Rita Lauro Segato
Rita Laura Segato, Arjantinli feminist antropolog ve akademisyen. Özellikle toplumsal cinsiyet, şiddet, patriyarka ve kadın cinayetleri (femicide) konularında yaptığı çalışmalarla tanınır. Segato, Latin Amerika’daki cinsel şiddetin yapısal boyutlarına dikkat çekmiş ve bu şiddetin toplumsal, kültürel ve politik köklerini incelemiştir. Eserleri, feminist teori ve insan hakları savunuculuğu alanında önemli bir yer tutar ve özellikle devlet şiddeti, erkek egemenliği ve kadınlara yönelik baskı üzerine yoğunlaşır. Brasília Üniversitesi’nde profesör olarak çalışmış ve “Latin Amerika Sosyal Bilimler Konseyi” (CLACSO) bünyesinde önemli katkılarda bulunmuş olan Segato’nun tecavüzün yalnızca bireysel bir suç değil, patriyarkal sistemin ve erkek egemenliğinin ürünü olduğu, cinsiyetler arasındaki güç dengesizliklerini ve toplumsal yapıdaki derin köklü eşitsizlikleri yansıttığı tezleri Las Tesis tarafından “El violador- Tecavüzcü” performansında temel alınmıştır. Segato’nun Manifiesto en cuatro temas başlıklı orijinal makalesi, Ramsey McGlazer tarafından yapılan A Manifesto in Four Themes başlıklı İngilizce çeviri ile karşılaştırılarak Fikir Gazetesi için çevrilmiştir. Metin, Segato’nun 2016 tarihli, La guerra contra las mujeres (Kadınlara Karşı Savaş) isimli kitabının giriş bölümünün düzenlenmiş ve kısaltılmış bir versiyonudur. “Manifesto” başlığı yirmi yıl boyunca verdiği derslerde detaylandırılan tezlerin sonuçlarını bir araya toplayan metnin özlü niteliğine atıfta bulunmaktadır.
TEMA BİR: TOPLUMSAL CİNSİYET SORUNUNUN MERKEZİLİĞİ
Bugün Amerika kıtaları çapında, “toplumsal cinsiyet ideolojisi” denilen şeyi şeytanlaştırma ve cezalandırma basıncı zincirlerinden boşaltılırken, hakların öznesi olarak aile idealini ne pahasına olursa olsun savunma vurgusu ön plana çıkıyor. Yani, sermayenin tarihsel projesinin sözcüleri, toplumsal cinsiyet meselesinin – patriyarkal düzenin- kalıntı niteliğinde, önemsiz veya marjinal bir mesele olmanın çok uzağında, tüm iktidar biçimlerinin köşe taşını ve ağırlık merkezini oluşturan bir mesele olduğunun kanıtlarını sunuyor.
Başka bir deyişle, şu halim selim “çok kültürlü demokrasi” on yılı, kapitalist aygıtın işleyişini değiştirmeyip (1) tersine yeni seçkinler ve yeni tüketiciler yarattıysa, peki o zaman söz konusu demokrasinin feshedilip dünyanın başka köşelerindeki köktendinci tek tanrıcılıklar tarafından dayatılan militarizmlerle şüpheli biçimde uyumlu yeni bir Hristiyancı, aileci ahlakçılık çağının ilan edilmesi neden gerekli oldu? Muhtemelen antagonistlerimizin, birçoğumuzdan bile önce, tüm iktidarların dayanağının, çimentosunun ve pedagojisinin patriyarka olduğunu keşfetmiş olmaları yüzünden.
Erkeklik, ilkel ve sürekli bir pedagojiyle hükmünü sürdürür. Değere el koymayı ve dolayısıyla tahakkümü öğretir. Geç modernite çağımızın – insan hakları ve BM çağının- patriyarkal, kadın düşmanı, homofobik ve transfobik şiddeti, söylem alanında kazandığımız önemli zaferlere rağmen, tam da patriyarkanın pervasızca genişlemesinin bir semptomudur. Bu şiddet, yaşam üzerinde paralel devlete ait bir denetim alanının yoğunlaşmasının ve genişlemesinin yükselişinden kaynaklanan yeni bir tahakküm biçiminin, bir mülk sahipliği veya aslında lordlar egemenliği dünyasının yükselişini mükemmel biçimde ifade eder. Bu suçlarda, çağdaş formu içindeki sermaye, keyfi patriyarkal dürtülerle yönetilen bir düzenin varlığını ifade etmekte; servetin ve satın alma gücünün görülmemiş düzeylerde yoğunlaşması karşısında kaçınılmaz olan bir kurumsal çöküş merasimini sergilemektedir.
Sanki sonsuza dek yok olup gitmiş gibi görünen militan patriyarkal fanatizmin yüceltilmesi ve sosyal anlamda yeniden ihya edilmesi, mülk sahiplerinin tarihsel projesi açısından vazgeçilmezdir. Latin Amerika’da, bir itham biçimi olarak kullanılan “toplumsal cinsiyet ideolojisi” kategorisi yakın zaman önce ortaya çıktı. Brezilya’da, Programa Escuela sem Partido -Partizan Olmayan Okul Programı- isimli bir hareket tarafından bazı yasal öneriler bile öne sürüldü. Önerilen bu yasalardan birisi eğitimde “toplumsal cinsiyet teorisinin veya ideolojisinin önermelerinin uygulanmasını” olduğu kadar, “toplumsal cinsiyetin öğrencinin biyolojik cinsel kimliğiyle uyum içinde olgunlaşması ve gelişmesi açısından taviz verecek, bunları hızlandıracak veya yanlış yönlendirebilecek her türlü uygulamanın” yasaklanmasını önermektedir.(2) Tüm kiliselerin en muhafazakar fraksiyonları -kendileri de hafriyatçı tarımsal-ticaret ve madencilik şirketlerinin yılmaz menfaatlerinin temsilcileri olan fraksiyonlar- tarafından temsil edilen yeni sağ açısından, “toplumsal cinsiyet” alanında sarf edilen bu olağanüstü gayret en hafif tabirle esrarengizdir. Ortaya koydukları tezlerin acımasız tarzı ve ruhu, zaten bildiğimiz bir şeyleri andırmaktadır, çünkü, kadınlar açısından, İslamcı köktendinciliğin -yani, İslam’ın tam da kimlikçilik ve ırksallaştırıcı özcülük bakımından Batı’ya öykünen, en Batılılaşmış versiyonunun- sınır kontrollerini ve eziyetçi aç gözlülüğünü anımsatmaktadır. (3) O halde tam da imparatorluğun siyasal ve ekonomik çöküşünün savaşı yegâne rakipsiz üstünlük alanı haline getirdiği bir dönemde, Ortadoğu’yu imha etmekte olana benzer bir din savaşını dayatma ve yayma niyetine şahit olmuyor muyuz?
TEMA İKİ: PATRİYARKAL PEDAGOJİ, ZULÜM VE GÜNÜMÜZDE SAVAŞ
“Cinsel şiddet” terimi yanıltıcı, çünkü saldırganlık cinsel araçlarla gerçekleştiriliyor olmakla birlikte, bu şiddet türünün amaçları cinsel nitelikte değil daha ziyade iktidarla ilişkili. O halde bunlar, daima karşılıklı bir alışverişten veya ilişkiden türeyen cinsel tatmin arzusundan doğan saldırganlık eylemleri değil. Burada tersine libido, kişinin erkekler sınıfına ait olduğuna dair sürekli kanıt talep eden bir erkeklik buyruğu formuna itaat etmeye çalışıyor. (4) Libido erkek kardeşlik aidiyetini güvenceye almak için kullanılıyor. Bu suçlara yol açan üçüz patriyarkal tiksinti –homofobi, transfobi ve kadın düşmanlığı– bunlarda yalnızca erkek egemenliğine veya erkeklik buyruğu olarak adlandırdığım buyruğa karşı saygısızlık gören bir eşcinsellik, trans-cinsiyet ve uluorta, özgüvenli bir kadınlık yorumlamasından kaynaklanıyor. Kişinin erkekler sınıfına ait olduğunun teyit edilmesi, kadınlık pozisyonundan erkeklik pozisyonuna, bu ikincisini inşa edecek biçimde gasp yoluyla aktarılan bir ganimet biçimine bürünüyor. Erkek egemenliğine itaat, erkeklik buyruğuna yaltaklanma, o halde hem kadınlar hem de erkekler açısından, iktidarın ilk pedagojisi. Üstün değeri olarak öldürücülüğüyle damgalamış olan bu hiyerarşik oluşum, çeteler düzeninin bir benzeri. İktidar, toplumsal cinsiyet temelli şiddetle, araçsal değil dışavurumsal olan bir şiddet tipiyle zalim bir erkeklik kudreti biçiminde ifade ediliyor, sergileniyor ve konsolide ediliyor. (5)
Patriyarka veya eşitsizliğe dayalı bir toplumsal cinsiyet ilişkisi, insanlığın politik yapıları içindeki en arkaik ve sürekli olanı. Bu yapı yaşamın tüm alanlarındaki tüm prestij ve iktidar eşitsizliklerinin işleyişine model oluşturuyor; hatta söz konusu yapının kendisinin bu alanlara aktarıldığını bile söyleyebiliriz. Ekonomik, politik, sömürgeci ve ırksal üstünlük formları o halde partiyarkal düzenin etkili replikaları. İşte bu yüzden hala insanlığın patriyarkal tarihöncesinin durağan zamanında yaşıyoruz. (6) Bu, biyolojik değil tarihsel bir çağ, çünkü ayakta tutulabilmesi için mitsel anlatılara ve ahlaki kaidelere ihtiyaç duyuyor. Bu yapı kadınlar açısından ölümcül bir sömürgeci-modern düzen içinde, kökenleri fetih ve sömürgeleştirme süreçlerine dayanan bir düzen içinde radikal anlamda şiddetlendirilip dönüştürüldü. Topluluk yaşamının düşük yoğunluklu veya düşük etkili patriyarkasının basit hiyerarşisi, önceleri deniz aşırı metropoller tarafından ve sonraları creole* tarafından idare edilen cumhuriyetçi devletlerce yönetilen sömürgeci süreçlerle kesintiye uğratıldı. Bu süreç ve geçiş boyunca, sömürge öncesi toplumların açık ve düşük yoğunluklu asimetrisi, kadınların olağanüstü savunmasız hale getirildiği bir yüksek yoğunluklu patriyarkaya dönüştürüldü. (7) “Patriyarkal sömürgeci modernite” terimi patriyarkanın kadınların bedenlerine el koyan bir varlık olarak öncelliğini yeterince tarif ediyor, bu nedenle ilk sömürgeci durumu adlandırmak için kullanılabilir. Fethin kendisi, erkekleri muzaffer, emperyal erkeklik örneği karşısında itaatkâr hale getiren bu düşük yoğunluklu patriyarkanın önsel mevcudiyeti olmadan imkânsız bir girişim haline gelirdi. Fethedilen topluluklara mensup erkekler, sadakatleri arasında bölünerek, iki dünya arasında çığırından çıkmış hale gelirdi: bir yanda kendi halklarına sadakat ve öte yanda, fatihlerin erkekliği üzerinden modellenen erkek egemenliğine sadakat. Yerli halklara mensup erkekler beyaz muzafferlerin yırtıcı cinselliğini böylece öğrenirler.
Bu analizde, toplumsal cinsiyet tüm iktidar konfigürasyonunun ve dolayısıyla, tüm şiddetin temel tarihsel formudur, çünkü iktidar kaçınılmaz olarak şiddete dayalı bir el koyma eyleminin sonucudur. Bu yapıyı adım adım dağıtmak da o halde tarihin yönünü değiştirme ve insanlığın patriyarkal tarihöncesine bir son verme yeteneğine sahip her türlü sürecin gerçekleşmesinin koşulu olacaktır. Patriyarkanın önsel varlığına ve evrenselliğine dair iddiam, gezegen boyunca yayılmış olan, kadınların fethedildiği, tahakküm ve disiplin altına alındığı, ikincil, itaatkâr bir pozisyona sokulduğu bir momenti – elbette tarihsel bir momenti, çünkü tarihsel olmasaydı bugün bir anlatı biçiminde ortaya çıkmazdı- anlatan mitlerin varlığıyla destekleniyor. Sadece incilin Yaratılış öyküsü değil ayrıca sayısız yerli halkın köken miti aynı tanınabilir öyküyü dile getiriyor. Âdem ve Havva örneğinde, elmayı yeme eylemi, her ikisinin de evlilikle lanetlenerek, kısıtlanmamış ve ensest zevklerin Cennetimsi oyun bahçesinin dışına atılmasına yol açtı. Tüm kıtalarda, Xerente’ler, Ona, Baruya, Masai ve diğerleri arasında var olan mitler –kadının erkeğin “sahip olduğu” fallus “olduğu” yönündeki Lacancı iddia dahil, ki burada mite sıkıştırılmış tarih gibi okunabilir – bize çeşitli halklar açısından kurucu, ilkel, ortak olan bir olaydan söz eder. Bu olay insanlığa geçişi damgalıyor olabilir, bildiğimiz haliyle insanlığın hala ortaya çıkmakta olduğu ve hala bir olduğu aşamadaki bir moment, soyların dağılmasına ve halkların yayılışına önsel olan bir moment. Bu erkeklerin kas üstünlüğünün politik üstünlüğe dönüştüğü bir dönemde gerçekleşen bir moment olmalı: doğal olandan kültürel olana- yani tarihsel olana uzun geçiş içindeki bir moment. Derin zaman, tarihsel olabilecek bir açıklamayı mitsel bir sentez halinde damıtmış. (8)
Bu ilksel patriyarka tüm eşitsizliklerin ve değere veya erkeklerin cinsel sermayesini ayakta tutan evrensel artığa el koyma eylemlerinin temelini oluşturur ve kudretin– cinsel, askeri, ekonomik, politik, entelektüel veya ahlaki- belirli bir formunun erkekçe nitelemesinin önkoşulu olması veri alındığında tüm iktidarlar yapısını destekler. İnsanlığın patriyarkal tarihöncesini stabilize eden katı kaya kristalinde belirgin bir kırılma yaratmadıkça, tam da modern, yasal-kurumsal alandaki tüm çabalarımıza karşın bunun mümkün olmamış olması nedeniyle, toplumun yapısında hiçbir anlamlı değişim mümkün olmayacaktır. Hiçbir tarihsel anda, bizim açımızdan devlete erişmek ve sonra tarihi insanların çoğunu refaha götürecek biçimde yeniden yönlendirmek mümkün olmadı. Bunun nedeni devlet politikasının ve devleti kontrol etme mücadelelerinin silinemez biçimde patriyarkal olmasıdır. Asla tarihin başlangıcında kurumsallaştırılan ve devlette kendi nihai, somut gerçekleşmesini bulan patriyarkadan başka bir şey olmayan toplumsal cinsiyet asimetrisi yapısı, işte bu yüzden, şimdi başka mücadele yolları bulmayı her zamankinden daha acil hale getirmektedir.
Fetih ve sömürgeleştirme süreci ile birlikte, orijinal hiyerarşik modeli azdıran bir değişim yaşandı. Kabilesel dünyadaki özgün rolü ve yeriyle küçük harfle yazılan erkek, İnsanlığın eşanlamlısı ve paradigması olarak, sömürgeci-modern kamusal alanın öznesi olarak büyük harfle yazılan Erkek halini aldı. Aníbal Quijano’nun tarih ve sosyoloji alanındaki müdahaleleri sayesinde mümkün olan dekolonyal kırılma paralelinde, (9) Amerika’nın “keşfedilmesinin” kapitalizm olasılığının olduğu kadar modernite olasılığının da gerekli koşulu olduğunun altını çizmek üzere, “sömürgeci-modern” terimini kullanıyorum. Toplumsal cinsiyet yapısındaki bu tarihsel değişimle birlikte, erkek özneye, insanın modeline, kamusal alandaki beyanların – yani politik kapasite, genel çıkar ve evrensel değer sayılan herkesin ve her şeyin- paradigmatik öznesine dönüştü. Aynı zamanda kadının yeriyle ve ev içi alanla ilgili her şey de politikadan yoksunlaştırıldı, komünal hayatı karakterize eden dayanışma bağları, ittifaklar ve el birliğinden yoksun kılındı, marjinal ve politikadan arta kalan şeklinde yeniden kuruldu. Böylece ev içi, komünal alanlarda önceden ve şimdi de mevcut olmayan şekillerde samimiyet ve mahremiyetle ilişkilendirilir hale geldi. Kadınların hayatları bugün bildiğimiz anlamda kırılganlığı bu değişimle birlikte edinmiştir. Bu hayatların savunmasızlığı ve ölümcüllüğü zaman içinde günümüze dek yalnızca artmış durumda.
Devlet ve kamusal alan erkeklere ve onların özgün rollerine ayrılan belirli bir alanın – komünal ve komünler arası bağlamda ve daha sonra sömürge cephesinde ve ulus devlette politika– gerçekliğin tamamını kucaklayan ve politik olduğunu iddia eden her şeyi ele geçiren bir alana dönüşmesinden kaynaklanmıştır. Bu her şeyi kapsayan “evrensel ve kamusal” alanın soy kütüğü erkeklere ait olan belirli ve özgün bir alanda başlar. Bu alan sömürgeci modernitenin dayatılması ve genişlemesi yoluyla politik olan üzerinde tekele sahip bir alana dönüşmüştür. Bu yüzden devletin DNA’larında patriyarka olduğunu söylüyoruz. Karşılıklı mütekabiliyet tarafından yönetilen çifte (dual) matris, tüm başkalıkların Birin fonksiyonu olduğu ve her Ötekinin evrensel bir referans çerçevesi tarafından asimile edilmek zorunda olduğu ikili (binary) modern matrise dönüşmüştür. Bu momentten sonra, her “öteki” sömürgeci modernitenin evrensel “birine” göre bir “öteki” olacaktır; siyah ve Yerli “beyazın ötekisi” olacak; kadın “erkeğin ötekisi” olacak, normatif sayılmayan cinsel pratikler “heteronormativitenin ötekisi” olacak ve insan olmayan türler de kesinlikle “insanlıktan yoksunlukları” ile tanımlanır hale gelecektir.
Hiyerarşik ilişkilerde erkek ile kadın olan arasında yaşanan bu değişime cinsellik alanında ve cinselliğin anlamında yaşanan bir dönüşüm eşlik eder. Cinsel erişim zarar verme ve zulüm evrenine dahil olur ve kirletilir; (10) sadece bedenlere el koymak ve bedenleri egemenlik sahaları olarak ilhak etmek değil, ayrıca bedenleri lanetlemek, mülksüzleştirenin zaferini güvenceye almak için ahlaki ve fiziksel anlamda imha etmek haline dönüşür. Fetih, yağma ve tecavüz sadece el koymak anlamında değil lanetlemek anlamında da birbirleriyle bağlantılıdır ve fetihle ilintili düşünceler olarak varlıklarını sürdürürler. İlintileri cumhuriyetlerin kuruluşundan sonra da devam etmiştir ve savaş bağlamında kadınların bedenlerine yönelik saldırının- hepsi de egemenlik sahaları olarak muamele edilen kadınların ilhak edilmesini ve cebren döllenmesini teşvik eden kabile savaşlarından devletler arası savaşlara kadar uzanan çatışmalarda olduğu gibi- sivil zaiyatın konusu olmaktan çıktığı günümüzde de sürmektedir ve artık “yeni savaş biçimlerinin” (11) stratejik hedefi halini almıştır. Erkeklik pedagojisi ve eril özneleşmeye uygun erkeklik buyruğu duyarsızlaştırma stratejilerini şiddetlendirmekte ve açık bir zulüm pedagojisinin, el koyucu açgözlülüğe hizmet eden bir mülksüzleştirme hazzı pratiğinin önünü açmaktadır. Şiddetin ve zulmün tekrarı bir normalleştirme etkisi üretir ve dolayısıyla yırtıcı girişimler açısından vazgeçilmez olan düşük empati düzeylerini yaratır. Alışılagelmiş zulüm yurttaşların ötekilerin çektiği ızdıraplara karşı duyarsızlaşıp, narsistik ve tüketimci haz biçimlerine yönelmelerinden kaynaklanan yalıtılmışlıklarıyla doğru orantılıdır. Karşılıklı mutluluğu ayakta tutabilecek bağlar oluşturma amacının yön verdiği bir tarihsel proje, sahip olmak egemen tatmin olma biçimi haline gelirken, nesnelere sahip olma amacının yön verdiği bir tarihsel projeye dönüşür. Bağlar toplulukları üretirken, nesneler kendileri de nesnelere dönüşen bireyleri üretir.
Sermayenin günümüzdeki, servetin yoğunlaşmasındaki muazzam bir hızlanmanın karakterize ettiği kıyamet evresi, daha önce toplumsal yaşam için istikrarlı bir gramer sunan kurumsal kurguların yıkılmasına yol açmaktadır. Çağımız, 1970’lerde tartıştığımız eşitsizlikle damgalanmış bir çağ olmaktan ziyade, bir mülk sahipliği veya lordlar egemenliği çağı, gezegen üstünde arta kalan ve büyük bölümünde yerli halk topluluklarının yaşadığı son müşterek alanlar dahil devasa büyüklükteki egemenlik sahalarının yeniden-feodalleştirildiği bir dönemdir. İşte tam da cinselliğin lanetlemeyle birleştirilmesi, Ciudad Juárez** üstüne yazdığım bir makalede önceleri ikinci devlet ve sonra yeni savaş biçimleri hakkındaki bir makalede ikinci bir gerçeklik olarak adlandırdığım zeminde imzalanıp mühürlenen bol kazançlı antlaşmalar için bir lisan sunmaktadır. Çünkü erkeklik buyruğu, kendi üreme alanlarında yayılan diğer tüm tahakküm ve istismar biçimlerini meşrulaştırmıyorsa bile, bunları kesinlikle koruyup gözlerden gizler. Dolayısıyla Ciudad Juárez konusunda söylediklerim, başka yerlerdeki seks ticaretinin mantığı ve kadınların seks köleleri statüsüne indirgenmesi için de geçerlidir: bu kasvetli, boğucu atmosferde, kurumsal devlet kurumsal örgütlü suçla suç ortaklığı antlaşmaları imzalayıp mühürlemekte ve günümüzde birikimi ayakta tutan tüm sırları gözlerden saklamaktadır.
Günümüzün seks ticareti ve seks köleliği -yirminci yüzyılın ilk on yıllarında görülen, kadınların büyük erkek göçmen nüfuslarının bulunduğu ülkelere satılmasından birçok bakımdan farklı olarak- bu fikri kanıtlar, çünkü faydaları bu faaliyetlerden türetilen maddi kar miktarıyla değil, daha ziyade gözlerden gizledikleri şeylerle, bunların gölgesinde imzalanıp mühürlenen sessizlik ve suç ortaklığı antlaşmalarıyla ilintilidir. Bunlar, kadınların bedenlerinin kar ile yargı yetkisini kullanma kapasitesi arasında birer köprü oluşturduğu, aynı anda hem maddi hem de sembolik ekonomilerdir. Cinsel erişim mülk sahiplerinin gizli antlaşmalarını güvence altına alır ve cezasızlıktan yararlanarak zarar verme haklarını korur. Örgütlü suç eliyle gerçekleştirilen seks ticareti ve kadın cinayetleri (femicide) -ve kadın kırımlarında (femigenocide)- ve Amerika kıtalarında genişlemekte olan paralel devlet alanında tahakküm altına alınıp satılan sadece kadınların kanlı canlı bedenleri değil, aynı zamanda iktidarda olanlar arasındaki antlaşmaları ayakta tutmaktaki işlevsel rolleridir. İşte bu yüzden kadın ticaretini maddi ve sembolik anlamda önlemek bu denli zordur.
Kuşkusuz, bu da günümüzün kayıt dışı savaşlarında, savaşların “kadınlaştırılmasında” ve çeşitli yazarlarca yeni savaş biçimlerini sürdürmenin bir yöntemi olarak tanımlanan kutsalı aşağılama yöntemlerinin kullanılmasında belirli bir role sahiptir. Bir grup Q’eqchi’ Maya kadınının seks ve ev içi köleliğe maruz bırakıldığı Guatemala’daki Sepur Zarco vakasında uzman antropolog olarak yaptığım çalışmanın parçası olarak toplumsalı, kadın bedeninin kutsallığının aşağılanması yoluyla imha etmeyi amaçlayan böyle bir “yöntemin” 1980’lerde otoriter devlet tarafından yürütülen soykırım savaşında nasıl önemli bir rol oynadığını göstermiştim. Bu strateji aslında bir savaş el kitabının talimatlarından türetilmiş, dolayısıyla yerli halkların ve köylülerin evlerine uygun düşük yoğunluklu patriyarkanın hiyerarşik düzeniyle hiçbir ilgisi olmayan bir stratejiydi. Bu ahlaken öldürücü – planlı programlı biçimde kadınların bedenlerini hedef alan, stratejistler tarafından laboratuvarlarda planlanan ve bir dizi emirle cerrahi yöntemlerle uygulamaya konulan- savaşın dışa vurumcu gücü son derece açıktı. Bu durum paralel devlet alanının nüfuslar üzerindeki denetimini genişleten çete savaşlarında ve baskıcı savaşlarda kadınların rolüne ışık tutmaktadır.
İşlevsel ve pedagojik zulüm zamanlarında, zalimliğin üstüne kazındığı zemin kadının -veya çocuğun- bedenidir, çünkü arkaik tahayyülde kadınlar ve çocuklar savaştaki silahlı düşmanlar değil, daha çok savaşın “masum” izleyicileridir. Bu izleyicilerin ortadan kaldırılması hiçbir faydacı amaca hizmet etmediğinden, bedenleri bir mesaj göndermek için kazıma tahtası olarak kullanılabilir. Bunlar, bedenleri üzerinde suç ortaklığı antlaşmalarının nihai hale getirildiği ve iktidarın bedenler ve egemenlik sahaları üzerindeki denetiminin gösteriye dönüştürüldüğü kurbanlık mağdurlardır. Kamusal bir karaktere sahip olan ve kişisel ilişkilerle ilgisi olmayan bu tür kadın cinayetlerinin şiddetini adlandırmak için kadın kırımı terimini kullanmıştım. Var olan çeşitli baskı, ayrımcılık ve öldürücü saldırganlık biçimleri arasındaki kesişimleri anlamak için -ve istatistiğin bakış açısından, bunlar ancak kötü kraliçenin sihirli aynası denli güvenilirdir- Amerfikalılık (Amerficanity) (12) kategorisini kullanan ve Amefrika kadın kırımı (Amefricafemigenocide) kavramından söz eden bir bileşim üreterek, zamanından önce göçüp giden Siyah Brezilyalı büyük düşünür Lélia Gonzalez’in çalışmasını onurlandırabiliriz. Ayrıca Rossala Reguillo’nun ve diğer Meksikalı yazarların (13) kullandığı çocuk kırımı (junevenicide) kategorisinden de yararlanabiliriz ki bu da bize iktidarın keyfiliğini ve yargı yetkisi egemenliğini faydacı biçimlerde değil daha ziyade dışa vurumcu biçimlerde sergilediği zalim ve kurbancı bir infaz biçimini tanımlayan bir terim olan Amefrika çocuk kadın kırımı (Amefricajuvenifemigenocide) terimini verir.
O halde, özetlersek, patriyarkanın suçları hem çağdaş iktidar biçimlerini, mülk sahiplerinin yaşam üzerindeki iktidarını hem de, özellikle Guatemala’daki baskıcı savaş, Kolombiya’nın pasifik kıyısındaki durum veya kıtadaki diğer yerler arasında Kiowa Guaraní halkının Brezilya’daki Mato Grosso’da katledilmesini de içeren örnekler temelinde, Fethin tek bir günde yaşanıp sona erdiğini varsaymanın hata olacağı sonucuna vardıktan sonra, sömürgecilikten daha doğru bir terim olan bir terimi kullanırsak, sürekli, tecavüzkar ve el koyucu bir fetihçiliğin iktidarını ifade etmektedir.
Latin Amerika’da yayılmakta olan çağdaş kayıt dışı askeri senaryo bağlamında, savaşın nasıl durdurulabileceğine ilişkin bir soruya şöyle yanıt vermiştim: erkeklerin el birliğiyle ve onların da yararına olacak şekilde, erkeklik buyruğunu dağıtarak. Bu da patriyarkanın dağıtılması demektir, çünkü savaşı mümkün kılan ve savaşı yürütenlere askeri girişimleri için er-gücü, ölmeye hazır askerler sağlayan erkekliğin pedagojisidir. Erkeklik bir şirket gibi yapılandırılır ve örgütlü suç bu yapıyı kopyalar: gruba ve üyelerine sadakate diğer her şeyden çok değer veren ve içsel anlamda hiyerarşik olan, böylece üstlere itaatin buyruk haline geldiği bir yapı. Erkek sosyalleşmesinin erkeklik şirketine giriş şekline büründüğü erkeklik eğitimi, erkekleri prestijli meslekler, ordu ve örgütlü suç dahil diğer kurumsal örgütlenmelere girişe hazırlar.
Dolayısıyla erkeklerin kadınların politikasıyla el birliğine girmeleri basitçe kadınların mücadeleleriyle el birliğine girme meselesi değildir; hele erkek “koruması” teklifinde bulunmak hiç değildir. Tersine, söz konusu el birliği erkeklerin çıkarına olacaktır, çünkü erkeklerin kendilerini “erkeklik şirketinden”, erkeklik buyruğundan özgürleştirmelerine yol açacaktır. Birçok erkek hareketimizin aslında onları itaat etmeleri için eğitildikleri ölümcül ve çürümüş buyruğa karşı korumakta olduğunu anlamaya başlamıştır. Tecavüze dayalı bir egemenlik biçimi olan erkeklik buyruğunun verdiği ilk kurbanlar erkeklerdir, çünkü toplumsal cinsiyetlendirilmiş şiddet aynı zamanda erkekler-arasındaki, toplumsal cinsiyet içi bir şiddettir.
TEMA ÜÇ: TÜM İKTİDARLARI AYAKTA TUTAN SÜTUN OLARAK PATRİYARKANIN MERKEZİLİĞİNİ NE GİZLİYOR
Tarihte toplumsal cinsiyet ilişkilerinin merkezi yerini gizleyen tam da kamusal alanın kendisinden arta kalan ötekini: özel olanın, kişisel olanın dünyasını kuşattığı, genelleştirerek yuttuğu yapının ikili karakteridir. Yani, sömürgeci modernitede politik olanı ve politika-dışı olanı birbirinden ayıran ikiciliği kast ediyorum. Bu ikicilik, bir yanda hakikatleri evrensel değer ve genel çıkara sahip olan ve söylemi eril bir figürden doğuyormuş gibi tahayyül edilen, öte yanda söz konusu figürün ötekilerinin yalnızca kısmi, marjinal ve önemsiz bir değere sahip olduğu bir evrenin varlığına yol açmaktadır. Bir yanda, evrensel ve merkezi olanla öte yanda bakiye haline getirilip önemsizleştirilen arasındaki aşılamaz uçurum, diğer hiyerarşik düzenlerin olmadığı kadar baskıcı ve doğası gereği şiddet yüklü bir ikili yapı üretmektedir. Tam da modernitenin ikili yapısındaki bu önemsizleştirme mekaniği sayesinde kadınlara ve patriyarkal, sömürgeci-modern tahayyüldeki kadınsı pozisyona karşı işlenen suçlar hukuk tarafından ele alınmamış ve asla tam olarak kamusal anlamda tanınmamıştır.
Bu anlamda, ortaçağ Avrupa’sında cadıların yakılmasının çağdaş kadın cinayetlerinin eşdeğeri olmayıp daha ziyade bu katliamlarla kalıtımsal bir ilişki içinde oldukları düşüncesini bile ortaya atabiliriz: daha eski infazlar toplumsal cinsiyetlendirilmiş cezalandırmanın kamusal bir biçimini temsil ederken, çağdaş kadın cinayetleri, patırtı, gösteri ve paralel devlet savaşlarını karakterize eden hesaplaşmaların tam ortasında gerçekleştiriliyor olsalar da asla yargıçların, savcıların, medyanın ve genelde kamuoyunun tahayyülüne hapsoldukları özel alandan çıkmayı başaramazlar.
Modernite her türden önemsizleştirici anomaliyi, evrensel referansın ızgarasından geçirilmek anlamında filtrelenen ve çok kültürlülük lisanı içinde, kamusal alana bu formda- ve yalnızca bu formda- yeniden dahil edilmek üzere ikonikleşmiş politik kimliklere indirgenen, tipleştirilen ve sınıflandırılan anomalileri üreten muazzam bir aygıttır. Bu egzersize veya zırvalığa uyarlanamayan- büyük bir sindirim süreci gibi işleyen- mevcut olanın matrisine uydurulamayan her şey yersiz bir anomaliye dönüşür ve siyaseten yasaklanarak sınır dışı edilir. Modernite, patriyarkal soy kütüğünden doğan devletiyle, kendi yarattığı şeytanlıklara işte bu şekilde çareler sunar; bir eliyle aldığını, diğer eliyle ve bozarak geri verir ve aynı zamanda sunuyormuş gibi göründüğünü de geri çağırır. Bu bağlamda ne tipleştirilebilen ne de sömürgeci-kapitalist antlaşmanın hizmetine sokulabilen radikal farklılıkla müzakere masasına oturulmaz oysa Amerika kıtalarının Amefrikan halklarının ortaklaşmacı dünyalarında bu fark sürekli müzakere konusudur.
Modernite, sömürgeci ön koşulları ve patriyarkal kamusal alanıyla, anomaliler üreten ve arınmalar örgütleyen bir aygıttır: normları stabilize eder, cezaları belirler, acıyı kataloglar, kültürü özelleştirir, deneyimi arşivler, hafızayı anıtlaştırır, kimlikleri özleştirir, yaşamı metalaştırır, yeryüzünü ticarileştirir ve zamansallıkları eşitler.
O halde, bütün bunları bozmak için, sömürgeci-modern matriste kamusal alanı özelden, önemsizleştirilen alandan (hücre, ev veya getto) ayıran ikilikçiliğin maskesini düşürmeliyiz. Bu ikilikçilik, en sık sözü edileni toplumsal cinsiyet ikiliği olmak üzere, birçok başka biçimlerde çoğalır ve çoğaltılır. Kamusal-özel ikiliğinin çökmesini sağlamalı ve kendi kurucu zemininden – yani, politikayı dünyalar ve tarzlar çoğulluğundan ayrıştırma eğiliminden- kopması beklenemeyecek bir devlete karşı duyduğumuz inançtan vaz geçmeliyiz. Bu durum, criollo seçkinleri tarafından kurulan cumhuriyetçi devletlerin, mitsel tarihsel anlatının bizi inandırdığı üzere sömürgeci yönetim döneminden bir kopuşu değil, tersine, artık coğrafi anlamda yakınlaşmış olan hükümetin, kendisini önceden deniz aşırı idari iktidarlara ait egemenlik sahalarını, malları ve halkları miras olarak devralacak şekilde oluşturduğu bir devamlılığı temsil ettiği Latin Amerika açısından özellikle doğrudur. Bağımsızlık için savaşan – kopuşçular olarak adlandırdığım- devrimci savaşçıların – devamcılar olarak adlandırdığım- criollo seçkinleri tarafından yenilmesinden sonra, bağımsızlık denilen şey söz konusu malların oradan buraya geçmesinden ibaret hale gelirken, sömürgeci devletin temel bir özelliği baki kaldı: idarecilerin yaklaşımı veya duyguları hala idare ettiklerine dışsaldı. Sömürgeci ilişkide son derece tipik olan bu dışsallık kalıcılaştı ve kamusal alanın halktan daha da uzaklaşmasıyla sonuçlandı. Yönetilenler amansızca marjinal ve uzak, bu biçimde kırılganlaşan bir idareden bir uçurumla ayrılmış hale geldiler. Devletlerimiz sömürgeci iktidardan geri alınan zenginliklere seçkin kurucularca el konulabilmesini sağlayacak biçimde tasarlandı. Bugün de hala, bu el koyma duyarlılığı devletin en karakteristik özelliği olmaya devam ediyor, öyle ki seçkinlere mensup olmayan biri devletin yörüngesine girdiğinde, seçkinlerin mensubu haline geliyor; bu da daima nüfuslara dışsal olan ve onlara dayatılan bir idari aygıtın parçasına dönüşmenin yarattığı amansız bir etki. Yurttaşlık inancının krizi bu şekilde kaçınılmaz hale geliyor. Aslında, cumhuriyetlerimizin kurucu öznesi – yani, criollo– tarihin vaz ettiği gibi bir demokrasi ve egemenlik kahramanı değil, daha ziyade halktan ve yaşamdan ayrışmasını güvenceye alan beş karaktere sahip bir özne: kendisi ırkçı, kadın düşmanı, homofobik, transfobik ve türcü bir erkek.
İlerlememizi engelleyen patriyarkal ve devletli kesinlikleri ayakta tutan devlet fantezisini, hukuk fantezisini, güvenli limanı ve sağlam zemini sarsmamız gerekecek. Örneğin, evrensel olduğunu iddia eden bir erkek öznenin hâkim olduğu kalıcı, tartışılmaz ikili asimetrinin üzerini örten “farklı ama eşit” şeklindeki ulaşılmaz ve kapsayıcı insan hakları formülünü yeniden gözden geçirmek gerekecek. Bunun yerine ortaklaşmacı dünyaların açıkça hiyerarşik ama radikal biçimde çoğulcu yapılarına dayanan “eşitsiz ama farklı” formülünü önermemiz gerekecek. Bu tür bir formül, kuşkusuz kadın politikasına uygun bir tarz için daha iyi bir yolu açacak. Yine, 1970’lerin, “kişisel olan politiktir” biçimindeki feminist sloganını da ters yüz etmek gerekecek. Bu sloganın paradoksal sonucu devlete karşı duyulan dindarca bir inanç, devlet alanında zaferler elde etmeye, yakın ilişkiler bağlamındaki toplumsal cinsiyet temelli şiddeti sınırlandırabilecek daha fazla yasa ve kamusal politika elde etmeye yönelik yatırımlar oldu. Benim önerdiğim yaklaşımsa ev içinin kamusal terimlere tercüme edilmesi veya devlet politikaları tarafından bir ölçüde tanınabilmek için yakın ilişkileri kamusalın diline dönüştürmek değil. Bunun yerine aksi yaklaşımı öneriyorum: “evcil” olanın yeniden politikleştirildiği yerde, politikayı evcilleştirmek, bürokrasiden arındırmak, evcil bir anahtara transpoze ederek insanileştirmek. Tarihin yönünü değiştirmek için devlet iktidarını gerek zorla gerekse seçimlerle ele geçirme stratejilerinin sürekli olarak uğradığı başarısızlıklar bize bunun yanıt olmayacağını gösteriyor. Kendi istikametimize ulaşmayı hiçbir zaman devletin ele geçirilmesiyle başaramadık, çünkü devlet iktidarı nihayetinde kendi aklını kendisini ele geçirenlere dayattı.
Sömürgeci soy kütüğünü devam ettiren idari bir elitin bölgesi olmaya devam etti. Bunun yerine, köyde, köyler arasında ve sömürge cephelerinde toplumsal yaşamın sunduğu farklı tarzların ve mekânların çoğulluğunu tanımalı ve yeniden sahiplenmeli; aynı zamanda bunların patriyarkal politikalarla olan farklılıklarını akılda tutmalıyız. Bu arada, ileriye uzanan yol amfibik bir nitelikte, devlet alanının hem içinde hem de dışında çalışmayı, devlet içi ve devlet dışı politik çalışmayı, saldırıya uğramış ve modernleşme denilen sömürge ve devlet müdahaleleriyle parçalanmış toplulukları yeniden inşa etme çabasını içeriyor.
Kamusal-özel ikiliğini dağıtırken, kurtarmamız gereken şey, sosyalliğin ve ev içi politikanın, oiconomia’nın kayıp anahtarını onaran bir politikanın teknolojileri olduğu kadar toplumsal iş bölümü ile birlikte tür içindeki farklılaştırılmış bir grup statüleri veri alındığında, tarih boyunca kadınların deneyimi içinde geliştirilen ve biriktirilen müzakere, temsil ve yönetim tarzlarıdır. Bu tarihte kuşkusuz yenilgiler yaşandı. Ama mülk sahipleri karşısında yaşadığımız çağdaş yenilgi çok daha büyük ve yaşam karşısındaki düşmanlıklarının tetiklediği felakete doğru yol alıyoruz. Bu özcülükle ilgili bir mesele değil, daha ziyade çoğul bir tarihler düşüncesi veya başka bir yerde tarihsel çoğulculuk dediğim şey: Farklı türdeki toplumların, mutluluk ve refah hedeflerinin yanı sıra kadınsı eylem biçimlerinin de farklılaştığı projeler örgütlemiş oldukları yaklaşımı. Kadınlar kadınsı bir anahtarla bu politikayı yeniden keşfedebilir ve erkekler de bize katılıp politikayı farklı biçimlerde düşünüp eylemeyi öğrenebilirler. Bu yeni bir çağın, aslında, zaten doğum işaretlerini sergilemekte olan bir çağın başlangıcı olabilir: yeni bir politika paradigmasının başlangıcı, belki de insanlığın patriyarkal tarihöncesinin sonunun başlangıcı.
Feministler, hareketimizin tarihi boyunca, kendimize ait alanlara koruyucu kalkanlar sağlayabilecek kız kardeşlikleri yeniden üretmeye çalıştılar, ama bu kalkanların toplanma, temsil ve yönetim işi politikayı totalleştiren bir kamusal alan tarafından ele geçirildiğinde dağıtılıncaya kadar komünal dünyada her zaman var olduğunu unuttular veya belki de kabul etmediler.
Bu yüzden bunlar erkekler dünyasındaki kurumların “suretinde ve benzerliğinde” yeniden kuruldu. Erkeklerin tarihi işitilebilir bir tarih, ama kadınların tarihleri -politikayı eyleme, kolektif biçimlerde düşünme yolları- köy dünyasından sömürgeci moderniteye geçişte silindi, sansürlendi ve kaybolup gitti.
Kamusal alanın totaliterliği böylece devlete güvenme ölümcül hatasına ve dolayısıyla bu güvenin kendisinin krizine, artık inkâr edilemez hale gelen bir krize yol açmaktadır. Mükemmel bir gelecek toplum yaklaşımları devletin ilerici kesimler tarafından etkili şekilde ele geçirilmesinin bizi muzaffer biçimde toplumsal mükemmelliğe taşıyacağını var saymamıza yol açan bir ütopya otoriterliği inşa etti.
Çünkü hiçbir ütopya belirli bir otoriterlik derecesi olmadan var olamaz, daha iyi alternatif, kaçınılmaz biçimde evrimci ve Avrupa-merkezci olan, sahici belirsizliği ve kararsızlığı kontrol altına alınabilir sayılan bir geleceğe yansıtılan soyut ütopyalardan veya varılacak toplum yaklaşımlarından uzaklaşmaktır. Bunun yerine, bugün hâlâ ortaklaşmacı ve kolektif biçimlerde örgütlenen halkların somut deneyimlerine bakmalıyız. Kendi aramızda, bu toplumların topluluklar arası birikimi sınırlandırma ve eşitsizlik uçurumlarının oluşumunu engelleme yöntemlerini uygulamaya başlamalıyız. Tek olası esin kaynağımız, Avrupa uygarlığını karakterize eden kontrol nevrozu tarafından önsel biçimde tasarlanan bir gelecek yanılsaması olamaz. Bunun yerine, beş yüz yıllık sürekli soykırımdan sonra, bizimki gibi bir kaçaklar kıtasında -beyaz olmayan soylarına ve Amefrikalı, insani ve tarihsel bir peyzajda kök salmış olan aidiyetlerine sırtlarını dönenlerin üzerinde hak iddia ettiği bir kıtada- düşünüp tartışarak ve gizemli biçimlerde bir halk olmayı sürdürme tarihsel çabasında ısrar etmeye karar verenlerin somut deneyimi bir esin kaynaklığı olabilir. En büyük Latin Amerika metropollerinin tam ortasında bile topluluklar inşa etmeye devam edenlerden öğreneceğimiz dersler var. Bu ortaklaşmacı yaşamda, köy dünyasında, etnografik kanıtlar kadınların köklülüğün özneleri, çevrenin koruyucuları ve farklı bir politika türünün uygulayıcıları olduğunu gösteriyor.
TEMA DÖRT: KADINSI BİR ANAHTARLA YAPILAN BİR POLİTİKAYA DOĞRU
Ortaklaşmacı deneyimden ilham alma arayışı – yani, tarihi devlet tarafından gerçekleştirilecek bir proje olarak görmek şeklindeki sıklıkla tekrarlanan stratejik hatadan kaçınmak- kendisini tarih boyunca başarısız olan tüm deneyimlere karşı bir alternatif olarak ortaya koyuyor. O halde topluluğu mevcut fragmanlardan başlayarak yeniden kurmaya başlamak sloganımız olacaktır. Bu aynı zamanda politik hitabın kamusal alan tarafından ele geçirilmesinden ve üyeleri kamusal alanın “erkeksi” öznesinin suretine ve benzerliğine uymayan grupların önemsizleştirilmesi ve marjinalleştirilmesinden, bu grupların politikanın bakiyelerine veya kalıntılarına dönüştürülmesinden bu yana silinip gitmiş olan bir politika türünün yeniden kazanılması anlamına gelir. Bu tarz bir politika bürokratik idare tarihinin veya modern akılcılığın parçası değildir. Tersine kendi sosyallik ve yönetim teknolojilerine sahip olan ev içi akıldan yola çıkar. Bu nedenle de radikal demokrasi fikrinin ima ettiği gibi, her şeyi kapsayan bir devlet ve kamusal alana uyma özlemine aldanmaz.
Eril tarihsel deneyim avlanmak için, protokol tarafından yönetilen müzakereler için, ritüel parlamentolar için ve önce köyler arasında ve sonra sömürge cephesindeki askeri girişimler ve pazarlıklar için gerekli olan uzak rotalarla damgalanmıştır. Tersine kadınların tarihi kökenlere ve yakınlık ilişkilerine vurgu yapar. Yakın alanlarda, yakın bedensel temasın ve az sayıda resmi protokolün olduğu yerlerdeki bu politika yapma biçimini yeniden canlandırmalıyız. Devletin ve kamusal alanın imparatorluğu dayatıldığında köşeye sıkıştırılan ve terk edilen bir politik tarzı yeniden kazanmalıyız. Bu, politika yapmanın tam anlamıyla farklı bir biçimi, protokol mesafelerinin ve bürokratik soyutlamanın değil, bağların politikası, samimiyetin, yakınlıkların yönetimi. Sadece- aynadaki ırksallaştırılmış imgemize, kaçınılmaz biçimde kendi yerli peyzajımıza çapalanmış bir imgeye bakarak- hafızanın bağlarını onarmakla kalmayıp, kadınların, moderniteye geçişte ev içi alanların ani prestij ve özerklik kaybıyla bloke edilen yasaklanmış ve değersizleştirilmiş politika yapma biçimlerinin değerini iade etmemiz ve onun hafızasıyla yeniden bağlantı kurmamız da gerekli.
Ama bunu iradeciliğe düşmeden yapmalıyız, çünkü yüz yüze ilişkilerden faydalanan her küçük kolektif bir topluluk değildir. Bu birçok ekonomik dayanışma ve onarıcı adalet çalışması tarafından yapılan bir hatadır, çünkü ne zaman bir kolektif- örneğin, kıtlık anlarında ihtiyaçları gidermek veya çatışmaları çözmek gibi- araçsal bir amaç ekseninde örgütlense, ele alınan sorun halledildiği anda dağılmaktadır. Bunu 2001 krizi sonrasında Arjantin’de yaşadık. Bir topluluk, topluluk olmak için iki koşulu yerine getirmelidir: genelde belirli bir kozmos ve dinsel sistem tarafından sağlanan sembolik yoğunluk ve üyeleri bakımından ortak bir tarihten gelerek ortak bir geleceğe doğru ilerledikleri algısı mevcut olmalıdır. Ama bu tarih, iç çatışmaların mevcut olmadığı bir tarih olmak zorunda değildir. Tersine. Bir topluluk, tam da bir tarihi paylaşmış olması nedeniyle bir topluluk haline gelir. Aslında, bir topluluğu veya halkı oluşturan şey sabit geleneklerden oluşan bir miras değil, daha çok, kolektif bir özne olarak, fikir birliği ve tartışma yoluyla, ortak bir varoluşa süreklilik kazandırma projesidir.
Kadınlar bu ortaklaşmacı ve yerel köklülüğü bulundukları manzara içinde savunmuşlardır ve savunmaya da devam etmektedirler. Yani köklülük politikası kadınların politikası olmuştur. Ve sermaye politikasının kendi yayılmacı güzergahında karşılaştığı en büyük engel olarak gördüğü şey de bu ortaklaşmacı ve yerel köklülüktür.
Bir topluluğu oluşturan şey, bir arada, iletişim içinde olma arzusu olduğu kadar, farklı türden kaynakların üyeleri arasında dolaşımını sağlayan kalıcı bir karşılıklılık yükümlülüğüdür. Liderlerinin artan sayıda Latin Amerika nüfuslarını etkilediği Neo-Pentekostal ve kelimenin tam anlamıyla Evangelist kiliseler, tam da bu tür toplulukçu sosyallik teknolojilerini yeniden oluşturmayı başarmış ve eski ve tükenmiş kolektiflerin yerine, şimdi köklülüklerinden ve tarihten arındırılmış yeni kolektifler koymuşlardır.
Toplulukları yeniden inşa etmek, sermayenin tarihsel projesinden ayrışan bir tarihsel projeye dahil olmak anlamına gelir. Burada din, maneviyat veya “özgün bir kozmos” dediğim şey de önemli bir rol oynamaktadır. Bunu, Pittsburgh Üniversitesi tarafından idare edilen SS Universe isimli bir gemide eğitim verirken fark ettim. Burada zengin ailelerden gelen, çoğu gelecekte kamusal konumları işgal etmeye yazgılı Kuzey Amerikalı üniversite öğrencileri, bir yandan dünyayı gezerken bir yandan da farklı konularda kredi kazanacakları bir “deniz sömestrine” yazılmışlardı. 1991 yılında, Körfez Savaşı’nın yarattığı tehlikeler yüzünden, gemi rota değiştirmek zorunda kaldı ve ben de Caracas ve Salvador, Bahia limanları arasında eğitim vermek üzere işe alındım. Benim rolüm Karnavalın tam ilk günü Salvador’da karaya ayak basacak olan genç insanlara 1980’lerde yazdığım doktora tezimin konusunu öğretmekti: Afro-Brezilyalı dinler. Derslerimden birinde, derse katılandan arasından yaşlıca bir adam konuşma izni istedi. İzin verdim ve bana sırtını dönerek, kendinden menkul bir öğretmen otoritesiyle konuştu. Öğrencilere hitap ederek şöyle dedi: “Bana göre bu ülkeler bu dinler yüzünden ilerleyemeyecek, çünkü bu dinler kalkınma açısından işlevsizler.” Bunu söylediğini duyduğumda çok derinden rahatsız oldum. Ama kendisinden ne kadar paha biçilmez bir ders almıştım -tabii, saygıdeğer yaşlı adamdan kast ettiği sözlerin tam tersini çıkarmıştım: Candomblé’nin*** ruhani ve ortaklaşmacı ruhunda kapitalizmin tarihsel projesine karşı direnişin tohumları var! Sınıfı bu esrarengiz kişinin, öğrencilerin eğitimiyle böylesine cansiperane ilgilenen adamın kim olabileceğini merak ederek terk ettim. Kendisinin Colorado’nun üç kez seçilmiş valisi ve Denver Üniversite’sinde Kamusal Politika Araştırmaları Enstitüsü’nün direktörü olarak hizmet etmiş bir politikacı olduğunu öğrendim: Kuzey’de sola, Güneyde sağa. O günkü dersteki yorumunu duyduğumdan bu yana, belirli kozmolojilerin ve maneviyatların, “halkın afyonu” olmaktan çok piyasa müdahalesinin önünde birer engel oluşturduğunu, çünkü sermaye açısından işlevsiz olduklarını anladım.
İki tarihsel proje tipi için farklı tanımlamalar kullanarak bugünün dünyasında sermaye açısından neyin işlevsel neyin işlevsiz olduğunu biraz şematik biçimde tarif etmek mümkün: nesnelerin tarihsel projesi ve bağların tarihsel projesi. Her biri farklı bir tatmin türü peşinde; iki proje gerilim halinde ve son tahlilde birbirleriyle uzlaşmazlar. Bu fikri daha da canlı hale getirmek için, Latin Amerikalı göçmenlerin, Meksika’yı La Bestia treniyle geçerek ABD’ye yaptıkları yolcuklara dair kamusal alanda dolaşımda olan belgesel kayıtlara başvuracağım. Bu tanıklıklar çarpıcı. Tekrarlayan bir yapıları var: göçmenler trene biner; bazıları düşer ve ciddi biçimde yaralanır. Sayısız göçmen yakalanır, kapatılır ve Büyük Sınırın şu veya bu yakasındaki çiftliklerde çalışmaya zorlanır. Kadınlar kaçınılmaz biçimde tecavüze uğrar: sanki taşa yazılan bir kaderin gerçekleşmesi gibi. Bu odyssey’nin sonunda, –coyote, yani insan kaçakçılarına yüklü miktarların ödenmesini de içeren- bu aşırı çetin sınavlardan sonra, göçmenler sıklıkla yakalanıp köken ülkelerine iade edilirler. Buradan itibaren çoğu yolculuğa en baştan tekrar başlar. Alışıldık yaklaşım, memleketlerini terk etme kararlarını maddi kıtlığın veya çete savaşlarının yarattığı itilimin bir sonucu olarak açıklar. Bu açıklama kısmen doğru olsa da ben itilimden çok çekimi vurgulayacağım ve bolluk, kıtlık ve libidinal yatırıma dair tanıdık yaklaşımları gözden geçirmeye çalışacağım. Bunlar Freudçuluğun Spinozacı eleştirisinde Gilles Delueze tarafından zaten belirtilmiş olan, tarihsel bir çağın ve sermayenin belirli karakteristiklere sahip kıyamet çağının inşalarıdır. Çünkü kıtlığı üreten bolluktur, önceden tatmin edici ve doyurucu olanı yıkarak, onu kurar ve dayatır. Memlekette, güven ve karşılıklılık ilişkileri, müdahaleci modernizasyonun etkileriyle ve alt-bölgesel bir piyasanın basıncıyla zayıflamış, gözden düşürülmüş ve parçalanmıştır. Bağlar parçalandığında, basitçe maddi olmayan ve daha çok, dürtülerin “nesneler dünyası”, “nesnelerin bulunduğu” bölge diye adlandırdığım bölgeye yöneldiği bir toplumsal iklimin tamamı anlamına gelen bir kıtlık baş gösterir. Yeni bir tür kargo kültü**** böylece dayatılır: estetize edilmiş metaların bereketli cennetini arayan bir mistisizm. Bu, dünyanın kozmolojiler çoğulluğuna cebren giren ve müdahale eden Kuzey fetişi veya daha çok metalar krallığı olarak Kuzey fetişizmidir. Amerika kıtalarının nüfuslarını ele geçirip, onları Kuzeye doğru çeken şey, artık kendi çekim gücünden yoksun kılınmış, karşılıklılığın hazları ve yükümlülükleri bakımından fakir düşmüş bir mekânda, varoluş boşluğunda salınan ruhlara yöneltilmiş bir bolluk fantezisinin, bir bolluk diyarı fetişizminin çekim gücüdür. Yani, daima mimetik -taklitçi- olan arzu, mistikleştirilmiş ve kudretli bir fetişist fazlalık sayesinde üretilir. Eski köklülük bağları onları korumayı başaramadığında ruhlar nesneler dünyası tarafından emilirler. Bağlar çekiciliklerini ve çekim güçlerini yitirdiklerinde, insanlar bu nesneler dünyasına sürüklenirler. Ama nesnelere duyulan arzu bireyleri üretirken, köklülüğe duyulan arzu topluluğu üretir. Bu ikincisi sermayenin tarihsel projesi bakımından işlevsizdir, çünkü mutluluğu ayakta tutan komünal bağlara yapılan yatırım, karşılıklılık ve komünal köklülük bağlarını pekiştirir ve özneleri nesnelerin çekim gücüne daha az açık hale getirir. Nesneler dünyasının iddiası kendisini sadece kopuk, yalıtılmış ve zayıf öznelere dayatabilir:(14) nesneler verdiği dersler, nesneler olarak doğa, nesne olarak beden, nesneler olarak insanlar ve tıpkı çağımızın prototipik kişiliği gibi, ilişkisel değil araçsal olan bir dürtüyle damgalanmış psikopatça bir yapıyı dayatmaya devam eden zulüm pedagojisi. Zulüm pedagojisi terimini, öznelere yaşam formlarını nesnelere dönüştürmeyi öğreten, onları buna alıştıran ve programlayan tüm eylem ve pratikleri adlandırmak üzere kullanıyorum. İnsan ticareti ve cinsel istismar, zulüm pedagojisi ile kast ettiğim durumun başat örnekleri ve alegorileri. Bu anlamda, Latin Amerika’nın tarlalarında ve küçük köylerinde küresel piyasaya metalar üretmek üzere kurulan her türlü hafriyatçı girişimi genelevlerin ve kadınların bedenlerinin metalaştırılmasının izlemesi tesadüf değil.
O halde tarihte ileriye doğru giden yol topluluğun ve topluluğun köklülük bağlarının teyidini içeriyor. Bu andan itibaren de politika kadınsı olmak durumunda. Ev içi alanın ve onun kişiler arası ve bedenler arası temas biçimlerinin, sömürgeci modernitenin ilerlemesiyle kendi bürokratik yöntemini ve mesafeli yönetim tarzını dayatan ve evrenselleştiren kamusal alanın ve devletin kendi eril soy kütüğüyle ortaya çıkışıyla birlikte yerinden edilip menedilmemiş olduğu zamanları yeniden kazanana kadar, hafızanın ipliğini yeniden dokuyup sosyalliğin komünal teknoloji fragmanlarını yeniden birleştirerek, stratejiler ve tarzlar aramak zorunda kalacağız. Bu politika ve onun varlık nedeni tekelci bir nitelikte ve çoğul bir dünyanın önünde duruyor. Bu, politikanın tümüne birin tutarlılığını dayatıyor ve tüm ötekilikleri evrensel referans ızgarasından geçirerek asimile ediyor. Bu arada, kadınsı politik pratik ütopyacı değil daha çok aktüel ve gündelik, ona ilkelerden çok pratiklik yön veriyor, sonuçla değil süreçle ilgileniyor.
Çoğul bir dünya ise muhtemelen cumhuriyetçi değil ama daha demokratik olacak. Gelecek için yeni bir politika tarzı tasarlamak için, büyük gemi enkazından sonra geriye kalanı ve hala var olanı yeniden kazanmalıyız. Süreç içinde, kendi tarihleri ve kendi sosyallik teknolojileriyle birlikte, bu kadınsı ve ortaklaşmacı proje için bir retorik, yani onu adlandıracak bir dizi kelime ve söylemsel değer atfetme yolları da oluşturmamız gerekecek. Sadece böyle bir retorik bizi malların değerini ve metalaştırılmış hayatı merkezine alan hâkim retoriğe karşı savunma kapasitesine sahip olabilecek.
Kaynaklar:
An-Na’im, Abdullahi Ahmed. Toward an Islamic Reformation: Civil Liberties, Human Rights, and International Law. Syracuse: Syracuse University Press, 1990.
Arendt, Hannah. The Origins of Totalitarianism. New York: Harcourt, 1976.
Gonzalez, Lélia. “A categoria político-cultural de amefricanidade.” Tempo brasileiro 92-93 (1988):68-92.
Öcalan, Abdullah. Liberar la vida: La revolución de las mujeres. Cologne: International Initiative Edition and Mesopotamian Publishers, 2013.
Reguillo, Rossana. “Jovenes en la encrucijada contemporánea: En busca de un relato de futuro.” Debate feminista 48 (2013): 137-151.
Segato, Rita Laura. La crítica de la colonialidad en ocho ensayos y una antropología por demanda. Buenos Aires: Prometeo, 2015.
———. Las estructuras elementales de la violencia: Ensayos sobre género entre la antropología, el psicoanálisis. Buenos Aires: Prometeo, 2003.
———. Las estructuras elementales de la violencia: Ensayos sobre género entre la antropología, el psicoanálisis. 2nd Edition. Buenos Aires: Prometeo, 2013.
———. La guerra contra las mujeres. Madrid: Traficantes de Sueños, 2016.
———. La nación y sus otros. Buenos Aires: Prometeo, 2007.
———. “La perspective de la colonialité du pouvoir et le tournant décolonial.” In Les gauches du XXIe siècle. Un dialogue Nord Sud, edited by Jean-Louis Laville and José-Luis Coraggio. Paris:Le Bord de l’eau, 2016.
Valenzuela, José Manuel, ed. Juvenicidio: Ayotzinapa y las vidas precarias en América Latina y España. Barcelona: Ned Ediciones, 2015.
Notlar:
1 Bakınız Çok kültürcülüğe ilişkin La nación’da yayımlanan eleştiri yazım.
2 İngilizceye çevirenin notu: Bakınız http://escolasempartido.org/component/content/article/2-uncategorised/484-anteprojeto-de-leiestadual-e-minuta-de-justificativa.
3 Burada köktendinci İslam’ı, Batıya tepki gösteren, sahte İslam olarak anladığımı vurgulamak isterim. Köktendinci liderler İslam’a yüzyıllardır eşlik eden iç tartışmaları bastırdılar. Benzer bir şey tüm Hıristiyan inanç gruplarının muhafazakâr kanatlarında da yaşanıyor. Köktendincilik bu anlamda her yerde bugünü damgalayan bir politik-dinsel kültürdür. Bakınız, Toward an Islamic Reformation gibi diğer metinlerin yanı sıra örneğin, Abdullahi An-Na’ims’in insan hakları ve İslam konulu eseri.
4 “Erkek egemenliği” ve “erkeklik buyruğu” neredeyse birbirlerinin yerine konulabilir. Fakat ben, belirsizliği nedeniyle birinci terimi tercih ediyorum: bir “buyruk” erkekler açısından bir yükümlülüğe ve bu anlamda bağlı oldukları bir “egemenliğe” atıfta bulunur ama aynı zamanda bir otorite devrine de -yani, bir tahta geçmeye, bir otorite pozisyonuna erişmeye- atıfta bulunur. “Erkeklik buyruğu” terimini, faili hem özne hem de tabi kılınan olarak adlandırmak üzere, bu ikili anlamda kullanıyorum: yükümlülük ve hak sahipliği. Aşağıda, erkekliği bir şirket olarak tarif ettiğimde bu daha netleşecek.
5 Bu tez için, bakınız 2003 tarihli, Las estructuras elementales isimli kitabım ve 2013 tarihli ikinci baskısı.
6 Bu Las estructuras elementales kitabında kullandığım bir ifade.
* Creole, criolo: Creole elitleri, sömürgecilik döneminde Latin Amerika ve Karayipler’de Avrupa kökenli olup, sömürgelerde doğup büyüyen ancak sömürge yönetimleriyle bağlantı içinde bölgesel ekonomik ve politik güç kazanan üst sınıfı ifade eder. Bu sınıf, sömürgeleştirilen yerli halktan ve Afrikalı kölelerden farklı olarak, 19. yüzyıldaki bağımsızlık hareketlerinde önemli rol oynamıştır.
7 2015 tarihli La crítica de la colonialidad. İsimli kitabımda geliştirdiğim teze göre.
8 1999 yılından bu yana hapiste olan Kürt lider Abdullah Öcalan kadınların düşüşünü Neolitik dönemin sonuna yerleştirmektedir. Bakınız Liberar la vida.
9 Quijano’nun eseriyle ilgili bir rehber için, bakınız benim inceleme makalem, “Aníbal Quijano y la perspectiva de la colonialidad del poder,”, La crítica de la colonialidad, 35-67 içinde. Bu makalenin Fransızca kısaltılmış bir versiyonu için bakınız “La perspective de la colonialité du pouvoir.”
10 Bakınız “El sexo y la Norma: Frente estatal-empresarial-mediático-cristiano,” La crítica de la colonialidad, içindeki benim yazdığım bölüm, 101-138.
11 Savaşın tarihindeki ve kadınların çağdaş kayıt dışı savaşların stratejik hedefleri olarak ortaya çıkışındaki bu kesintiye dair tezim için, bakınız, “Las nuevas formas de la guerra y el cuerpo de las mujeres,” La guerra, içinde, 57-90. Bu tezi Guatemala Mahkemesinde Maya Queqchi kadınlarının 80’lerin otoriter döneminde seks ve ev içi köleliğe tabi kılınmasıyla ilgili olarak görülen Sepur Zarco davasındaki uzman tanık raporumda kullandım.
** ABD-Meksika sınırında bulunan serbest üretim bölgesindeki Ciudad Juárez şehri, 1990’lardan itibaren artan kadın cinayetleri, kaybolan kadınlar ve sistematik erkek şiddetiyle gündeme gelmiştir. Ciudad Juárez’deki kadın cinayetlerine karşı mücadele, 2015 yılından itibaren Arjantin’de başlayarak tüm Latin Amerika’ya yayılan feminist Ni Una Menos hareketinin tetikleyicilerinden biri olmuş, hareket ilk kez Ciudad Juárez’deki kadın mücadelesinin şairi ve kendisini de aynı şehirde öldürülen Susana Chávez’in şiirinde dile getirdiği “Ni una mujer menos, ni una muerta más”, “Bir kadın daha eksilmesin, bir cinayet daha işlenmesin” sözlerini kendi adına dönüştürmüştür.
12 İngilizceye çevirenin notu: Amefricanidade hakkında, bakınız González, “A categoria.”
13 İngilizceye çevirenin notu: Bakınız örneğin, Reguillo, “Jovenes en la encrucijada,” 140 ve Reguillo ve diğerleri tarafından yazılan, Valenzuela, der., Juvenicidio isimli eser.
*** Candomblé: Brezilya’da ortaya çıkan ve Afrika kökenli bir dini inanç sistemi. 16. yüzyılda köle ticaretiyle Brezilya’ya getirilen Afrika kökenli halklar, yerel kültürle karışarak bu dini geliştirmiştir. Doğa güçleri ve farklı doğa güçleriyle ilişkili tanrılarla iletişim kurmak için yapılan davullu, danslı, trans ritüelleri önemli bir yere sahiptir.
**** Kargo kültü: Melanezya bölgesindeki yerli halklar arasında, 19. ve 20. yüzyıllarda Batılı sömürgeciler ve askerler tarafından bölgeye getirilen malların (kargo) etkisiyle ortaya çıkan bir tür dini inanç sistemi. Yerli halkların, Batılıların getirdiği teknoloji, malzeme ve ürünlerin mistik bir kaynağı olduğuna inanarak bu malları elde etmek için ritüel uygulamalar geliştirmeleriyle ilişkilidir, kültün temelinde Batılıların gemi ve uçaklarla getirdikleri malların ilahi güçler tarafından gönderildiği inancı ve bu tür malların gelmesini teşvik etmek amacıyla Batılıların davranışlarını taklit eden örneğin, sahte havaalanları veya radyo kuleleri inşa etmek gibi ritüeller yatar.
14 Burada Hannah Arendt’in Totalitarizmin Kaynakları’nda yalnızlıkla izolasyon arasında yaptığı ayrımı hatırlıyorum.