Kadınlar, tarım toplumuna geçişle birlikte bir mülkiyet olarak görüldüklerinden bu yana oldukça zorlu yollar katettiler ve yavaş da olsa büyük kazanımlarla bugüne ulaştılar. Bugün kamusal hayatın içinde erkeklerden farklı olmadıkları bilinciyle varlıklarını koruyabiliyorlar ve eşitlik iddialarını yüksek bir sesle dile getirmeye devam ediyorlar. Yeni nesil genç kadınlar, eskiden feminizm başlığında özel bir ilgiyle konuşulan konuları, hayatlarının sıradan bir parçası haline getirdiler ve yeni nesil genç erkeklerden de önemli oranda destek görüyorlar. Eski feministler tabloya gururla bakıyor ve artık “alien” olmadıkları için mutlular.
Diğer yandan, bu gelişmelerin son derece farkında olan erkeklik, kolektif bir kriz yaşıyor. Yükselen eşitlik bilinci karşısında “gücümüzü yitiriyoruz” paniği halindeler. Buna dünyada “erkeklik krizi” deniyor. Son yıllarda, bir salgın gibi toplumlara musallat olan otoriterlik ve sağ popülizm, erkeklik krizini daha da derinleştiriyor.
Erkeklerin tahakküm kurma isteğini kaşıyor ve hem evde hem toplumsal düzeyde çatışmalar tırmanıyor. Örneğin, kadınların özgürleşmesine karşılık “aile”yi bir silah gibi kullanıyorlar. “Kutsal ailemize saldırıyorlar!” diye bas bas bağırıyorlar. Sıkı sıkı tuttukları ve yapışıp kaldıkları kürsülerinden feministleri ve LGBTQ+ hareketi şeytanlaştırıyorlar. Bu paniği özgürlükçü-eşitlikçi görünen kesim de yaşıyor. Onların da ayrıcalıklarından vazgeçmeye hiç mi hiç niyeti yok. Feminizme destek veriyor gibi görünüp kontrol edebilecekleri yapılar oluşturarak kadınları gözlerinin önünden ayırmıyorlar. Big brotherlar sisterları sevgiyle gözetliyor, saygıyla telkin ediyor, çaktırmadan susturuyor. Erkeklik hala bildiğiniz erkeklik. Yalnızca şekli değişiyor. Erkekler gizli bir dayanışma halinde erklerini ve birbirlerini kolluyor. İçten içe kadın düşmanlığı yükseliyor. Herhangi bir durumda hala kapı dışarı edilen kadınlar oluyor. İbretlik cadı avları devam ediyor. Toplum vicdanı bir kadına sahip çıkmışsa mecburen destek olunuyor. Herhangi bir vakada erkeğin sorumluluğu görmezden gelinip kadın toplumun gözü önünde tekmeleniyor.
Şimdi gören gözlerimizi erkeklerden kadınlara çevirelim. “Sindirella Kompleksi”, kısa bir süredir konuşulan yeni yeni öğrenilen bir kavram. İlgilenen olursa bu konuya ilişkin detaylı bir yazım mevcut. Colette Dowling, kendi hikayesinden yola çıkarak Sindirella Kompleksi/Çağdaş Kadının Bağımsızlık Korkusu” adlı bir kitap yazıyor ve böylece kavram dünyaya yayılıyor. Okumanızı önemle tavsiye ederim.
Sindirella Kompleksi kısaca, kadınların -ne kadar kendi ayakları üzerlerinde duruyor olurlarsa olsun- bir kurtarılma arzusu duymaları, kendilerini kollarına bırakacakları bir beyaz atlı prens beklemeleri durumu olarak adlandırılıyor. Sanıyorum bu, her kadının zaman zaman hissettiği, hissetmesinin de son derece normal olduğu bir duygu. Zira hayat, kadınlar için daima psikolojik mücadelenin yoğun olduğu bir yer. Kadınlar bulundukları her yerde, irili ufaklı fakat sürekli bir direniş halindeler. Erkeklerin kolayca ve doğallıkla var olabildikleri yerlerde kadınlar büyük emekler vererek var olabiliyorlar. Daimi olarak kendilerini ispat etmeye zorlanıyorlar.
Aynı pozisyonlar için erkeklerden daha çok emek verip daha az karşılık alıyorlar. Her an güvensiz hissediyorlar, özellikle de Türkiye’de. Hal böyleyken, kimi zaman “kendilerini bırakmak” istiyorlar. Basit bir rutin içerisinde dinlenmek istiyorlar. Şurayı önemle vurgulamak isterim; bu, kadınları suçlayabileceğimiz, “Puu sana! Prenseslik mi istiyorsun?” diye yargılayabileceğimiz bir durum değil. Nitekim, kadınların istediği “Tamamen kendimi bırakayım da başkaları bana baksın, ekmek elden su gölden yaşayayım, yan gelip yatayım” gibi bir şey değil. Kadınlar yalnızca artık bu kadar çabalamamak istiyorlar. Hayatta daha kolay var olabilmek, rahat iletişim kurabilmek, sürekli olarak kendilerini ispat etmek zorunda olmamak, güvende hissetmek istiyorlar.
Tüm bu istekler Sindirella Kompleksi olarak patlak verebiliyor. Bir kadın yıllarca çalışıp didindikten sonra, karşısına sevebileceği biri çıkageldiğinde bir köşeye kıvrılıp birazcık dinlenmek isteyebiliyor. Bu noktada şunu hiç unutmamamız lazım, kadınlara özgülenen tüm bu kompleksler/sendromlar esasında ataerkil kaynaklı sonuçlar ve hatta infilaklar. Dolayısıyla kimsenin, içine atıldıkları kaynar kazandan çekip çıkarılmayı arzu ediyorlar diye kadınları suçlamaya hakkı yok. Olması gereken, bu durumun sebepleri üzerine düşünmek ve ders çıkarmaktır.
“Tradewife Akımı” da Sindirella Kompleksiyle oldukça bitişik bir akım. Öncelikle henüz birçoğumuza yabancı olan bu akımın ne olduğunu kısaca açıklayalım: Tradewife yani “geleneksel ev kadını” akımı son birkaç yılda sosyal medyada artan şekilde gördüğümüz hesaplarla hayatımıza girdi. Bu akımı, kadınların sıcacık düzenlenmiş evlerinde eşleriyle ilgilenip çocuklarıyla oyunlar oynadığı, keçileri sevdiği, tavukları beslediği, leziz mi leziz yemekler yapıp aileye ve takipçilere sunduğu, her yanı bahar bahçe yapıp masalsı bir tablonun içinden bizlere gülümsediği hallerle ilham vermek olarak özetleyebiliriz. İşin aslı bana biraz korku filmi gibi geliyor. Sorun da kimimize korku filmi gibi gelen bu tablonun, birçok kadının hayali olması, oldurulması. Bu arada, bahsedilen hesapların çoğunlukla sundukları görüntüyle birlikte para kazanan hesaplar olduğunu da belirtmek gerekir. Ürün tanıtıyorlar veya kendi markalarını oluşturup o markayı tanıtabiliyorlar.
Diğer yandan, geleneksel ev kadınlığı bilinçli bir tercihle de yapılıyor olabilir. Burada söylenebilecek pek bir şey yok, ancak saygı duyabiliriz. Kim nasıl isterse, nasıl mutluysa öyle yaşar elbette. Fakat bunun ne kadar bilinçli bir tercih olduğunun sorgulanması gerekiyor.
Örneğin, bu hesapların en ünlüsü ABD’de bir çiftlikte yaşayan sekiz çocuklu bir kadının milyonlarca takipçisi olan hesabı. Bu kadının eşi tarafından mesleğinden koparılarak baskıyla bu yaşama -bir nevi- hapsedildiği konuşuluyor. Bu kadın, sürekli hamur yoğuruyor, inek sağıyor, çocukları besliyor. Kendi markasını da oluşturmuş. Üstelik sekizinci çocuğu doğurmadan hemen önce ABD güzellik kraliçesi olabilecek kadar da fit ve mükemmel bir genetiğe sahip. Güzellik yarışmalarına bakış açımız malum. Kadın bedenlerini yarıştırmak kadar akla ziyan, çoktan bitmesi gereken fakat bir türlü bitirilmeyen, erkekliğin değirmenine su taşımaktan başka bir işe yaramayan acıklı bir müessese. İşte bahsi geçen Tradewife böyle bir paket. Kamera arkasını görmüyoruz tabi. “Geleneksel bayanlar” hep mutlu ve hiç yorulmuyor. Çocuklar hiç ağlamıyor ve kocalar hep sevgi dolu. 1960’ların elektrikli süpürge reklamları gibi. En az 60 yıl geriye gittiğimizin yahut gitmek istediğimizin resmi. Resim demişken, geçenlerde yapay zekaya “Mutluluğun resmini yapar mısın?” diye sordum. Üç çocuklu bir aile resmi yaptı. İrkildim. Yapay zekanın dahi mutluluğu evli ve en az üç çocuklu resmettiği bir dünyada Tradewife akımına inanın hiç ihtiyacımız yok. Zira, tam eşitlik için katedecek çokça yolumuz ve dolayısıyla özenecek bambaşka şeylerimiz var. Düşünüyorum da ben Trump veya bir başka kadın düşmanı otoriter lider olsam tüm kadınların böyle bir yaşam sürmesini isterdim. Apolitik, heteroseksüel, kapitalist, ataerkiye tam hizmet sunan ve bolca genç nüfus üreten kadınlar. Adeta erkeklik krizime serin sular serperdi.
Yukarıda aşağı yukarı tanımlamaya çalıştığımız erkeklik krizi, Sindirella Kompleksi ve Tradewife akımı üçgeninde -Estes’in “vahşi kadın” arketipine atıfla- içimizdeki vahşi kadını korumak zorundayız. Çünkü kadınları kurtaracak olan ne beyaz atlı prens ne de korunaklı ve sıcak bir ev; kadınları kurtaracak olan yalnız ve yalnız yine kendi içlerindeki vahşi kadınlar. İçimizdeki o vahşi kadını uyanık tutmak zorundayız. Biliyoruz ki, dışarıda masalsı bir şekilde kar yağarken başına kıvrıldığımız şömine, bir gün alev alabilir, o sıcacık ev başımıza yıkılabilir, tatlı dilli güçlü prensimiz üstümüze kapıyı kilitleyebilir veya kendine başka bir prenses bulup gidebilir. Bütün bunlar olduğunda, vahşi kadın bizi bu cehennemden çekip çıkarmak için yine oradadır.
Bu bermuda üçgenine sistematik açıdan baktığımızda ise gördüğümüz şu: Kadınlar içlerindeki vahşi kadınların kolektif cesaretiyle ve çabasıyla tarih boyunca büyük kazanımlar elde ettiler. Kadınların bu yolda hızla ilerlemeye devam ettiğini gören ve panik olan hegemonik erkeklik, içine girdiği bu krizle hem gizliden hem de açıktan kadın düşmanlığını tırmandırıyor. Sindirella Kompleksi, Tradewife akımı gibi kadını kamusal yaşamdan koparıp eve hapseden durumlar ise erkekliğin ekmeğine yağ sürüyor. Bildiğiniz üzere, Türkiye’de bir süredir kadınların kazanılmış haklarına saldırı teşkil eden girişimlerde bulunuluyor. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek, 6284 Sayılı Kanun’u karalamak, nafaka hakkını geri alma çabası, kadının kendi soyadını Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararına rağmen kullandırmama ve daha pek çok saldırı mevcut. Kadınların tatlış görünümlü fakat bir o kadar güvensiz evlerine kapanması, krizdeki erkekliğin tam da istediği şey. Tasarladıkları yasaları rahat rahat geçirmeleri için, iktidarlarını devam ettirmeleri için biçilmiş kaftan.
Hal böyleyken, özenirken neye özendiğimizin farkına varmak zorundayız. Meşhur masaldaki kırmızı ayakkabılar gibi bize son derece çekici gelen şey, ayaklarımızı kaybetmemize sebebiyet verebilir. Ayaklarımıza yalnızca kişisel bütünlüğümüz için değil, tam eşitliğe giden yolu katetmek için de ihtiyacımız var. Dünyanın ve ülkenin içinde bulunduğu durumda, bize düşen en önemli görev her an her şeyi sorgulamak, ormandaki kurtların farkına varmak. Bunu kendimize ve tüm kadınlara borçluyuz.