İki Liderin “Kanlı Kumarı”: Erdoğan ve Netanyahu Seçimleri Nasıl Tersine Çevirdi?

Aşırı sağ, faşizm, otoriter iktidarlar, nefret söylemleri, göçmen karşıtlığı… Bahsi geçen kavramları günümüz siyasal atmosferinde sıklıkla duymaya başladık. Çünkü dünyada ve özellikle Avrupa’da aşırı sağın ve “otoriter” liderlerin yükselişte olduğu bir dönemden geçiyoruz. Bu durum, bahsi geçen önemli kavramların birbiriyle karıştırılmasıyla sonuçlanabiliyor.

Kavramların özünü ve içeriğini anlayabilmek için genel anlamda aşırı sağa ve otoriter iktidarların “ne” olduğuna ve neler yaptığına odaklanmak meseleyi açabilmek açısından önem taşıyor. Bu bağlamdaki çalışmalardan biri olan, Karabekir Akkoyunlu ve Yusuf Sarfati tarafından yazılan “Blood gambit: how autocratizing populists fuel ethnic conflict to reverse election setbacks- evidence from Turkey and Israel* isimli makale Türkiye ve İsrail’de gerçekleşen iki seçime odaklanıyor. Bu iki seçimde iki liderin kaybedilen seçimlerin ardından hangi hamleleri yaptığını ve bu hamlelerin uzun vadede nasıl benzer sonuçlar elde edip etmediğini inceliyor.

İlk seçim Türkiye’den. Bilindiği üzere 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından Adalet ve Kalkınma Partisi (Ak Parti) hükümeti kurabilmek için mecliste yeterli çoğunluğa ulaşamamış ve 1 Kasım 2015’e giden, katliamların ve bombalı saldırıların olduğu bir süreç yaşanmıştı. Sürecin ardından gerçekleşen seçimlerde Ak Parti çoğunluğu elde etmiş ve hükümeti kurmayı başarabilmişti.

İkinci seçim İsrail’den. 23 Mart 2021’de düzenlenen erken seçimlerde Netanyahu çoğunluğu elde edememiş ve muhalefet ile koalisyon görüşmelerini sürdürmüştü. Süreç devam ederken Netanyahu, Filistinlilere yönelik baskıyı ve şiddeti artırmış, etnik ve dinsel çatışmaları körüklemişti.

Günümüz dünyasında aşırı sağın ve otoriter iktidarların yükselişi ne anlama geliyor? Bahsi geçen iki seçim ve ardından yaşananlar hangi ölçüde benzeşiyor? Dünya genelinde benzer durumlar tekrar yaşanabilir mi? Konuyu SOAS Londra Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden akademisyen Karabekir Akkoyunlu ve Illinios Eyalet Üniversitesi Siyaset ve Yönetim Bölümü’nden akademisyen Yusuf Sarfati  ile konuştuk.

“AŞIRI SAĞIN GÜÇLENMESİNDE SİYASİ AKTÖRLER DE ROL OYNUYOR”

Dünya genelinde bir süredir aşırı sağ partilerin ve otoriter liderlerin yükseldiğini gözlemliyoruz. Öncelikle, dünya genelindeki bu durumu nasıl değerlendirmeliyiz?

Karabekir Akkoyunlu

21.yüzyılda aşırı sağ partilerin güçlenmesini açıklamak için üç temel tez kullanılıyor. Birincisi ekonomiyi merkeze alan bir anlatı. Batıda küreselleşmeden zarar gören, işlerini otomasyona ya da ucuz iş gücüne kaybeden mavi yakalı işçilerin aşırı sağ partilere yöneldiklerini iddia eden bir tez bu. Kapanmaya yüz tutmuş kömür madenlerinde ya da ağır sanayide çalışan işçilerin, söylemini küreselleşme karşıtı bir eksene oturtan aşırı sağ partilere oy verdikleri iddiası. Neoliberal düzendeki emek sömürüsünün ve sosyo-ekonomik eşitsizliğin artmasının günümüzdeki birçok çalkantıda önemli bir rol oynadığı doğru. Zaten aşırı sağ da söylemini küreselleşme karşıtlığı ya da küreselleşmenin bir bileşeni olarak gördüğü göçmen karşıtlığı üzerinden kurmakta. Ancak bu tezin açıklayamadığı durumlar da var.

İkinci tez, bu partilerin kültürel bir tepkiyi temsil ettiği yönünde. Sanayi sonrası toplumlar, özellikle de genç nesil, birçok konuda özgürleşti. LGBTİ kimliklerinin tanınması, kadınların, azınlıkların eşit ve adil temsil konusunda hak talep etmesi, imtiyazlı kimliklerin kabul görmeyip sorgulanması devrim niteliğinde değişimler. Pippa Norris ve Ronald Inglehart gibi siyaset bilimciler, aşırı sağın bu hızlı değişime tepki olarak yükseldiğini öne sürüyor; esas olarak kültürel imtiyazlarını kaybetmekle karşı karşıya olanların verdiği bir tepki. 

Üçüncü tez ise iletişim teknolojilerindeki hızlı dönüşüme odaklanıyor. Buna göre, sosyal medya ve internet ortamında geleneksel medya, bilgi ve iletişim üzerindeki egemenliğini yitirdi. Eskiden marjinal sayılan söylemler sosyal medya aracılığıyla kolaylıkla yayılabilir oldu. Bundan her türlü söylem yararlansa da algoritmaların karmaşık meselelere öfkeli, suçlayıcı, basit cevaplar sunan aşırı sağ söylemleri özellikle popülerleştirdiğini söylemek mümkün. Yani “post-truth” çağının kazananı aşırı sağ diyebiliriz.

Bunlar birbirini tamamlayan tezler ve hepsi belli ölçüde açıklayıcı. Ancak aşırı sağın güçlenmesinde siyasi aktörlerin de rol oynadığını düşünüyoruz. Merkezin zayıfladığı bu dönemde, özellikle geleneksel sağ partiler ya aşırı sağ ile yarışabilmek için kendileri katı göçmen karşıtı söylemleri kullanıyor, ya da aşırı sağ partileri normalleştirerek bunlarla ittifaka gidiyor. Bazı merkez sağ partiler ise, aşırı sağ figürlerin partilerini ele geçirmesine izin veriyor. ABD’deki Cumhuriyetçilerin Trump’ın yükselişine ses çıkartamayıp partiyi aşırı sağ bir parti olarak yeniden dizayn etmesine izin vermesi buna bir örnek.

“‘KANLI KUMAR’ TOPLUMLARA TRAVMA YAŞATIYOR”

Yayımladığınız çalışma iki farklı ülkeden iki farklı lidere ve iki seçime odaklanıyor. Ancak benzer sonuçların çıktığını görüyoruz. Popülist ve otoriter liderlerin farklı ülkelerde benzer yöntemler kullanması ve sonuç alması ne ifade ediyor?

Yusuf Sarfati

Araştırmamız otoriter eğilimli popülist liderlerin iktidarlarını korumak için kullandıkları antidemokratik uygulamalara odaklanıyor. Çalışmamızda siyaset bilimci Cas Mudde gibi popülizmi söylemsel düzeyde tanımlıyoruz. Popülistler toplumu iki kampa ayırıyor: Bir tarafta “halk” ve diğer tarafta “elitler” var. Bu normatif bir ayırım, yani halk her zaman haklı, saf ve iyi. Ve elitler, ki içine gazeteciler, akademisyenler, bürokratlar, iş çevreleri, kimi isterseniz koyabileceğiniz bir küme, her zaman kötü, yozlaşmış ve ihanet halinde. Popülist liderler, bu ikiliği öne sürerek, halk iradesini sadece kendilerinin temsil ettiğini ve kendilerine karşı çıkanların halk düşmanı olduğunu iddia ediyor. Popülizm hem sol hem sağ siyasette görülebiliyor, ancak popülizmi yabancı ve/veya azınlık düşmanlığı içeren bir milliyetçilik ve otoriter bir dünya görüşü ile birleştiren partiler aşırı sağ partiler.

Otoriter eğilimli popülist partiler iktidara geldikleri zaman demokrasiyi aşındıran uygulamalara girişiyorlar. Siyasi, sivil, yasal, ya da uluslararası denetleme mekanizmalarını zayıflatarak, sadece kendilerinin temsil ettiğini iddia ettikleri “halk iradesinin” denetlenmesini ya da dengelenmesini zorlaştırıyorlar. Mahkemeleri işlevsizleştiriyorlar, hukuk sistemini politize ediyorlar, sivil toplum ve medya gibi denge denetleme mekanizmalarına kısıtlamalar getiriyorlar, muhalif parti ve kurumları devlet sopasıyla yıldırıp, uluslararası hukuk kurumlarını işlevsiz kılmaya çalışıyorlar. Seçim kaybettiklerinde ve iktidarı kaybetmeleri söz konusu olduğunda ise seçim sonuçlarına hile karıştığını iddia edip taraftarlarına ayaklanma çağrısı yapıyorlar.

Makalemizde, 2015 Türkiye ve 2021 İsrail seçimlerine odaklanarak bu literatüre katkı sunduğunu düşündüğümüz, “kan kumarı” adını verdiğimiz bir yöntemi irdeledik. Bu yöntem, seçim sonucunda hükümet kuramayan otoriter eğilimli popülist liderlerin, ülkede etnik çatışmayı körükleyerek muhalefetin koalisyon kurma çabalarını başarısız kılmaya ve milli duyguların kabardığı bir ortamda düzenlenecek yeni bir seçimle iktidarı elde tutmaya çalışması üzerine kurulu. 2015’te Erdoğan, 2021’de ise Netanyahu bu yönteme başvurarak iktidarlarını muhafaza etmeye çalıştılar.

İsrail ve Türkiye ilk bakışta birbirine benzemeyen iki ülke de olsa, aslında karşılaştırmaya elverişli vakalar. Seküler ve modernleştirici milliyetçiliği merkeze alan kurucu ideolojileri, egemen ideolojiler altında kendi vatandaşı olan Filistinlilere ve Kürtlere uyguladıkları dışlayıcı, baskıcı politikalar ve son dönemde iki ülke siyasetine damga vuran otoriterleştirici sağ popülist liderler bu karşılaştırmanın esas öğeleri. 

Öte yandan, bu benzerliklere rağmen, muktedirlerin kan kumarı iki ülkede kısa vadede farklı sonuçlar doğuruyor. 2015’te çatışma, terör ve yükselen milliyetçilik ortamında tekrarlanan seçimleri Erdoğan ve AKP kazanırken, 2021’de İsrail’de benzer bir ortamda Netanyahu’ya karşı sekiz partinin bir araya geldiği bir koalisyon kurulabiliyor ve Netanyahu bir süreliğine iktidarı kaybediyor. Çalışmamızda bu farklılığı otokratikleşmenin seviyesi ve parti sisteminin bölünmüşlüğü üzerinden açıklıyoruz.

Son olarak makalede şuna dikkat çekiyoruz. Sağ popülist liderlerin kan kumarı kısa vadede başarısız bile olsa, uzun vadede ivme ne yazık ki onlardan yana görünüyor. Öncelikle, kendilerine karşı kurulan “gökkuşağı” koalisyonlarını sürdürülebilir ve başarılı kılmak imkânsız değilse de çok güç. İsrail’de Netanyahu’nun yalnızca bir buçuk yıl sonra, İsrail tarihinin en radikal sağ ittifakını kurarak yeniden iktidara dönmesi buna örnek. 

İkinci ve belki de daha önemlisi, kısa vadede siyasi sonucu ne olursa olsun, “kan kumarı” toplumlara travma yaşatıyor ve radikalleştiriyor. Ayrışmayı, güvensizliği körükleyerek militarist milliyetçiliği merkeze taşıyor. Türkiye’de son dönemde iyice egemen olan aşırı milliyetçiliği, özellikle de Netanyahu’nun 7 Ekim saldırıları sonrası Gazze’de sürdürdüğü yıkım ve katliam politikasına İsrail’de verilen toplumsal desteği anlamak için bu liderlerin yakın geçmişte uyguladığı kan kumarına bakmak gerektiğini düşünüyoruz.

“BENZER DURUMLARI GELECEKTE DE GÖREBİLİRİZ”

Son olarak, mevcut bulgular ışığında dünyada gerçekleşecek yeni seçimlerde bu tarz “uygulamaların” tekrarlanabileceğini hatta yeni yöntemler eklenebileceğini öngörebilir miyiz?

Öngörebiliriz. Bugün küreselleşme dediğimiz olgu siyasetin küreselleşmesini de beraberinde getiriyor. Nasıl ki dünyanın çeşitli yerlerinde meydana gelen- Arap ayaklanmaları, Gezi Parkı, Occupy Wall Street gibi- özgürleşmeci protesto hareketleri benzer taktikleri uyguluyorsa, otoriter popülistler de birbirlerinden ilham alıyor, ders çıkarıyor ve benzer stratejiler kullanıyor. Aşırı sağ partiler arasında iletişim ağları kuruluyor ve somut işbirlikleri oluyor. 

Mesela 2023’te Bolsonaro taraftarlarının Brezilya’da Kongre, Yüksek Mahkeme ve Başkanlık Sarayı’na düzenledikleri baskın, ABD’de Trump destekçilerinin 2021’deki Kongre baskınından esinlendi. Her ikisinde de gerekçe seçimin hileli olduğu iddiasıydı. Baskın öncesi Bolsonaro’nun siyasi hareketinin, Trump’un eski stratejisti Steve Bannon ve eski sözcüsü Jason Miller ile sıkı iletişim halinde olduğunu biliyoruz. Birkaç ay önce Victor Orban, Trump’ı Florida’daki malikânesinde ziyaret etti ve önümüzdeki seçimlerde ona olan desteğini dile getirdi. Netanyahu hükümeti Avrupa’nın birçok ülkesinde aşırı sağ partiler ile yakın ilişki içinde, ki Avrupa aşırı sağının antisemitik kökenlerini düşününce bu gerçekten ilginç bir ilişki.

Örnekleri artırmak mümkün, ancak şunun da altını çizmek lazım: Her ülkenin kendine has siyasi şartları, kurumsal çerçevesi ve toplumsal dinamikleri var. Bu yüzden yer yöntem her bağlamda uygulanamaz, uygulansa da aynı sonucu doğurmaz. Mesela Brezilya’da Yüksek Mahkeme çok, bazılarına göre aşırı kuvvetli olduğu için Bolsonaro siyasetten men edildi. ABD’de ise Trump Kongre baskınından dolayı herhangi bir ceza almadı. Çalışmamızda anlattığımız “kan kumarı” etnik-dini bölünmelerin siyasi alanda etkili olduğu ve çok partili koalisyonların kurulduğu sistemlerde uygulanabilecek bir strateji. Örneğin Hindistan’da Modi’nin olası bir seçim yenilgisinde ülkedeki Müslüman azınlığa karşı şiddeti kışkırtarak kan kumarına başvurabileceğini öngörmek mümkün. Fakat bu yöntemin görece homojen nüfusa sahip toplumlarda ya da başkanlık sistemi ile yönetilen çoğunlukçu siyasi sistemlerde başarılı olması daha zor.

Dipnotlar 

*Kanlı Kumar: Otokratlaşan popülistler seçim başarısızlıklarını tersine çevirmek için etnik çatışmayı nasıl körüklüyor – Türkiye ve İsrail’den kanıtlar”

“Netanyahu Yozlaşmış, Üstünlük Kompleksli ve Kendi Hükümetinin Esiri”

Mete Kaan Kaynar: “Erdoğan İktidarı için Yeni Anayasa İstiyor”

Erdoğan’ın Anayasa Hamlesi: Yüzde 50+1 Tartışması Alevleniyor