Ülkücü Bıyığı olan Ülkücü Bir Erkek Terapiste Gider misiniz?

Geçen gün bir arkadaşım bir terapistin terapi sırasında nasıl görünmesi gerektiğine yani kılığına/kıyafetine dair konuşan genç bir kadın terapistin videosunu gönderdi. Videodan çok yorumları merak edip birazını okudum. Çoğunlukla bir terapistin başörtülü, çarşaflı veya “açık” olmasının bir önemi olmadığı yazılmıştı. Kimisi başörtülü bir terapiste gittiğini ve onu en iyi onun anladığını yazmıştı. Kimisi zamanında giydiği sportif ayakkabıya laf eden bir akademisyene nispet yaparcasına şimdi ABD’de doktora yaptığını. Kimisi de insanların başörtülü kadınların yargı mensubu olmasına bile henüz alışamadıklarından şikayet ediyordu.  Başörtülü/çarşaflı bir terapisti uygun bulmadığını söyleyen tek bir kadın vardı. Öyle bir terapistin karşısında kendini baskı altında hissedeceğini belirtiyordu.

Bunları okuduktan hemen sonra arkadaşıma ülkücü bıyığı olan erkek bir terapiste gidip gitmeyeceğini sordum. Çok kesin bir dille asla gitmeyeceği cevabını verdi. Nedenini sormadım ama cevabın erkeklikten çok bıyığın ima ettiği ideolojiyle ilgili olduğunu biliyordum. Ancak aynı soruyu sosyal medya hesabımda oluşturduğum bir anketle insanlara yönelttim. Zira konunun sığ bir dindar/seküler çatışmasından daha derin ve hegemonik erkeklik ve kadınlık hâllerine göbekten bağlı olduğunu düşünüyordum.

Erkeklik Çalışmaları alanının en popüler ismi Raewyn Connell erkekliği kavramsallaştırmak için Antonio Gramsci’nin sınıf analizinde kullandığı “hegemonya” teriminden faydalanır ve farklı zamanlarda erkekliğin bir hâlinin kültürel olarak yüceltildiğini belirtir. Bu yüceltilen hâl yani hegemonik erkeklik kadınlara hükmetme başarısıyla diğer erkeklik türlerinden ayrılan bir pratikler örüntüsü sunar. Fakat asla istatistiksel bir çoğunluğa işaret etmez; az sayıda bir erkek grubu da bunu uygulayabilir. Bununla birlikte, hiç kuşkusuz “erkek olmanın en onurlu yoludur” ve “diğer tüm erkeklerin kendilerini buna göre konumlandırmalarını” gerektirir. Bu kavramsallaştırmanın yaratıcılığı bir bakıma erkekliğin erkekler arasında derecelendirildiğini tespit etmesinde yatıyor. 18 ay askerlik yapan erkeklerle 6 ay askerlik yapan ve bedelli askerlik yapan erkekler arasında olduğu varsayılan hiyerarşiyi düşünün. Hegemonik erkeklikle neyi kastettiğimi açıkladığıma göre hegemonik kadınlığın da hegemonya tarafından tanınan kadınlık hâli olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Yani hegemonik erkekliği sürdürülebilir kılan kadınlık hâli.

Hegemonik erkeklik ve kadınlık hâlini geride bıraktık. Ancak hegemonya ifadesi hâlâ anlamlı çünkü insanların içine onların rızalarını alarak nüfuz etmek anlamına geliyor. Bu noktada Besim Dellaloğlu’nun Raymond Williams’ın kültürün katmanlarına dair söylediklerine referansla işaret ettiği bir noktaya değinmek istiyorum. Zira kendisinin sunduğu bu düşünme biçimini yıllardır sezgisel bir bilgi olarak içimde taşıyordum. Dellaloğlu kültürü üçe ayırıyor; antropolojik kültür, müfredat ve maarif. Müfredat, Rönesans’tan beri Avrupa’da kamuya mal olmuş entelektüel birikimin tamamıdır. Yani klasikler olarak bildiğimiz tüm romanlar, tiyatro oyunları, operalar, sergiler, denemeler vs. Maarif, ulus-devlet inşa sürecinde gelişen modern okulun verdiği eğitimdir. Antropolojik kültür ise toplumun ortalama kültürünü ifade ediyor. Gündeliğini nasıl inşa ettiğini. “Sokaktaki adam/kadın” dediğimiz kişinin yemek yeme, tuvalete gitme, temizlik yapma estetiğini nasıl kurduğu, salonda nasıl oturduğu, tanımadığı insanla karşılaştığında nasıl selam verdiği, evden çıktığında karşılaştığı komşuya ne dediği ve benzeri birçok şey antropolojik kültürü oluşturan parçalar. Kısacası, müfredat boyutunda kültürlü olmakla maarif boyutunda kültürlü olmak ve antropolojik boyutta kültürlü olmak başka katmanlara işaret ediyor. Fakat antropolojik kültür her toplumda olduğu için yani her toplumun kendi has bir varoluş biçimi olduğu için bu boyutta hepimiz kültürlüyüz. Hepimizin içine doğduğu bir kültür var.

Türkiye’de siyasi iktidar kültürel hegemonyasını müfredet ya da maarif değil antropolojik kültür temelinde kuruyor. Beslendiği kaynak müfredat ya da maarif değil, toplumun ortalama kültürü. Dellaloğlu, halkın müfredat ve maariften beslenemediği tarihsel aşamalarda bunun bu tür siyasetçilerin işine yaradığını ama uzun vadede müfredat ve maarifte tökezlemeye sebep olacağını söylüyor. O nedenle de toplumun ortalama kültüründen beslenen sağcılar güçlü siyasetçiler çıkarırken, solcular güçlü yazarlar, sinemacılar, sanatçılar çıkarabiliyor.

Evet, şimdi terapi mevzumuza geri dönebiliriz. Karakterlerini karikatürize bulsam da izlemekten hoşlandığım Bir Başkadır dizisinde Defne Kayalır’ın canlandırdığı terapist Peri ile Öykü Karayel’in canlandırdığı danışan Meryem’i gördüğümüzde bizi onların doğru yerde oturduklarına inandıran neydi? Mesela neden Peri’yi danışan, Meryem’i de terapist olarak hayal etmedik de onları hemen kabul ettik? Bir cevabı şu: Kültürel hegemonyasını antropolojik kültür temelinde kuran siyasetçilerin sık sık dile getirmekte beis görmediği yüzde doksan bilmem kaçı Müslüman Türkiye’nin antropolojik kültürünü temsil eden kadın Peri değil, Meryem olduğu için. “İçimizden biri” dediğimiz kişi Peri değil, Meryem olduğu için. Zira o “iç” hepimizi içine alan bir “iç” değil. O yüzden yukarıda bahsettiğim antropolojik kültür temelinde kurulan kültürel hegemonyanın yüzü olmaya en yakın aday Peri değil, Meryem.

Terapi ise antropolojik kültürün değil, müfredat ve maarifin alanındadır ve onların ürünüdür. Zira antropolojik kültürde olan şey “cincilik.” Akranlarım Sadettin Teksoy’un yaklaşık 30 yıl önce psikiyatrik bozuklukları olan insanların ayaklarından türbe yakınlarına zincirlendiği köylerde, kasabalarda yaptığı programları hatırlayacaktır. Dolayısıyla Peri de müfredat ve maarifin yüzü olmaya en yakın aday. Biraz okur-yazar olan herkes sezgisel olarak bu farkın ayırdındadır diye düşünüyorum.

Başta sosyal medya hesabımda bir anket yaptığımdan bahsetmiştim. Anketteki soru başlıktaki soruydu ve şıklar şunlardı: 1. “Evet. Neye inandığı ve nasıl göründüğü önemli değil.” 2. “Hayır. Profesyonel görünmez.” 3. “Hayır. Zaten uzaklaşmaya çalıştığım şeyler…” 4. “Evet. Ben de Ülkücüyüm. Ne var?” Katılımcıların % 55’i zaten uzaklaşmaya çalıştığı şeyler olduğu için hayır cevabını verdi. % 32’si ise profesyonel bulmadığı için. Bu cevaplar elbette benim kısıtlı çevremin demografik ve ideolojik yapısıyla ilgili. Aynı araştırma daha büyük bir araştırma şirketi tarafından terapiye gitmiş ya da gitmeyi düşünen kişiler arasında tekrarlanabilir. Ancak baskın cevap açıkçası beni şaşırtmadı. Bazı insanların kendilerini “sosyal içici” olarak tanımlaması ve sigara içilen ortamlarda bulunan kişilerin “pasif içici” olarak anılması gibi özellikle mukaddesatçılığın veya milliyetçi muhafazakârlığın solunan havada bile hissedildiği sosyal arka planlardan gelen insanların kendilerini “sosyal Ülkücü” veya “pasif Ülkücü” olarak tanımlayabileceğini düşünüyorum. Zira öbür türlü “böyle şeyler”den uzaklaşmaya çalıştığını ifade edenlerin hepsinin eski Ülkücü olduğunu varsaymam gerekir ki bu çok düşük bir ihtimal.

Bu arada bu sorunun bir cevabı terapistlerin olabildiğince “nötr” görünmesi gerektiğiyle ilgili etik bir tartışma da olabilir. Ancak bu da “nötr” görünme diye bir şeyin mümkün olup olmadığı sorusunu beraberinde getiriyor. Nitekim “cinsiyetsiz” görünmek deyince de erkek anatomisine yaklaştırılmış bir silüet canlanıyor zihnimizde. Doğrusunu söylemem gerekirse, terapi odalarını her zaman sınıfsal buldum ve hiçbir zaman “nötr” bir ortam sunduğunu düşünmedim. Hatta keşke yukarı yönlü statü değişimi yaşayan kişilerin terapiye başlama sebepleri arasında yeni sınıfsal durumlarına ayak uydurma motivasyonu olup olmadığına dair bir araştırma yapılabilse. Hâlâ birçok kişinin övgüyle andığı Avrupa Yakası dizisindeki Burhan Altıntop karakterinin kendine çeşitli psikiyatrik tanılar koyması tesadüf olamaz herhalde? Evet, terapi bana daima müthiş yüklü bir sınıfsal karşılaşma alanı gibi geliyor. Peri ile Meryem ikilisi bunu bir yönüyle iyi yansıtıyor. Ancak terapist koltuğuna pekâlâ Meryem de oturabilirdi. Her ne kadar antropolojik kültür düzeyinde kurulan kültürel hegemonyanın bir temsilcisi gibi görünse de bu kültürün dayattığı birçok şeyden dolayı buhranlar yaşayan danışanlarıyla iyi bir çalışma yürütebilirdi.

Neticede terapi, insanların kendini açma/yakınlık kurma/anlaşılma/kendini anlama gibi birçok duygusal ihtiyacını karşılamasına yarayan bir yöntem. Ancak bu ihtiyaçları karşılarken bulunduğumuz ortamın ve desteğini talep ettiğimiz kişilerin üzerimizde baskısını hissettiğimiz antropolojik kültür temelinde kurulan kültürel hegemonyadan mümkün olduğunca uzak düşmesini arzu edebiliriz. Hele ki bizi terapiye yönelten sorunsallarımız bu hegemonyanın değer verdiği yapılarla, mesela aileyle, “kutsal” annelikle, cinselliğe indirgenmiş ahlâkla, ortodoks İslam anlayışı ve benzeri şeylerle girift bir ilişki içindeyse kendimize çatışmadan uzak bir nefes alanı arayabiliriz. Bu durumda terapist koltuğunda oturan Meryem bize iyi bir rehber olabilecek yetiye sahip olsa bile ayaklarımızın bizi ona değil de Peri’ye yöneltmesi  daha olasıdır. Aslında olabildiğince “nötr” görünmekle ilgili hep bunu düşünmüşümdür. Antropolojik kültürden mümkün olduğunca uzak görünmek ama “marjinal” de görünmemek. Yani “aktarım”ın illa olacağının bilmek ama bunu etlendirip butlandırmaktan da mümkün olduğunca kaçınmak.

Aslına bakarsak terapinin karşıladığı birçok ihtiyacımızın büyük bir kısmı hegemonik kadınlığın yani hegemonik erkekliğin bir kadına layık gördüğü kadınlık hâlinin tamamlayıcı nitelikleriyle yakından ilişkili: Güvenmek, açılmak, anlaşılmak… Başta bahsettiğim videodan yola çıkarak, terapistin nasıl görünmesi gerektiği tartışmasının sığ bir dindar/seküler kadın karşıtlığına mahkûm edilmesinin en büyük sebeplerinden biri terapinin feminize edilmiş mesleklerden olması. Hatta antropolojik kültürün temsilcisi gibi görünen, “içimizden biri” olarak öne çıkmaya aday her kadının kültürün müfredat ve maarif düzeyine adım attıktan sonra bile kadınlığından pek de bir şey kaybetmeyeceği alanlardan biri. Tıpkı “evlenmelik kadın mesleği” olarak nitelenen öğretmenlik gibi. O nedenle bu tartışma dindar/seküler kadın karşıtlığına rahatlıkla indirgenebilirken kimsenin aklına Ülkücü bıyığı olan ve Ülkücü kimliğini hiçbir şekilde saklamayan bir erkek terapiste gider miydim sorusu gelmiyor. Bu sorumu garipseyenlerin, ankete cevap vermek yerine bana özel mesajla öyle bir erkeğin zaten terapist olamayacağını belirtmelerinin bir sebebi bu. O yüzden özel bir tür erkeklik performasıyla aklımıza kazınan Ülkücü erkeği ancak danışan koltuğuna yakıştırıyoruz. Bana kalırsa bu sorunun cevabı kişinin terapiden ne beklediğine bağlı olarak değişir. Fakat böyle bir erkek terapist gerçekten varsa veya olacaksa ona bakıp nasıl göründüğü ve neye inandığının bir önemi yok dendiğini duymamız için Türkiye’de hegemonik olan antropolojik kültürün ve bu kültürün gerektirdiği hegemonik erkeklik ve kadınlık hâllerinin büyük oranda değişmiş olması gerekiyor. Zira antropolojik kültür temelinde hegemonik olanlar müfredat ve maarif alanlarında da etki alanı talep ettiklerinde antropolojik kültür temelinde hegemonik olmayan ama müfredat ve maarif boyutlarında hegemonik olanların yine bir tür tabi olma ilişkisine girdikleri ve istila edildikleri hissine kapılmaları oldukça muhtemel.

6284 Kağıt Üzerinde Kaldı: Kadınlar Ölüyor, Yasalar İzliyor

Erkeklik Krizi, Sindirella Kompleksi ve Tradewife Akımı Üçgeninde Vahşi Kadını Korumak