Bozcaada’ya Gidebilmek

Koğuşun ışıkları sönmüş, kapı girişinin sağında duvar boyunca sıralı elbise dolaplarının karşısında yer alan ve cam kenarına kadar uzanan altı yataktan dördü hâlâ boştu. Koğuşun kapısı hafif bir gıcırtıyla açıldı. Birbiri ardına sessizce girdiler. En son giren Muzaffer, sesini iyice alçaltarak, “Dediklerimi düşünün, yarın daha detaylı konuşuruz” dedi. Yastıklara gömülen başlar, uykuya bu düşüncelerle daldı.

Birlikte geçirdikleri yatılı lise yıllarının ardından yiyip içtikleri ayrı gitmeyen dört arkadaş; Muzaffer, Ali, Sedat ve Fahri, birçoğunu hiç görmemiş olsalar da birbirlerinin aşkları, aile fertleri, her aile içinde yaşanan acı tatlı olayları, çatışmaları, memleketleri hakkındaki detaylı bilgilere varıncaya kadar hemen hemen her konuda bilgi sahibi olmuşlardı. Üç yılın sonrasında Harp Okulu kampını tamamlayıp, yemin etmişler ve artık gerçek birer asker olarak ilk eğitim ve öğrenim yılına başlamışlardı.

Muzaffer Bozcaadalı, orta hâlli bir ailenin tek çocuğuydu. Okula girerken, ailemizin ilk subayı olacaksın diye gururla uğramıştı ailesi onu. Ali, subay olan babasını küçük yaşlarda yitirmiş, meslek seçme şansını babasının izinden gitmek gibi bir ideale bağlamıştı. Sedat Ankaralı bir memur ailesinin iki oğlundan biriydi. Babası ile Liseye başlamış, O Harp Okulu’na girince babası da kadrosunda ilerleyebilmek için bu kez de üniversite sınavlarına girmiş ve başarıya ulaşmıştı. Birlikte mezun olacağız diyordu babası. Aralarındaki en sessizi olan Fahri, Erzincanlı bir hakimin oğluydu. Anlattıklarına bakılırsa, ailesinin ondan beklentileri oldukça fazlaydı. Niye olmasın ki, okula girerken ne demişlerdi; “Bu okul, bu ülkenin cumhurbaşkanlarının yetiştiği yerdir.” Evet, meclis de seçse, darbeyle de olsa devletin başında hep askerler vardı. Mustafa Kemal de okul yıllarından başlayarak, ülke sorunlarını dikkatle takip edip en yakın arkadaşlarıyla bunları tartışmamış mıydı? 

Ama bizim dört kafadarın kafasından geçenler bambaşka şeylerdi. Onlar ileride, belki onlarca yıl sonra yaşanacağı vaat edilen bu iddialı pozisyonların değil, hemen bu yılın hayallerini kuruyorlardı. Hayallerinde disiplin altında değil, tersine biraz da serserilikle özgürce yaşanacak bir hayat vardı. Üç ayın sonunda okulun disiplini ve alışamadıkları ağır ders yükü altında bunalmışlar, bir çıkış yolu arıyorlardı. Ne var ki, kampta ettikleri yemin, ailelerinin gelecek beklentileri ve okula girerken imzalanmış olan taahhüt belgeleri bu hayallerin önündeki en büyük engellerdi. 

Son birkaç gündür, kimden ne zaman çıktığı bir türlü hatırlanamayan bir düşünce akıllarını kemirmeye başlamıştı. Okuldan kaçmak. Bir gün Fahri, burada kalmak zorunda mıyız, diye soruvermiş, ardından tabi ya, burada kalmak zorunda değiliz ki, demeye başlamışlardı. “Burada kaldığımız her gün, bizi geri dönüşü zor bir hayatın parçası olmaya yaklaştırıyor” düşüncesi kafalarında olgunlaşmaya başlamıştı. Yeminden önce ayrılmamakla önemli bir hata yapmışlardı zaten, daha da fazla gecikmemeliydiler. 

Ama nasıl? Okulu terk edersek, ailemizin yüzüne nasıl bakacağız, eve dönemeyiz. Peki, nasıl geçineceğiz, nerde kalacağız gibi sorular hep boşta kalıyordu. Hiçbirinin elinden bir iş gelmezdi. Askerlikten başka bir şey öğrenmemişlerdi ki…

Tam da o günlerde Fahri’nin çok sevdiği on iki yıldır ailenin gözdesi olmuş kedileri Pamuk’un kaybolduğu haberi geldi. Fahri’nin dünyası kararmıştı. “Orada olsaydım kaybolmazdı, kaybolsa bile onu bulurdum” demeye, zaten kendini sığdıramadığı okul duvarları, üzerine üzerine gelmeye başlamıştı. Sedat, ailesinin karşı çıktığı akraba kızı çocukluk sevgilisi Leyla’ya kavuşabilme hayaline, okuldan kaçarak ulaşabileceğini düşünüyor, kaçma fikri, zihninde giderek güç kazanıyordu. Ali ise kaçıp da ne yapacağını bilmeksizin sadece okuldan uzaklaşma düşüncesine saplanıp kalmıştı. Muzaffer, aralarında en akılcı olanı gibi görünüyordu. Babasının zeytinliklerini genişletip buradan kendisine bir iş imkanı çıkarabileceğini düşünüyordu. Babasının sıklıkla dile getirdiği, “Toprak cömerttir oğlum, sen yeter ki emek ver ve onun verdiklerini aynı cömertlikle paylaş” sözlerinden güç alıyordu. Emek vermeye hazırdı ama ürünleri paylaşmak konusunda aynı kararlılıkta olduğu söylenemezdi. Arkadaşlarına bu düşünceyi nedense hiç açmıyordu.

Hafta içi bir araya gelip de yalnız kaldıkları her akşam, neredeyse okuldan kaçmak dışında bir şey konuşamaz hale gelmişlerdi. Hafta sonları ise izinli çıktıkları Ankara’da ya okul lokalinde bilardo oynuyor ya da Ali’nin aile evine gidip üstlerini değiştirip sivil kıyafetlerle gittikleri bir kahvede okey oynayarak sıkıntılarını atmaya çalışıyorlardı.  

İşte yine böyle bir hafta sonunda pazar akşamı okula döndüklerinde Muzaffer, son etüt saatinde dershanedeki sırasında kafasını önüne eğmiş, bazı hesaplamalar yapmış ve etüt biter bitmez kapıya çıkıp, arkadaşlarına ayrı ayrı seslenerek yanına gelmelerini istemişti. Birlikte bahçeye çıktılar. Harika haberlerim var diyerek başladı söze. 30 dakika içinde koğuşlara çıkmaları ve hazırlanıp yatmaları gerekiyordu. Hepsi merak içindeydi Fahri, “gecikmeyelim koğuşta daha işimiz var” deyince Sedat cevabı yapıştırıverdi. Ne olacak ki, zaten kaçmayacak mıyız? Gülüştüler. Muzaffer daha fazla bekletmeden devam etti. “Kaçınca ne yapacağımızı buldum. Hem de hep birlikte yapacağız, ayrılmadan.”

Akşamın karanlığında, hepsinin gözleri pırıl pırıl olmuş, yüzleri aydınlanmıştı. Son haftalarda içlerinde büyüyen sıkıntı nihayet son bulacaktı. Kafalarında günlerdir bekleyen sorulara tek başlarına veremedikleri cevabı şimdi Muzaffer sayesinde birlikte verecek, el ele verip yeni bir hayatın ilk adımlarını birlikte atacaklardı. Tüm dikkatlerini toplamışlar, onun ağzından çıkacak o mucizevi sözleri bekliyorlardı. Muzaffer bu anın tadını çıkarmak istercesine, ağır ağır etüt saatinde üzerinde çalıştığı kağıdı cebinden çıkarıp açtı ve “çok detaylı hesaplar yaptım, bütün olasılıkları dikkate aldım ve Bozcaada’da bir bilardo salonu açabileceğimiz sonucuna vardım” dedi. Kaç saat bilardo oynanacağını, ara boşlukları, yoğun saatleri, kaç masada, kaç saat okey oynanacağını, içilecek çay ve meşrubatı, merkezde açılacak olursa çevre esnafa satılacak çaya varıncaya kadar bütün hesaplarını, bir bir anlattı. 

Büyük bir yatırımın fizibilite raporunu başarıyla sunmuş gibi kendinden emin bir edayla başını kağıtlardan kaldırdı ve sordu, “Eee ne diyosunuz?” Kısa bir sessizlik oldu. Muzaffer sözlerini desteklemek istercesine, “Tamam ilk aylarda zorluk çekeriz ama sonrası rahat. Düşünsenize her hafta sonu sadece biz dört kişi ne kadar para harcıyoruz?” dedi. İlk soru Fahri’den geldi, “Bu hesaplarda, bizim masraflar yok… Yani ev kirası, faturalar filan…” Muzo onu da hesaplamış tabi “dükkanda yatıp kalkacaksınız… Llk aylar, belki bir sene filan” 

Dükkan bulunabilir mi, kış aylarında iş olur mu, yazın iş artar mı gibi soruların ardından esas soru geldi; Dükkanı hangi para ile açacağız?  Muzaffer, herkes payına düşen parayı bulacak dediği sırada yat borusu çalmaya başladı. Koğuşlarda ışıklar birer birer sönerken, dört kafadar, heyecanla çıktıkları bina kapısından bu kez, sevinç ve endişenin birbirine karıştığı karmaşık duygularla geri dönüyorlardı. Koğuşa girip de soyunup sessizce yataklarına girdiklerinde her birinin gözlerinin önünde ayrı bir Bozcaada hayali belirmişti. Muzaffer, kendi memleketinde bir iş yapacak olmanın heyecanı, babasından alacağını düşündüğü sermayeden emin ve arkadaşlarına yaptığı hizmetin rahatlığı ile daldı uykusuna. Ali, Sedat ve Fahri ise parayı nereden bulacakları sorusuna cevap ararken, yattıkları yerde defalarca bir sağa, bir sola dönmüşler, her dönüşlerinde ilk anda duydukları sevinç biraz daha azalırken, bir sonuca varamadan sıkıntılı bir uykuya dalmışlardı.

Ertesi sabah uyandıklarında koğuştan çıkana kadar birbirlerine günaydın demenin ötesinde bir söz etmediler. Akşam saatlerinde dersler bitip de yemek öncesi bahçede bir araya geldiklerinde günün sıkıntısı ile okulu terk etme fikri zihinlerinde yeniden ısınmaya başlamış, Bozcaada hayali üzerine yeni sorular ortaya atılmaya başlanmıştı. Ortaya çıkan her soru, Bozcada hayalinin gerçekleşme olasılığını biraz daha azaltmış olsa da onlar her akşam yeniden hesaplar yapmaya, sahilde içilecek şarapları, kapanış saati sonrası dükkanda geçirecekleri zamanları konuşmaya devam ediyorlardı. Adada yaşam hayalini her akşam yeniden kursalar da cevaplarını veremedikleri sorularla girdikleri yataktan, her sabah aynı sıkıntılarla uyanıyorlardı. Yan yana geldiklerinde kurdukları hayaller, yalnız kaldıklarında kendi gerçeklikleri karşısında tuz buz oluyor, yaklaşan ilk dönem sınavları onları sorumluluklarını düşünmeye zorluyordu. 

Nasıl olduysa günler içinde Bozcaada önerisi de okuldan ayrılma düşüncesi de konuşulmaz oldu. Dördü de bir süredir ihmal ettikleri derslere yetişip sınavlardan geçer not alma derdine düştü. Sadece bir gün kantinde otururlarken Sedat, “biliyor musunuz bugün yeni bir şey öğrendim, bir üstü şikayet etmek için şikayete konu olan olayın üzerinden 24 saat geçmesi gerekiyormuş.” Ali ekledi, “ben de önemli bir karar vereceksem, akşamları heyecanla değil, sabahları ilk uyandığımdaki duygularımla karar vermem gerektiğini öğrendim.”

Okulu terk etme cesaretini gösteremediklerini hiçbir zaman birbirlerine itiraf edemediler ve ne Ali ne Fahri, ne de Sedat hayatlarında hiçbir zaman Bozcaada’ya gidemediler.

Dondurma

Cömert

Gündemdekiler

Önceki İçerik
Sonraki İçerik