında aileden çıkarıp meseleyi devletin kendisini ya da kamunun kendisini suçlamakta. “Bir devlet, kendi coğrafyasında yaşayan bir çocuğu besleyemiyorsa bu hayatta neye yetebilir, diğer şeylere nasıl sıra gelebilir?” gibi bir soruyu ortaya atmak gerekiyor. Burada beslenme en temel insan hakkıysa ve bu hakkı bize sağlayacak olan şey de kamu. Yerel yönetimlerin en büyük sorunu bence bunu bir lütuf gibi yapmaları. Yerel yönetimlerin yaptığı iyi örnekler bulunuyor ama bence yapılış tarzı yanlış. Yeterliği de çok kısıtlı. Bu uygulamalar toplumun ne kadarına ulaşabiliyor? Yoksullukla mücadelede bu uygulamalar yeterli mi? Yurttaşların özne olmadığı alan veren ilişkisiyle, sadaka ilişkisiyle bunu çözebilir miyiz ya da bunu nasıl ortadan kaldıracağız? Beslenme kolisi ihaleleri gibi şirketlerin çıkarlarına dayalı bir sistemle toplumsal faydayı nasıl sağlayacağız? Bunların hepsi neoliberal politikaları hizmet ederken biz bu süreci nasıl yöneteceğiz? En sonunda da nasıl bir beslenme politikası izleyeceğiz? Bunlar en acil şekilde, en hızlı yapılması gereken ve ilk yapılması gereken şeyler.” ifadelerini kullandı.
‘GIDA HAKKI MÜCADELESİNİ HEP BİRLİKTE HERKES İÇİN BÜYÜTMEK’
Gıda krizinin çözülmesi için atılabilecek adımlara da değinen Salman konuşmasını şu sözlerle sürdürdü: “Bence mahalle mahalle ihtiyaçların ve tespitlerin yapılması gerekiyor. Bu hiç yapılamayacak bir şey değil. Bu seçim döneminde her mahallede bir seçim bürosu görmüşsünüzdür. Her mahalleye bir seçim bürosu kurabilen iktidar ya da yerel muhalefet partileri bunu yapabiliyorsa, niye her mahalleye uygun market açamıyor? Ya da her mahalleden rahatlıkla alışveriş yapabilecek ücretsiz alanlar açamıyor. Bunu yapan, ona kirayı yetiştiren buna da kirayı yetiştirebilir. Mahalleye girmek, o çocuğun derdini, o çocuk ne yemek ister, o çocuk nasıl bir dertte, o neden okula gidemiyor, neden mutsuz bunları sormak gerekiyor. Bence etnik kimlikler, coğrafi konum, nüfus da çok önemli. Adıyaman’a ilk gittiğimiz deprem döneminde kruvasan geliyordu. O çocuk hayatında kru3vasanı bir kere görmüş. Onu niye yesin? Nasıl yesin? Hiçbiri de yemiyordu. Yine açlardı. Onun yerine ekmek göndermek çok daha mantıklı gibi bir durum söz konusu. Milli Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Tarım Orman Bakanlığı birlikte çalışmak zorunda. Yani bir okula bir ücretsiz öğünün gitmesi öyle sadece şirkette yapılacak bir şey değil. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın bunu denetlemesi gerekiyor. Sağlık Bakanlığı’nın bunun her zaman tepesinde durması gerekiyor. MEB’in bunu takip etmesi gerekiyor. Kimlere nasıl yapılacak? Dağıtım aşaması nasıl olacak? Dil kullanımı nasıl olacak? İçeriklerin organizasyonu nasıl olacak? Her eve aynı gıda kolisini gönderiyoruz. Ama her evin aynı şeye mi ihtiyacı var? Bunu bilmiyoruz. Her bölgeye aynı gıda kolisini gönderiyoruz ama bunun içeriği ne bilmiyoruz. O çocuğun hastalığı ne bilmiyoruz. Bunların hepsi çok rahatlıkla gruplanabilecek ve ona göre bölgesel dağıtımlar yapılabilecek bir şey. Gezici sağlık ekipleri oluşturulabilir. Bu sağlık ekipleri çocukların beslenme yetersizliklerini ölçebilir ve bunun üzerinden politikalar gelişebilir. Pazarlarda çıkan atıklar değerlendirilebilir. Ekonomik sağlıklı menülerin oluşturulması sağlanabilir. Tarım arazilerinin ranta açılması engellenebilir. Bir sürü tarım arazisi var aslında belediyelerin kendi bünyesinde hepsi ya kiraya veriyor ya başka başka şeyler yapıyor üzerine. Bunun yerine orada hani gerçekten halkın yararlanabileceği bir alan oluşturulabilir. Gıda hakkı mücadelesini hep birlikte herkes için büyütmek en önemli adım olacak.”
_______________
(*) Bu dosya, Her Yer Çocuk Derneği ve İzmir Akademi’nin paydaşlığında Çember Çocuk Politikası Dergisi Söyleşileri kapsamında 16 Mayıs’ta düzenlenen etkinlikte Çember dergisi yazarları Hatice Göz, Dicle Dilan Salman ve Gamze Yeneş’in konuşmalarından derlenmiştir.
23 Nisan’da Koltuklar Şenlendi, Peki Şimdi Çocuklar İçin Neler Yapılacak?