“Sanayisizleşme, Konut Siyaseti, Orta Sınıf” Yazarı Funda Sönmez Öğütle’yle Söyleşi

Türkiye’de kentleşme süreci adına  özellikle son yirmi yılda çok ciddi sorunlar yaşanıyor. Mahallelerin, orta sınıfların tüketim alışkanlıkları üzerinden yaşam tarzı farklılaşıyor. Merkezine rantı alan yükselen konut siyasetinin belirlediği kültürel yapılanmalar bu değişimin ilginç örneklerini sunuyor. İyi yaşam arzusunun konut ve inşaata bağlandığı böylesi bir dönemde konuyu derinlemesine inceleyen “Sanayisizleşme, Konut Siyaseti, Orta Sınıf” adlı çalışmayı merceğe aldık. Kitabın yazarı Dr. Funda Sönmez Öğütle sorularımızı yanıtladı: 

Çalışmanız, Türkiye’de yürütülen konut siyasetinin dinamiklerine ışık tutarken neoliberal politikaların güdümünde gerçekleşen “yık-yeniden yap” sistemini oldukça kapsamlı biçimde analiz ediyor. Bir sosyolog olarak bu olguları ele almanızın motivasyon kaynaklarını nelerdir?

Türkiye’de konut siyasetinin genel anlamda sözünü ettiğiniz yıkıp-yeniden yapma stratejisiyle sürdürüldüğü doğru. Fakat çalışmanın sahası olan Zonguldak örneğinde bir farklılaşma var. Kent sosyolojisi alanında çalışan bir araştırmacı olarak, öncelikle Zonguldak’ın bu özgün niteliği dikkatimi çekti. Zonguldak’ın köklü sorunlarından olan mülkiyet sorunu (bu sorun kabaca, kamuya ait arazi ve taşınmazların kentin mülkiyet yapısında geniş bir yer tutması ve bu durumun özel mülkiyetin gelişimini sınırlandırmış olmasından kaynaklanmaktadır) yıkıp-yeniden yapmayı zorlaştıran bir direnç hattı yaratıyor. Bu nedenle son on-on beş yıldır konut geliştiricilerin, eski yapıları yıkmak yerine görece bakir kalmış boş alanlara yönelmesi söz konusu ve yeni (özellikle lüks) konut alanları da bu bölgelerde oluşuyor. Bu süreçte AKP’li belediyenin, mülkiyet sorununu baypas eden uygulamalarla inşaat faaliyetlerinde kilit bir aktör olduğunu da söylemek gerekir. Zonguldak’ın özgünlüğünün yanı sıra beni bu araştırmaya iten bir diğer unsur, ağırlıkla kente dışarıdan gelen eğitimli, profesyonel meslek sahibi orta sınıfları kendine çeken yeni (lüks) konutların, bu kentte yaşamaya başlayan eğitimli, profesyonel meslek sahibi biri olarak potansiyel müşterisi olmamdı. Yani gündelik yaşam içinde ben sahamla karşılaştım, daha doğrusu saham bana çarptı. Dolayısıyla bu karşılaşmanın nedenini anlamak istedim. 

Zonguldak’ın Kavaklık Mahallesi, çalışma sahası olarak sizin için ne ifade ediyor?

Dediğim gibi sahayı seçmekten ziyade sahayla karşılaşmam söz konusu. Çalışmada üzerinde durduğum neoliberal kentleşme, sanayisizleşme, orta sınıfların giderek neoliberal kentleşmenin dinamosu hâline gelmesi vb. olgular da sahayla birlikte geldi. Araştırmada Zonguldak ve Kavaklık, basitçe birer ölçek olmanın ötesinde bir ilişkiyi ifade ediyor. Maden ve işçi kenti olarak anılagelmiş ve çoğunlukla maden endüstrisini merkeze koyan sosyal-bilimsel çalışmalara konu olmuş Zonguldak’la kentin bu eski köklü kimliğinin içerisinden doğan ve ancak bu kimlikten ayrışan “yeni Zonguldak” olarak Kavaklık’ın ilişkisi bu. Bu ilişkiyi merkeze alarak, hem eski ve yeninin iç içe geçtiği hem de yeni olanın giderek eski olandan ayrışmaya başladığı bir kentleşme sürecini ortaya koymaya çalıştım. Kavaklık’ta henüz inşaatı devam eden bir sitenin satış temsilcisi ile görüşmüştüm. Dairelerin özellikleri, sunulan imkânlar vb. tanıtımların bir parçası da siteden daire alanların profiliydi. Satış temsilcisi, sadece inşa ettikleri sitede değil genel olarak Kavaklık’ta asgari ücretle çalışan birinin konut sahibi olamayacağını söylemişti. Ama asıl çarpıcı olan, siteye kiracı olarak gelecek bir maden işçisi ailesinden “işçi ama düzgün insanlar” diye bahsetmesiydi. Bu ifade, Zonguldak ve Kavaklık, eski ve yeni arasındaki ayrışmanın, mekânsal ve sınıf-kültürel ayrışmada somutlaştığına dair bir örnek. 

Sanayisizleşme kavramı, çalışmanızda önemli bir yer tutuyor. Bu kavramı biraz açabilir misiniz?  Konunun temel hatlarını, neoliberal politikaların uzantısı ve sonucu olarak sanayinin kent merkezinden çekilmesiyle açıklamak mümkün mü?

Sanayisizleşme ağırlıkla ekonomi/ ekonomi politikaları kapsamında tartışılan bir kavram. Bunun temel sebebi, 1970’lerin küresel krizini aşmak adına ABD ve İngiltere öncülüğünde sahneye çıkan neoliberal birikim stratejilerinin bir parçası olması. Temel olarak sanayisizleşme, imalat sanayii başta olmak üzere üretimin temel alanlarına yapılan kapsamlı kamu yatırımlarının geri çekildiği ve bundan sebep üretim birimlerinin kapandığı, küçüldüğü ya da yer değiştirdiği ve dolayısıyla sınai alanda istihdamın azaldığı bir ekonomi-politik değişimi ifade ediyor. Elbette bu değişim, ekonomik sonuçlarının yanı sıra toplumsal ve mekânsal sonuçları da olan bir strateji. Kapanma, küçülme ve yer değiştirme meselesi sanayisizleşme sürecini salt iktisadi tartışmaların sınırında kalan bir kavram/ bir süreç olmaktan çıkarıyor. Bu noktada sanayisi gelişmiş ve geç sanayileşmiş ülkelerin yaşadığı sanayisizleşme sürecini birbirinden ayırmak gerekiyor. Sanayisizleşme, gelişmiş sanayi ülkelerinde (Küresel Kuzey ülkeleri) hizmet sektörünün gelişmesi, ileri teknolojilere yatırım ve üretim alanında artan verimliliğe işaret eden bir büyüme stratejisi olarak kendini gösteriyor. Elbette bu durum, belli sanayi bölgelerinin sanayisizleşmenin çöküş etkileriyle bir dönem yüz yüze gelmediği anlamına gelmiyor. Detroit, Pittsburgh, Chicago, Baltimore, Coventry, Ruhr bölgesi, Birmingham bu sanayi bölgelerine örnek. Geç sanayileşen ülkelerde (Küresel Güney) ise süreç, erken sanayisizleşme (premature deindustrialisation) olarak yaşanıyor. 

Türkiye de erken sanayisizleşen coğrafyalar içerisinde, ancak konut siyaseti ve sanayisizleşmenin iç içe geçerek kalkınma ve kentleşme politikalarını belirlemesi açısından özgün bir konumda. Sanayisizleşme çok boyutlu, çok ölçekli, çok olgulu bir süreç. Bu çokluk çerçevesinde Türkiye sanayisizleşmesinin özgünlüğünü çalışmada uzunca tartışıyorum. Burada şunu söyleyebilirim, sizin de soruda vurguladığınız gibi, sanayinin kent merkezinden çekilmesi kent merkezinin ranta açılmasına yol açtı. Kent merkeziyle sınırlı kalmayan ve kalkınma stratejisi olarak işleyen, soylulaştırma ve kapalı siteleşmenin yaygınlaşmasıyla mekânsal ve sınıf-kültürel ayrışmayı derinleştiren rant stratejisi, 2000’lerden sonra üretici sektörlerde yaşanan gerilemenin hem sebebi oldu hem de onun olumsuz etkilerini azalttı. Ancak bu enflasyonist ortamda artan inşaat maliyetleri bu stratejiyi artık sürdürülebilir olmaktan çıkardı.   

İnşaatçı yeni siyaset biçimi, yarattığı yeni kentleşme olgusu içinde hangi koşul ve politikaları dayatıyor; siyasi erkin bu konudaki etkileri, tutumları kendini nasıl dışa vuruyor, hangi kararların yaşama geçirilmesiyle sonuçlanıyor?

Söz konusu siyaset biçimi bugün ülkenin yaşadığı ekonomik çıkmazın da temel sebebi. Yani buna artık yeni değil de sınırlarına dayanmış bir siyaset biçimi demek daha doğru. 2000’lerin başlarında sıcak paranın altyapı yatırımlarına ve inşaata yönlendirildiği ve doğru bir seyirde ilerleyen strateji, inşaatın bir kâr makinesi olarak keşfedilmesiyle yön değiştirdi. Bu altyapı üzerine sanayi inşa etmek yerine bina inşa etmeye devam edildi. Bunun temel bir sebebi, iktidarın temsil ettiği burjuva fraksiyonunun buna uygun bir fraksiyon olmaması. Sonuç, ucuz işgücüne dayalı tekstil ve gıda sanayi dışında üretken sektörlere giremeyen ve sermayeyi betona gömen sermaye kesiminin giderek genişlemesi oldu. Eski köklü sanayiciler de bu kârlı alandan geri durmadı. Çünkü bizzat devlet tarafından desteklenen bir alandı inşaat. Dolayısıyla iktidarın siyasi hegemonyasının da teminatı olan kentsel rantların yeniden ve eşitsiz dağıtımına dönük uygulama ve planlamalar, konutu bir yatırım ve zenginlik aracı hâline getirdi. Amacı sosyal konut üretmek olan TOKİ ise, rantların sistematik bir dağıtımcısı oldu. Kısacası Türkiye’nin güvencesizlikler dünyasında mülk edinmek, orta sınıflar için iyi yaşama, düşük gelirliler için hayata tutunmaya açılan bir çıkış kapısı oldu. 

Zonguldak benzeri örnekler üzerinden başka kentlerde ne tür sorunlar doğabilir, önümüzdeki yıllarda kent olgusu açısından yaşayabileceğimiz krizler nelerdir?

Neoliberal kentleşme üretim alanını tahrip ederek kendine yeni alanlar açıyor. Zonguldak da bunun bir örneği. Maden kenti olarak var olagelmiş Zonguldak’ta maden endüstrisinin küçülmesi kentin köklü bir sorunu. Kurumsal yani Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) bünyesindeki maden endüstrisinde yaşanan küçülmenin yol açtığı güvencesiz-riskli madencilik devam etmekte. Özel işletilen rödovanslı sahaların yanı sıra kaçak madencilik hâlâ yaygın. 

Yerel-yabancı sermayeyi çekmek adına kuralların esnetilmesinin sonuçlarını özellikle madencilik sektöründe ağır yaşadık, yaşıyoruz. Soma’da, Zonguldak’ta, güncel olarak İliç’te.  Kentsel rantlar üzerinden dönen ülke ekonomisi ve siyaseti, kırsalı da içine alan krizler doğuruyor: Üretici sektörlerin tasfiye edilmesi, sendikasızlaşma, işsizlik, güvencesizlik, göç, nüfusun belli kentlerde yoğunlaşması, özellikle yoğun nüfuslu kentlerde sağlık, eğitim, ulaşım, barınma, beslenme gibi yaşamsal ihtiyaçlara erişimin giderek bir ayrıcalık hâline gelmesi, güvencesiz yaşlanma, kırsalda genç nüfusun azalması, bakım sorunu, doğanın tahribatı, iklim krizi, tarımsal faaliyetin tükenişi…

Çalışmanız, Kavaklık örneği üzerinden orta sınıfların tüketim pratiklerini, değişen yaşam tarzını ve bunun oluşturduğu kültürel alanın nasıl biçimlendiğini ele alıyor. Bir tür nostalji duygusunun varlığını da akılda tutarak, kaçınılmaz değişimin, makul bir seviyede, dengeli götürülmesi nasıl mümkün olabilir?

Kentleşme süreçlerine dair herhangi bir tartışmada orta sınıfların ayrım pratikleri, en temel meselelerden biri. Bugün orta sınıfın eridiğinden bahsediyoruz ancak sınıfsal pratikler, yatkınlıklar o kadar hızlı erimez. Orta sınıf uzun bir zamandır kentsel politikaların, karar ve uygulamaların yönünü ve sonuçlarını belirleme gücüne sahip. Orta sınıfın ayrışma pratiklerini ve bunun mevcut ve olası sonuçlarını anlamak için bizim sosyolojiye, hatta belli türden bir sosyolojiye ihtiyacımız var. Yani sınıfları salt iktisadi varlıklar olarak değil kültürel varlıklar olarak gören bir teoriye ihtiyacımız var ve burada aslında sınıf-kültürel bir fenomenle karşı karşıyayız. Dolayısıyla muhafazakâr ya da seküler fark etmiyor; bu bir sınıf kültürü, orta sınıf kültürü. Ayrışma pratiklerinin biçimi değişiyor ancak içeriği değişmiyor. Örneğin sizin vurguladığınız nostalji duygusunu ele alalım, geçmişe dönük özlem farklı konseptlerde “dünyalar” yaratıyor, konut pazarlama stratejileri de eski mahalle kültürüne, doğanın tahribatı karşısında yeşile ya da Osmanlıcılığa özlemi farklı konseptlerde üretiyor ancak ayrışma vurgusu değişmeyen tek şey. 

Türkiye’nin ikinci yüzyılında, kentleşme olgusunda yaşadığımız sorunların çözülmesi için bütünsel olarak hangi adımların atılması gerekir? 

İdeal olan elbette yüksek teknolojiye ve yüksek artı değer üreten malların üretimine geçilmesi. Toplumsal refahın artması, sürdürülebilirlik ve hatta önemli bir toplumsal sorun olarak önümüzdeki yıllarda giderek büyüyecek bakım sorununun aşılması, söz konusu üretim atağı olmadan mümkün değil. Türkiye hızla yaşlanan bir toplum. Kırsalda genç nüfusun azalması, güvencesiz yaşlanma, yoksulluk, toplumsal cinsiyet eşitsizliği bu demografik değişime eşlik eden toplumsal sorunlar.  Bugün nasıl ki acil çözüme ihtiyacı olan bir kriz olarak barınma sorununu tartışıyoruz, bu krize yakında bakım krizi de eklenecek. Barınamayan, geçinemeyen, ihtiyacı olan toplumsal hizmetlere erişemeyen yaşlı nüfusun artışı söz konusu. Konutun bu derece metalaştığı bir sistemde yakın gelecekte özellikle büyük kentlerde evsiz emekliler görebiliriz. Bu nedenle kentsel-toplumsal krizlerin çözümüne dönük gerçekçi hamlelerde bulunabilmek için trenin son vagonuna atlamamız gerekiyor, artı değer üretme kapasitesi yüksek ihraç mallarının üretimine geçilmesi gerekiyor. 

Yurttaşlara ne tür görevler düşüyor, böylesine sıkışmış bir kentleşme yapısında insanlar çıkışı nerede aramalı?

Ayrışmadan bahsettim ancak bunu mekânsal sıkışmayla birlikte düşünmek gerekiyor. Tesis edilmek istenen ortak yaşam, dışarıda bırakılmak istenen farklılıklar ölçüsünde yukarıdan aşağıya yayılıyor ve çeşitleniyor. Yani ayrışma talebinin çeşitlenmesi ve çoklaşmasıyla ayrıştırıcı mekânsal formlar da farklı konseptlerde tabana yayılarak artıyor. 

1990’lar Türkiye’sinde literatüre yeni orta sınıf olarak giren yüksek ekonomik ve kültürel sermayeye sahip toplumsal kesimlerin dışarıda bıraktıkları Rifat Bali’nin tabiriyle geniş bir “çılgın kalabalık”tı. Kent merkezini işgal eden, arabesk değil arabeks dinleyen yani dinlediği müzik türünün ismini bile doğru söyleyemeyen, balkonunda beyaz fanilasıyla oturan, denize giren ancak yüzme bilmeyen, gürültülü bir kalabalık. Bugün ise “işçi ama düzgün insanlar”la bir arada oturmak da bir ayrıcalık olabiliyor. Dolayısıyla ayrıcalık talebi kitleselleştikçe, ayrışmanın somutlaştığı mekânlar arası sınırlar da giderek silikleşiyor. Nüfus yoğunluğu yüksek kentlerde mekânsal sıkışma, farklı toplumsal kesimler arasındaki, belki istenmeyen teması da artırıyor. Bu temas, sınırların giderek silikleşmesi aynı zamanda şunu gösteriyor: Kentsel-mekânsal sorunlar da salt yoksulların, alt orta sınıfın sorunları olmaktan çıkıyor. Bu nedenle barınma sorunu, kentsel müştereklere el konulması, kırsal bölgelerin tahribatı, ulaşım sorunları ve hatta 1+1 evlere sıkışan yaşantılar… Tüm bunları kent hakkı, kentsel karar alma süreçlerine katılım, demokratikleşme, güçlü bir örgütlü sivil toplum bağlamında düşünmemiz ve mekânsal ayrışma karşısında mekânda ortaklaşma pratiklerinin devlet ve piyasa karşısında nasıl tesis edilebileceğinin yollarını aramamız gerekiyor. 

“Erdemli Bir Mala Sahip Olmayan Herkes Evsizdir”

Bu Kadar Konut Varken Neden Barınamıyoruz?

10 Soruda Konut Devrimi: Viyana Modeli

Belediye Ekonomisi, Seçimler ve Rantçılık

Güven Veren Belediyecilik