₺0,00

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

“Türk Basını Sağlıklı Bir Organizma Değil ama Umudumu Yitirmedim”

Türkiye’de gazetecilikte “ispat hakkı”, doğruları yazmanın bedeli, mesleğin romantik şövalyelik ile iç içe geçişi, genç yaşta Malcolm X ile röportaj, yazarlığın talepkarlığı, İsmail Cem ile TRT yılları, kültürel lokomotiflik yolunda ilerleyen bir zamanların kamu yayıncılığı, hayat galerisinde hayatı değiştiren makasçılar, gazetecilik-akademi evreni arasında yeni medya çağının tanıklığı ve memleket sınırları dışında var olabilmek… 

Meslekte yarım asrı deviren Emeritus Profesör Haluk Şahin’in Biz Kitap etiketiyle çıkan son kitabı Yarım Yüzyıllık Medya Yolculuğundan Anılar: Babıali’ye Son Tren’in anlattıklarının kabaca bir özeti yukarıdaki uzun cümle. 22 yıldır öğrencisi, asistanı, editörü olabildiğiniz bir insanla konuşmak, iletişimci olsanız dahi her zaman kolay olamayabiliyor. Ama yanınızda gam değil neşe dağıtan ve bunu yaparken düşündürebilen bir insan varsa işiniz bir parça kolaylaşabiliyor.

Anılara dayanan bir kitap “Babıali’ye Son Tren”. Ama aynı zamanda Türkiye ve dünya basınına, siyasetine, edebiyatına ışık tutan, hala mesleğin içine girmek isteyenler, o yoldan geçmiş olanlar ve yolun ortalarında daralıp nefes almayı hayal edenler için elzem bir kitap niteliğinde. Çünkü aslında tek bir kişinin hikayesini anlatmıyor. Yazına, edebiyata, gazeteciliğe ve kitle iletişimine dair 83’ünde hala üretebilen bu delikanlı duayenle yan yana geldiğinizde ise kitabın adının bitmek bilmeyen projelerinin berisinde kaldığını anlamak mümkün. Çünkü tren hala kararlıca ilerliyor… 

İlk kez 2022’nin kasım ayında Santral İstanbul’da “Babıali’ye Son Tren” projesini dinlediğim Şahin’le bu kez Beşiktaş’ın bir kafesinde buluştuk. Birkaç metre mesafedeki parkta, bir katalpa ağacının gölgesinde ise tamamladık söyleşiyi. Çoğumuz hodbin bir dünyada bir nevi meçhule doğru yol alırken; Şahin insanın her şeye rağmen kendi olabilmesi ve belki en mühimi kendi kalabilmesinin yollarını anlattı. Hayata, insana, siyasete ve elbette gazeteciliğe merakı olanlar, buyursunlar. Çünkü bir kitabın, bir mesleğin ve yaşamın konu edildiği bu söyleşi en azından enseyi karartmayacağınız başka bir dünyaya aralıyor kapıyı… 

RASYONEL BEŞİKTAŞLI HALUK ŞAHİN

Hocam hayatınıza dair pek çok kırılma anını sizden daha önce dinledim. Ama “Babıali’ye Son Tren” kitabında sizi yakından tanıyanların bile öğrenecekleri var. Mesela Beşiktaşlı Haluk Şahin bir zamanlar Fenerbahçeli miymiş?

Doğru. Hem de iyi bir Fenerbahçeliydi.

Nasıl oldu o dönüşüm?

İstanbul’da üniversitede olduğum yıllarda Daha sonra TSİP’in (Türkiye Sosyalist İşçi Partisi) genel sekreterliğini yapacak olan Yalçın Yusufoğlu dostumla beraber sabaha karşı erken saatlerde kalkıp Mithat Paşa Stadı önünde kuyruğa girer, Fener’in maçlarını seyretmek için beklerdik. Sonra biraz Bursasporlu olduk. Ardından uzun yıllar Amerika’da kaldım. Bu süreç içinde Fenerlilik duygusu tavsadı. Orada şunu hissettim. Ait olduğun yerin takımını desteklemenin tadı bir başka oluyor. Indiana’nın o zaman Bobby Knight’ın antrenörü olduğu Indiana Hoosiers diye çok iyi bir basketbol takımı vardı. Müthiş bir Indiana fanı haline geldik, o durumdan çok zevk aldım. Türkiye’ye döndükten sonra epeyi rasyonel şekilde kendime şunu sordum: “Ben nerede oturuyorum? Beşiktaş’ta! O halde Beşiktaşlı olacağım” dedim. Ve yavaş yavaş Beşiktaş’ı sevdim. Zaten Beşiktaş’ı sevdirmek için ideolojik propaganda yapan birtakım yazarlar vardı. Mümtaz Soysal gibi, “Beşiktaşlılık farklıdır” diyen yazarlar…

“Halkın yanında durmak” misali…

Hem halkın yanında durmak hem daha solda olmak. Yani ilkeleri olmak gibi… Bütün bunlar hoşuma gitti. İstanbul’da olduğum uzun yıllar boyunca hemen hep Beşiktaş semtinde oturdum. Bu arada Nokta Dergisi’nde genel yayın müdürü olduğum zaman birdenbire etrafımda çok sıkı Beşiktaşlı bir dost çevresi buldum. Onlarla beraber her hafta maçlara gitmeye başladım. Sevgi pekişti ve genişledi. O kültürün bir parçası oldum. Ama oğlum Emre tüm propagandalarıma rağmen Fenerbahçeli olmayı tercih etti.

BİR KAZA, BİR YOL, BİR AYDINLANMA

Hep gazeteci, yazar, televizyoncu, akademisyen kimliğinizle tanındınız. Ama henüz yolun başlarındayken yolunuz Eczacıbaşı’ndan geçmiş. Bu arada yolu sadece metafor olarak kullanmıyorum. O dönem yolunuzu sorgulamanıza neden olan bir yoldan çıkış da yaşandı sanırım değil mi?

Evet! Askerliği bitirdikten sonra iş aramaya başladım. Şakir Eczacıbaşı o dönem İstanbul sanat çevrelerinin yakından tanıdığı, çektiği fotoğraflarla dikkatleri çeken bir insandı. Orayla kurduğum bağlantının aslında bunun üzerinden şekillendiğini anlatmaya çalışıyorum. Mütercime ihtiyaçları olduklarını söylediler. Ben de askerliğimi mütercim olarak yapmıştım, gayet iyi bir para karşılığında iş teklif ettiler. Kabul ettim. Ancak Beyoğlu Üniversitesi’ndeki tahsilim de sürüyordu bir yandan. Sonraları Büyükelçi olacak olan Volkan Vural, profesör olacak olan Türkkaya Atöv, Abdi İpekçi’nin yeğeni Uğur Aker ile beraber… İstanbul’da yazar, çizer, şair, ressam, serseri takımıyla… Beyoğlu o vakit gerçekten bir üniversiteydi ve orada olağanüstü bir öğrenim gördüm. Sinemalarıyla, tiyatrolarıyla, yazarlarıyla, meyhaneleriyle vs. Bugünkü şahsiyetimin oluşmasında fevkalade payı vardır. İşte Eczacıbaşı’ndan kazandığım da bizim birtakım lükslerimizi karşılamaya yardımcı oluyordu. Lefter’in laternalı meyhanesine gider, orada rakıları çağırır, harikarya dansları oynardık. Murat Belge, Yalçın Yusufoğlu, Beşiktaş’ta basketbol oynamış olan Ersan Birol, Faruk Sipahi… Böyle bir grubumuz vardı. Bu böylece gidiyordu. Ama nereye gidiyordu farkında değildim. Kendisinden bir şeyler beklenenin ötesinde, kendisinden bir şeyler bekleyen bir insandım. Benim için kendim olmak her zaman en önemli sorunsalım olmuştur. Yani bu Haluk Şahin’e yakışır mı? Bu Haluk Şahin ne halt etmek istiyor? Bu Haluk Şahin bu durumda ne yapmalı? Yani kendim olmak sorunsalı beni hep bir ahlak gibi düzenlemiştir. Ama bir yandan akşam nerede sabah orada misali yaşıyordum. Sanki bizler varoluşçulardık, hayat böyle sürüklenip gittiğin bir şeydi. Ama öbür taraftan da seçim yapmanın çok önemli olduğu konusunda da uzun nutuklar dinliyor ve atıyorduk: Başıboşluk ve seçim yapmanın getirdiği sorumluluk. Aynı anda aynı ağızlardan çıkabiliyordu. Ankara’ya gittik. Yolun yarısından çoğunda direksiyon başında ben vardım. Ertesi sabah geri dönerken Gerede civarında Aktaş Deresi’ne uçtuk. Ben arka tarafına savruldum. Hiç kimseyi göremedim. Ayağımla arka pencereyi kırarak dışarıya çıktım, güneşi ve dünyayı gördüm. Birileri “Çıktı çıktı!” diye bana doğru gelmeye başladılar. 

O an bir nevi bir aydınlanma anı gibi miydi? 

O yoldan çıkış kendimi sorgulamaya yönlendirdi beni. Ondan sonra hayatımı daha düzenli, disiplinli bir şekilde yaşama kararını aldım. İşten ayrıldım. O kış Bursa’ya gittim. Avukatlık stajını bitirdim. Joseph Conrad’ın “The Nigger or the Narcissus” romanını Türkçe’ye çevirdim. Bir burs programına başvurdum, kabul edildim ve Amerika Birleşik Devletleri’ne gazetecilik üzerine master yapmaya gittim.

Bu, hayatınızdaki makaslardan biri sanırım değil mi?

Bu hayatımın en önemli makaslarından biriydi. Ben genel araziyi seçmiştim.  Ne olacağım? İş adamı olmayacağım. Ne olacağım? Doktor, mühendis, siyasetçi olmayacağım. Fikri yoğunluk gerektiren, iyi konuşma gerektiren, eli kalem tutmayı gerektiren, seyahat etmeyi gerektiren bir yaşam ortamında yer almak istiyordum. Geçmişten bugüne bakınca doğru karar aldım kanaatindeyim. Ailemin benimle ilgili başka arzuları vardı belki ama bende kendimlik bilinci oluşmuştu. Okudum, yazdım. Belki gazeteci belki edebiyatçı olacaktım. Ama tek bildiğim yazıyla çiziyle uğraşacaktım,

Ki; bunların hepsini yaptınız…

Evet. Tek radyoculuk yapmadım. Radyoya saygı duymadığım için değil. Hani Gökmen Karadağ olsan, radyocu olmasan o vakit radyoculuğa ihanet edersin. O yüzden Gökmen’e “Senin ses bende olsaydı neler neler yapardım!” derim hep.

MALCOLM X, ABDİ İPEKÇİ VE BEYAZ ADAM

Fakültedeki odanızın kapısında bir fotoğraf canlanıyor gözümde: Genç gazeteci Haluk Şahin ve Malcolm X. Babıali’ye Son Tren’de de bahsetmişsiniz. Röportajın hikayesi, sonrasında yaşananlar ve şüphesiz Malcolm X’in beyaz adamlıkla ilgili o çarpıcı sözleri… Biraz bundan bahsedelim… 

Malcolm X, 20. yüzyıl Amerika tarihinin en önemli iki siyahi liderinden biridir. Biri Martin Luther King, diğeri kendisi… Malcolm X o zaman Amerikan Müslümanlarının önemli bir kesiminin lideriydi ancak çok tartışılan bir figürdü. İngiltere’de Manchester Üniversitesi’nde Malcolm X’in konferans yapacağını biliyordum. Gazeteciler için tesadüfler çok önemlidir. İlki o sırada kentte ağabeyimi ziyaretteydim. İkincisi, İstanbul’dayken ünlü Amerikan romancı James Baldwin’in “The Fire Next Time” kitabını almıştım. Kitap Amerika’daki siyahların yaşadıklarını, zorluklarını anlatıyor, bu işin uzlaşmayla olamayacağını söylüyordu. Çok da iyi yazılmış bir kitap. İngiltere yolculuğum boyunca trende tesadüfen o kitabı okumuştum. Sonra karşıma Malcolm X çıktı. Tesadüfe, şans ve cesaret eklendi. Ağabeyime “Hemen bir fotoğraf makinesi buluyoruz” dedim. O fotoğrafçım olacak ben de gidip Malcolm X ile konuşacaktım. Konferansın ardından kendisine yaklaştım. Türkiye’den geldiğimi söyledim. Ve ilk soru olarak şunu sordum: “Siz beyazların şeytan olduğunu ifade ediyorsunuz. Bundan ötürü ağır saldırılara uğruyorsunuz. Biz Türkler hem Müslüman hem beyazız. Ben de şeytan mıyım?” Çarpıcı bir yanıt vermişti: “Avrupalıların sizi gerçekten beyaz olarak gördüğüne emin misiniz?”

Bugün bile neredeyse geçerliliğini koruyan bir yanıt sanki…

Kesinlikle. Sonrasında taviz vererek özgürlüklerin kazanılamayacağını, mutlaka geniş kapsamlı mücadele yapılması gerektiğini söyledi. “Parça parça özgürlük olmaz” dedi. O dönem bir başka şansım Milliyet Gazetesi’nin başında Abdi İpekçi gibi gerçek bir gazetecinin olmasıydı. Kültürlü, dünyayı tanıyan, neyin iyi neyin kötü olduğunu ayırt edebilen biri. İngiltere’de haberi el yazısıyla yazdım, fotoğrafları ekledim, bir zarfa koydum. “Sayın Abdi İpekçi, Nuri Osmaniye Caddesi, filanca numara” diye. Sonra Türkiye’ye döndüm. Bir gün baktım Milliyet röportajı birinci sayfadan yayınlamıştı. Bir hafta sonra kapım çalındı, baktım postacı: “Haluk Şahin’e teslimat var” Milliyet Gazetesi telifimi ödüyordu. Bütün bunlara günümüzün ölçütleriyle bakıldığında… 

Tam da onu soracaktım. Böyle bir şey mümkün olabilir mi?

Çok güç. Tek tek gazetecilerin, tek tek liderlerin, tek tek kamu önderlerinin ne kadar önemli olduğunu göstergesi ortaya çıkarıyor. Çünkü siz örnek oluyorsunuz. O yüzden tanındık bir gazeteci olduktan sonra bana gelen hiçbir mektubu, söyleşi talebini, konuşma isteğini yanıtsız bırakmadım, gençlerle hep bir araya geldim. Belki çok kötü gazetecilerle karşılaştıktan sonra o görüştüğün genç “Dur ya böyle farklı gazeteciler de var mı?” diyecek. Abdi İpekçi benim için o rolü oynamıştır. Okurlara çöp muamelesi yapmanın, nasılsa okuyacaklar muamelesi yapmanın ne kadar yanlış olduğunu gördüm. 

“GAZETECİLİK HÂLÂ ROMANTİK ŞÖVALYELİK”

Bu çok önemli. Peki gazetecilik dünden bugüne baktığınızda hâlâ romantik şövalyelik mi? Yoksa naif bir inattan mı ibaret gazeteciliği romantik şövalyelik olarak görmek?

Hâlâ romantik şövalye söylemimde ısrar ediyorum. Günümüzde enformasyon çok el değiştiriyor. Enformasyon alanının genişliği ise bir insanı gazeteci yapmaya yetmiyor. Aslında hiçbir zaman yetmedi benim görüşüme göre. Bilgiyi değerlendiren insan, onu yazıya döken insan eğer onu gerçekleri ortaya çıkarmak değil örtmek amacıyla kullanıyorsa, iletişim güçlerinden değil, anti-iletişim güçlerinden yana tavır almış oluyorlar. Onlar bırakınız romantik şövalye olmayı, hainler, kötü adamlardır. Bizim meslekte kötü adamlarla iyi adamlar arasındaki mücadele tefrikaya açıktır. Eğer siz halkın gerçekleri öğrenme amacıyla hareket etmiyorsanız, hakikatin daha iyi anlaşılması amacıyla kullanmıyorsanız, tam tersine hakikati bulandırmak, insanların gerçekliği anlamasına engel olmak amacıyla kullanıyorsanız o zaman o mesleğin içinde değil aksine o mesleğin düşmanısınız. Bırakın romantik şövalye olmayı hainsiniz. Bu konuda çok netim. Ahlaki olarak seneler içinde giderek daha fazla netleştim.

“TEKNOLOJİ DEĞİŞİR AMA İNSANIN ÖZÜ DEĞİŞMEZ”

Yine kitaptan bir anımsatma yapayım size epeyi geçmişe giderek… Lisedeki Haluk Şahin, “Çağımız yenileşme çağı. Bu yüzyılın insanı olabilmek için her an bir yeniliğe hazır olmamız gerekir” diye yazmış Bursa’da edebiyat dergisine. Bugünse “Her şey değişikçe ne kadar aynı kalıyor” diyorsunuz. Gerçekten öyle mi? Nedir bu dilemma?

Bu yenileşme ile ilgili olarak söylediğim lafları günümüzde en az 20 ile çarpabilirsin. Çünkü çok daha hızlı değişiyor bazı şeyler. 

Ama bir yandan da…

Buna karşılık ise temel insani değerler hiç değişmiyor. Benim Homeros hayranlığımın temel nedenlerinden biri şefkat, çocuk sevgisi, barışı özlemi, kötülüğe karşı çıkış gibi temel insani değerlerin aynen orada bulunduğunu, onların çeşitli şekillerde, çeşitli mücadelelerden sonra günümüze kadar geldiğini görüyorum. Diyorum ki, bizi insan yapan şeyler var. Ama bizi kötü insanlardan ayıran çok temel şeyler var. Bunlardan biri yalan söyleyenler, gerçekleri saptıranlar. Bir başkası, ihtiyarlara ve çocuklara bile bile kötülük yapanlar. Bir başkası, tıp ve adalet gibi kutsal kavramları, parasal çıkarları veya diğer türden çıkarları için kullananlar. Anlatabiliyor muyum? Adaleti ayaklar altına almak o zaman da büyük günahtı. Şimdi de büyük günah. Hiçbir mazeret bana çocukların intikam amacıyla öldürülmesine hakkı gösteremez. 

Filistin’de olduğu gibi…

Evet, İsrail konusundaki tavrımın temel çıkış noktası da budur. Geçmişte ne oldu? Gelecekte ne olacak? İnan hiç umurumda değil. Günümüzün daha netleşmiş ve sertleşmiş, belki biraz Kantçı felsefe anlayışı içinde “Bu yanlıştır” diyorum. Bu yanlışı hiçbir şekilde savunamam. Bu yanlışın bazı şeylerin haklı gösterilmesi için kullanılmasına taraftar olamam. Bunu iletişimde özellikle bütün hayatım boyunca uyguladım. Mutlaka yanlış cümleler yazmışımdır, mutlaka birtakım insanları üzmüşümdür. Ama hayatımda, 50 senelik gazeteciliğim boyunca bile bile tek yalan söylediğimi hatırlamıyorum. Bu benim yasaklarımdan biriydi. Bundan dolayı çok memnunum. Çünkü hiç kimse unutmasın ki; yalanlar insanı daima takip eder, peşinden gelirler. 

“BABIALİ KEVGİR GİBİDİR, YALAN ÖLDÜKTEN SONRA BİLE PEŞİNİZDEN GELİR”

Belki basit gibi görünen ama aslında önemli bir örnek anımsıyorum kitaptan. Ki; kitap yayımlanmadan önce de benzeri örnekleri konuşmuştuk. Nokta Dergisi günlerinizde küçük çaplı kamuoyu araştırmalarının saptırılmak istenmesi mesela… 

Evet! O dönem “İstanbul’da suların kesilmesinden kim sorumlu?” gibi sorular soruyoruz. Ben boşta olan muhabirleri görevlendiriyorum. 100 kişiye falan telefon ediyorlar.

Sonra size neden bunun için kaynak ve zaman ayırdığınız söyleniyor sanırım.

Evet! Belediye mi? Devlet mi? Yoksa suç su şirketlerinde mi? Ercan Arıklı geldi, “Oturup bir şeyler yazıver, yüzde 70 belediyeyi suçladı, yüzde 30 şunu bunu” dedi. “Ercan, bu söylediğini ne sen söylemiş ol ne ben bunu duymuş olayım. Çünkü bu duyulduğu anda peşimizden gelir. Hatta biz öldükten sonra bile peşimizden gelir” dedim, reddettim. Babıali bir kevgir gibidir. Bir taraftan her şey çok gizli bilmem ne fakat bir taraftan herkes, her şeyi bilir. 

“ÇOK GÜVENDİĞİMİZ BİRİNİN BİLE TROL OLABİLDİĞİ BİR DÖNEMDEYİZ”

Bugünün medyasına bakıldığında sadece Babıali bağlamında değil, uluslararası ölçekte de basının belli çıkar gruplarıyla ilintisi olduğunu çok daha net görüyoruz. Hem siyaseten hem iktisadi anlamda. Buradan hareketle en şövalye soruyu sorayım: Tek başına gazetecilik mümkün mü? Günümüzün ileri teknolojisi ve gerileyen demokrasi ortamında ikisini bir arada göz önünde bulunduralım. Siz Babıali’ye Son Tren kitabında seneler evvelinden Isidor Feinstein Stone örneğini veriyorsunuz. Izzy diye bilinen Amerikalı soruşturmacı gazeteciden söz ediyorsunuz. 18 yıl boyunca I.F. Stone Weekly’yi tek başına yayınlıyor. Sınırlı olanaklara rağmen sadece gazetecilik yaptığı için iyi haberler yakalıyor. Siz ise dünden bugüne bir bakış atıp “İnternet gazeteciliği I.F. Stone’larını arıyor” diyorsunuz. Tekraren soruyorum. Böylesi bir gazetecilik gerçekten mümkün mü? 

I.F. Stone’a tanışmadım ama I.F. Stone’un öğrencileriyle ahbaplık ettim ABD’de. I.F. Stone günümüz açısından hala olumlu bir örnektir. Haberlerini yazıp, metinleri mimeograftan (teksir makinesi) geçirip, onları zarflarının içine koyup abonelerine gönderiyordu. Kaç aboneye gönderebilir? Bazen eşi yardım ediyordu, bazen tamamen kendisi bunu yapıyordu. Taş çatlasa 300 kişi-500 kişi…

Ama hangi 300-500 kişiye gönderdiği mi önemliydi?

İşte o çok önemliydi. Aralarında Eleonor Roosevelt de var, İngiliz Kraliçesi de vardı. Etki alanı geniş kişiler ama yine de sınırlıydı. Günümüzde sosyal medyada bunu çok daha yaygın bir şekilde yapabilmek mümkün. En fazla 300 kişiye yazdıklarımı her hafta gönderdiğim bir blogum var. Bir buçuk yıldır çıkıyor. İnanılmaz bir etki görüyorum. Yaşlı ve deneyimli bir gazetecinin işleri bunlardır zaten. Bizim böyle gidip ön saflara gidip en gizli belgeleri gerekirse çaktırmadan alarak haber patlatmak gibi lükslerimiz artık geride kaldı. Ama biz yalanları gördüğümüz zaman o yalanları söylemekte hükümlüyüz. İki belge gördüğümüz zaman ikisi arasındaki çelişkiyi görebilecek deneyime ve keskin gözlere sahibiz her şeye rağmen. Bütün bunların yapılabilmesi mümkün ve kısmen de yapılıyor. Yani bugün Türkiye o açıdan şanslı. Bütün dünya bu açıdan şanslı. Yeter ki öyle bir kültür olsun. Ama ne oluyor? O insanları çevreleri veya güç odakları bir şekilde etkilemeye çalışıyor. Bazen bu çok başarılı oluyor. Ama bir bakıyorsunuz çok güvendiğiniz bir insan günün birinde küfürbaz bir trol olmuş çıkmış. Yani soruşturmacı gazetecinin geleceği diye şey ettiğiniz bir insan.

Kimden bahsettiğinizi biliyorum sanırım…

İsim anmaya gerek yok ki! Ama var bunlar! Gerçekleri ortaya çıkarmak değil, gerçekleri karartmak için, gerçek tartışmayı örtmek için çabalıyorlar. Bu mesleği yapıyorsanız, bugünün dünyasında “Ben gerçekleri biliyorum ama yayınlayacak yerim yok” deme lüksüne sahip değiliz. Bahsettiğim profiller dünyanın her yerinde. Ama bakın, Türkiye bu bakımdan çok daha şanslıyız. 

Nasıl?

Hepimizin elinde hakları var. Birazcık hukuk biliyorsan, o akşam gelip seni alıp götürmelerine engel olacak bir dille de istediğini ifade edebilirsin. Ben hukuk okudum. Ben her şeyi söylerim. Ama nasıl söylediğim önemlidir. “Bay alçak” demem de insanın insaf duygusunu zedeliyor derim mesela. Yine de kurumsal gazetecilik, büyük medya şirketleri ve medyanın habercilik geleneği tahrip edilmiş olduğundan uzun vadeli soruşturmacı, araştırmacı, gazetecilik yapabilmek son derece zor.

Bunun için cesaret, akıl kadar kaynak da gerekiyor… 

Kaynak şart. Ve zaman! Bir haberin üzerine 6 ay çalışacak, 8 ay çalışacak, belki bir muhabirin değil, üç muhabirin ve iki editörün hep birlikte çalışacak. Mümkünatı yok Türkiye’de. Dünyada da giderek daha az mümkün hâe geliyor. O yüzden büyük olaylar patlak verdiğinde gazeteler, televizyonlar, ajanslar, basın kuruluşları iş birliği yapıyor. Herkes birkaç kişi gönderiyor. Ortaklaşa bir haber çıkıyor. Ama orada soruşturmacı, araştırmacı gazeteci en büyük yakıtlarından biri olan haber atlatma özelliğini yitiriyor. Ben Türkiye’de çok izlenen Arena programının on yıl editörlüğünü yaptım. Hiç kimsenin vermediği haberleri vermek -öyle bir gazetecilik kültüründen geldiğimizden dolayı- bizi gönendiren bir şeydi. Şimdi bunu yapabilmek çok zor. Ama yine de yiğit çocuklar var. Türkiye’nin büyük kahramanları nerede biliyor musun? Bizim her zaman doğruları söylemek adına hapse girmeyi göze alan 200 insanımız var. Pek çok ülkede bunu göremez. Arthur Miller buraya geldiğinde, basın özgürlüğünün eksikliklerinden söz ettikleri zaman “Hiç olmazsa sizi ciddiye alıyorlar” demiş. Yani O kadar büyük bir yalanlar şatosu olabilir ve söylediklerini ciddiye bile almazlar. Yani bir nokta geliyor. Hapse de girseler ciddiye alınıyor Türkiye’de kimi gazeteciler. Bunlar kolay şeyler değil. Her an içeriye atılma tehlikesi önünde dururken doğru, dürüst, belgeli haber yapmak. 

Ve sırf toplumun yararı için, halkın gerçekleri öğrenme hakkı için bunu yapmak… 

O yüzden herkes basını yerden yere vurmaya çok teşnedir. Ben onlardan biri değilim.

“ESKİDEN GAZETECİLİK RUHU VARDI, ÇOK ESKİDEN…”

Geçtiğimiz aylarda “İletişim Duayeninden Tüm İletişimcilere Açık Mektup” yayımladınız. Kitle iletişim doktoranızın 50. Yılında… “En büyük kayıplarımız, kaybettiğimizin farkında olmadıklarımızdır” diyorsunuz. Mesleğe ilk başladığınız yıllardan bugüne sizin de vurguladığınız gibi kuşkusuz pek çok değişti. Ne değişmedi ya da değişmemeliydi? Nedir mesleğin farkında olmadan kaybettikleri?

Gazetecilik ahbaplığı diye bir şey vardı. Nerede çalışsan çalış Herkes gazeteciydi, birbirlerine destek de çıkardı. Ortak bir gazetecilik ruhu vardı. Gazetecilik ilkelerini ihlal edenlere sihirbaz&sevimli adam muamelesi yapılmazdı. Bu Özal dönemiyle beraber değişti. “Sat da ne pahasına olursa olsun sat” hikayesi çıktı ortaya. Bunu kaybettiğimizin bir farkında bile değiliz.

Dünün ayıbı bugün normalleşti mi diyorsunuz?

Evet. O zaman bir gazetenin genel yayın müdürü, yazı işleri müdürü, muhabirler hep birlikte aynı yerde kafayı çekerlerdi. 

Temelinde usta-çırak ilişkisinin olduğu bir meslekte alaylı da olsanız okullu da olsanız hem usta-çırak ilişkisinin kalmadığı hem sanki askeriyedeymişçesine ast-üst ilişkisine dönüştüğü bir kutuplaşma mı yaşıyor Türkiye’de gazetecilik?

Kısa bir yanıt vereyim. Türk basınını sağlıklı bir organizma olarak görmüyorum. Çok ağır hastalıklı. Patates gibi yamru yumru. Amerika Birleşik Devletleri’nde o hala belirli ölçüde devam ediyor. Orada da ağır yaralar aldı. Bir yandan teknolojinin değişmesi, bir yandan neoliberal kapitalizmin bütün değer sistemlerine el koyması dolayısıyla… Vaziyet bu ama karamsar değilim, her halükârda…

Şam Eski Büyükelçisi Çelikkol: “Normalleşme Suriyeli Muhalifleri Memnun Etmedi”

Bir NATO Zirvesi’nin Yansımaları

Prof. Askari: “Yeni Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan, İran’ın İmajını Düzeltebilir”