Julie Van Dusky’nin The Conversation’da yayımlanan “Almanya’da aşırı sağcı bir siyasi grup popülerlik kazanıyor fakat buna karşı protestolar da artıyor” başlıklı yazısı özelinde yükselen sağ hareketini ve Türkiye yerel seçimlerini ODTÜ Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Mustafa Şen ile konuştuk. Bu yazı, Almanya’daki aşırı sağcı AFD partisinin yükselişini ve buna karşı artan halk muhalefetini inceliyor. Makalede, AFD’nin popülaritesini besleyen faktörler ve bu partinin Almanya’nın siyasi ve sosyal geleceği için oluşturduğu riskler tartışılıyor.
Öncelikle makalede Avrupa’nın sağ yükselişi ve AFD’nin politikaları ve Almanların buna karşı yaptığı protestolar yer alıyordu. Avrupa’nın aksine Türkiye’de zaten hâlihazırda sağcı belediyeler ve yönetimler var. Belediyelerde ve kentlerde bunun etkisini nasıl görüyoruz?
Birincisi, şunu karıştırmamak lazım: Almanya’da sağın yükselişinin dinamikleri çok farklı. AFD tırnak içinde özellikli bir parti. Yani normal Avrupa sağından ya da Alman sağından da hem eleştiri alıyor hem tepki alıyor. O yüzden de Türkiye ile karşılaştırmamak gerekiyor. Eski jargonu kullanırsak 70’li yılların siyasi jargonunda aşırı sağ partiler diye geçiyordu ya da aşırı partiler diye geçiyordu. Türkiye’deki son 20 yılla karşılaştırmanın da zorlukları var çünkü Türkiye’de sağ partiden neyi kastettiğimizi bir tarafa bırakırsak 20 yılda belediyelerde hatta 20 yıldan da öte önce Refah Partisi, sonra Fazilet daha sonra AK Parti var. Bunlar tabii adım adım, önce belediyelerden sonra merkezi hükümete giden bir sürecin içinden geldiler. Buradaki kritik nokta Refah, Fazilet ve kısmen AK Parti’nin içinden çıktığı Milli Selamet Partisi de aslında 70’li yıllarda aşırı sağ olarak görülüyordu. AKP biraz farklı çünkü ilk başta bir birleşimdi. Yani bütün sağ partiler de vardı içinde ama yönetim kademesinin kritik kadroları Refah Partisi ya da Fazilet Partisindendi.
Refah Partisi ve türevi partilerin belediyelerinde toplumsal kültürel değişim uzun zamana yayıldı. Yerel yönetime geldiklerinde ilk yaptıkları belediyelerin kendi alanıyla ilgili değişiklikler oldu. Belediyenin tesislerinde yaptıkları değişikliklerle birlikte günlük hayata küçük müdahalelerde bulundular. Bu müdahaleler hâlen devam ediyor. Festivallerin yasaklanması, 2000’lerin ortasından beri içkili eğlence mekânlarının başka bir yerde toplanması, şehir dışına çıkarılması, ruhsat vermekte zorluklar gibi günlük hayata yönelik bir çok müdahale var. Tabii Avrupa’daki sağcıları, sağcı partileri bu kültür politikaları açısından karşılaştırmak kolay değil. Yani öyle bir kolaycılığa kaçmamak gerekiyor.
İkinci önemli nokta da Avrupa’daki sağcı partiler, aşırı sağcı partiler ya da merkez partilerin kentsel rantlarla ilgili çok fazla büyük değişiklik yapma ihtimali yok. Hem Avrupa’nın oturmuş imar düzenlemeleri var hem de bu, sermaye birikimi açısından çok kritik bir şey değil. Ama Türkiye’deki en büyük değişiklik, aslında belediyeler yoluyla kentsel rantların dağıtımındaki değişiklik oldu. Bu değişiklik Türkiye’deki sermaye birikim süreçlerinin önemli bir noktası. Belki buradan da bakılabilir ama dediğim gibi bu da Avrupa ile karşılaştırmaya çok el vermiyor. AKP, iktidarının ilk yıllarında sözde de olsa Avrupa standartlarına ayak uydurmayı vadediyordu ama şu an günlük hayata daha fazla müdahale ediyor. Bunun dozu da gün geçtikçe değişiyor.
Unutmamız gereken başka bir şey var. O da yerel yönetimle merkezi yönetimi ayırmak gerektiği. 1994’te zaten Ankara ve İstanbul’u Refah Partisi’nin almasıyla başladı süreç. Dolayısıyla 30 yıllık bir süreç var. Ankara ve İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlerde ve birçok küçük ölçekli şehirde zaten Refah Partisi geleneği ya da Milli Görüş geleneği yerel yönetimleri almıştı. Burada dediğim gibi bu politikalar yavaş yavaş geldi. Bazı politikalar da diğerlerinden farklı olarak 2010’dan sonra başladı. Hem yerel yönetimde hem de merkezi hükümetteki değişiklikler, yasal değişiklikler de dâhil olmak üzere 2000 sonrası, 2010 sonrası hızlandı diyelim. Ondan önce dozaj düşüktü fakat değişmeyen tek şey kentsel rantların bölüştürülmesi oldu. O yüzden Avrupa’yla karşılaştırmak mümkün değil diyorum. İkincisi de bu kentsel rantların dönüştürülmesinde belediyeler de 80’lerin başından beri önemli bir konumda. AKP’li belediyeler bunu, tırnak içinde tabii ki, en iyi yapan belediyeler. Gücünü de büyük ölçüde buradan aldı.
Almanya’nın da büyük bir göçmen nüfusa sahip olduğunu zaten biliyoruz. Yeni yükselen bir parti olan AFD ise göçmen karşıtı politikalara sahip bir parti. Türkiye’de göçmen sayısı baz alınırsa sağ politikalar ve yerel seçimler göçmeni nasıl etkiler? Çünkü önümüzde bir Zafer Partisi ve göçmen politikaları da var.
Yani burada Avrupa’yı yine ayırmak gerekiyor. Almanya’da AFD’nin yükselişi ve göçmenlerle ilgili politikaları daha karmaşık. Çünkü Almanya’nın göç tarihi, yani kitlesel göç tarihi diyelim, ya da göçmen sayısının artışı bakımından önemli dönüşüm, 60’larda başlıyor. Türkiye’den de işçi göçü alıyor. Ama sadece Türkiye değil, aslında Portekiz, İtalya, Yunanistan, Yugoslavya gibi birçok ülkeyle göç anlaşması yapıyorlar. Yani bu belli bir anlaşmaya dayanan, belli hakları olan, belli kuralları olan bir göç. Dolayısıyla şu an yaşadığımız göçle farklı, yani Suriye, Afganistan -ki onlara göç değil sığınmacı diyoruz, resmi olarak misafir deniliyor zaten. Afganların statüsü ise belirsiz ve çoğu zaten kaçak giriyor ki bu grupların içinde bilmediğimiz başka gruplar da var.
Avrupa’daki göçmenlerle ilgili sorunların kamuoyunda yoğun olarak tartışılması, göçmenlerin yerleşik hâle gelmesiyle başladı. Yani Aile Birleşimi Yasası, 70’lerdeki petrol kriziyle Alman sanayisinde yaşanan sorunlar, 80 sonrası farklı toplumsal sorunlarla birleşerek göçmen konusu büyüdü. Bu nedenlerle şu anda bayağı ciddi bir yerleşik göçmen nüfusu var. Ama dediğim gibi bunlar anlaşmalarla gitmiş, belirli hakları olan insanlar.
2016-2017’de Türkiye’den de Avrupa’ya ciddi sayıda Suriyeli göçmen gitti. Aşağı yukarı 1 milyon insan olması lazım. Bunun yanılmıyorsam 800 bini Almanya’ya gitti. Bunlar da kaçak, sığınmacı olarak gittiler fakat Almanya sığınmacıları biliyorsun ki seçerek kabul etti.
Demem o ki oradaki göçmen karşıtlığıyla Türkiye’yi karşılaştırmak pek doğru değil. Dediğim nedenle doğru değil. Yani iş gücü anlaşmasıyla gidenler başka bir kategori. Türkiye’ye gelenler ise zaten böyle bir anlaşmayla gelmediler. Suriye’deki iç savaş nedeniyle geldiler. Şimdi nitelik olarak bir farklılık var. Birincisi bu. İkincisi de Almanya’da bu AFD’nin yükselmesinde göçmenler tabii ki önemli bir faktör ama sadece bu değil aynı zamanda ciddi bir sosyoekonomik durum söz konusu. Üçüncüsü de çok ciddi bir demografik problem var. Yani Almanya’da nüfus artmıyor. Yaşlı nüfusu çoğalıyor, bakım hizmetlerine ihtiyaç var ve Alman ekonomisinin şu anda hemen hemen her sektörde iş gücü açığı var. Onun için de onun yarattığı sorunlar çok farklı. Türkiye ise bu konumda değil. Bunu ayırt edelim. Bunu Zafer Partisi sert ve uç bir noktadan da söylüyor ama Türkiye’de bu göç ve göçmenlik meselesiyle ilgili aslında daha açık, şeffaf ve rasyonel bir tartışmaya ihtiyaç var. Çünkü birincisi somut verilerle ilgili bir problem var. Kaç milyon mülteci ya da sığınmacı var, sayıları bilinmiyor ve bu konuda çok farklı sayı söyleniyor. Gelenlerin niteliği ne? Sığınmacı tanımı dışında yani. Mesela Afganistan’dan ne kadar insan girdi bilmiyoruz. Irak’tan ne kadar insan girdi bilmiyoruz. İşin bir yönü de tabii ki bu siyasetle ilgili gelen grupların siyasi yapısını bilmiyoruz ya da siyasi amaçlarını bilmiyoruz. Çünkü bu tür göç dalgalarında tek bir tip insan gelmiyor. Bunların içinde önemli bir miktarda tabii ki yoksul, yerinden edilmiş, mülksüzleştirilmiş insan var ama önemli bir miktarda zengin de var. Çünkü Suriye’den bir kısmı zaten fabrikalarını satıp ya da satabilecekleri her şeyi paraya çevirip geldiler. Ve bunlar tabii asayiş problemine de yol açabilir.
Aynı zamanda toplumsal düzeyde de göç kolay bir şey değil. Yani bazı durumlarda sadece göç olmadan bile farklı toplumsal gruplar, farklı siyasal gruplar, aynı ülkede hep çatışma ve gerilim potansiyeli yaratır. Göçmen olunca bu daha da yüksek oluyor. O yüzden bunları biraz daha sakin tartışmak lazım. Eğer bunlar sakin tartışılmazsa uç noktadaki görüşlere daha çok zemin hazırlanır.
Şimdi Türkiye’deki bence diğer ilginç ve önemli faktör ise dediğim gibi sığınmacı meselesinin rasyonel bir şekilde tartışılmıyor olması. O yüzden de aşırı tanımlamalar ya da aşırı ve hatta temelsiz iddialar bir kesim için daha cazip hâle gelebiliyor. Yine bizim sosyolojiden bildiğimiz gibi, böyle kriz anlarında günah keçisi aranır. Günah keçileri de genellikle zayıf olan, güçsüz olan gruplar olur. Yani sığınmacılar, göçmenler de sonuç olarak şu anda Türkiye’deki en zayıf gruplar arasında. Ama şunu unutmayalım ki çok ciddi bir iç çeşitlilik var, Suriyeli ya da göçmenlerde özellikle. Bu iç çeşitliliğin nasıl olduğunu, ne düzeyde olduğunu çok bilmiyoruz. O yüzden genel bir şey söylemenin bir zorluğu var. Zafer Partisi tam da bundan yararlanıyor. Daha klişe, ajitatif, uç şeyler söylediği için belirli bir kesimin dikkatini çekiyor. Ama ben rasyonel bir tartışma zemini hazırlanması ve akılcı biçimde tartışılması taraftarıyım. Şunu da söyleyeyim: Mesela hiçbir ülke göçmenlere, sığınmacılara bu kadar kolay vatandaşlık vermez. Kaç kişi vatandaş oldu, o bile belli değil. Yani Almanya’da vatandaş olmak için yıllarca kalmanız gerekiyor. Göç üstüne çalışan arkadaşların uzlaştığı ana noktalardan birisi Türkiye’de kolay vatandaşlık verildiğidir. Bunlar tabii çatışma ve gerilim yaratacak riskli noktalar. Bunu eğer ki biz rasyonel bir şekilde tartışmazsak daha aşırı görüşler hâkim olur.
Avrupa’da sağın yükselişindeki öngörüleriniz neler? Bir de büyük ihtimalle çevredeki ülkeler ve Türkiye’de başta olmak üzere bu politikalardan etkilenir mi?
Avrupa sonuç olarak göç hareketlerini kontrollü bir şekilde tutmak istiyor. Avrupa dediğimizde ilk başta Almanya var fakat sınır olan ülkeler de var. Yunanistan, Macaristan, Bulgaristan gibi, bunlar biliyorsun ki bu konuda çok sertler: Sınırlarını tel örgülerle kapatma, gelenleri almama hatta şiddet yoluyla geri çevirme gibi uygulamaları var. Almanya da göçmenleri almasına alıyor fakat seçerek alıyor. Yani kendi işine yarayacak özellikteki insanları alıyor. Muhtemelen buna bu şekilde devam edecekler. Ama bu güvenliğin yani sınırlarını korumanın zaten bir maliyeti var. O maliyeti düşürmeye çalışıyorlar. Yani kontrollü gelsin, biz istediklerimizi alalım ve düşük bir maliyetle bu göçmen işini halledelim diyorlar. Türkiye o açıdan onlar için göçmenlerin kaldığı, kalabileceği ve kalması gereken bir ülke. Bununla ilgili de Avrupa Birliği ve Almanya, Türkiye’yle anlaşma yaptı biliyorsun, bu konu için belirli bir yardım yapılıyor. Bu yardımın ne olduğunu, anlaşmanın ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Kamuoyuna da ayrıntılarıyla açıklanmadı bildiğim kadarıyla. Sadece birkaç kere resmi olarak Suriyeliler için verilen 3 milyar Euro gibi bir paradan bahsedildi.
Şimdi bu da tabii ilginç bir konu. Avrupa kendine göç gelmesini engellemeye çalışıyor. Fakat Türkiye’ye göçü sorun etmiyor ama kendisine olursa çok daha kontrollü davranıyor. Söylediğim gibi orada bir demografik problem olduğu için de belli bir miktar göçe ihtiyacı var Almanya’nın fakat kontrollü bir göçe ihtiyacı var. Nitekim Almanya’nın aslında Türkiye’den yetişmiş elemanların ya da Hollanda’dan yetişmiş birilerinin gelmesine bir itirazı yok. Dil bariyerini geçebilirsen ya da okumuş biriysen Almanya’ya gitmek 45 yaş altı için zor bir iş değil. Bu anlamda göç istiyor. Yani göçü artık sınıflandırarak istiyorlar. Türkiye’deki kısmı göçle ilgili açık, belirli bir politika olup olmaması noktasında düğümleniyor. O yüzden rasyonel bir tartışma lazım. Sığınmacılar, göç ve diğer konularla ilgili açık, seçik, kamuoyunda tartışılmış, rasyonel olarak tartışılmış bir politikaya ihtiyaç var. Benim gördüğüm bu noktada ciddi bir eksiklik var.
AFD’nin İslam’a karşı ve diğer azınlık gruplara karşı da olumsuz politikaları olduğu belirtiliyor. Sadece göçmenler açısından değil, hâlhazırda orada var olan Müslümanlar ya da diğer azınlık gruplar da bundan etkilenecek gibi gözüküyor. Bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
Almanya’da AFD’nin de başka ırkçı grupların da tabii ki Müslümanlara, göçmenlere karşı şiddet eylemlerine de varan bir karşılıkları var. Ama Avrupa’daki politika bunlar değil. Aslında Almanya bu açıdan ilginç bir ülke. Yani sadece Türkiye kökenli grupların üç binden fazla camisi var. Almanya’da sadece Diyanet’in bine yakın camisi var. Oralara Türkiye imam gönderiyor. Şimdi imam ya da din adamı eğitiminde, din dersleriyle ilgili çeşitli düzenlemeler yaptılar. Almanya’da iki trend bir arada gidiyor. Bunu insanlar gözden kaçırıyorlar. Yani Almanya yavaş ve istikrarlı bir şekilde politika yürütüyor. Yani tek mesele AFD değil. Neoliberal politikaların yarattığı kırımdan, yıkımdan kaynaklanan birçok ekonomik, sosyal problem de var. Sol partiler bunları gündem yapamadılar. O yüzden bu tür sağcı partiler sosyoekonomik sorunları göçmen varlığına dayandırdı. Almanya’daki göçmenlerin önemli bir kısmı Müslüman olduğu için, ya da böyle anıldığı için, göçmen tartışması din tartışmasına dönüştü. Oysa bir tip Müslümanlıktan bahsetmek mümkün değil. Müslüman göçmenlerin hepsi aynı şekilde, aynı derecede dini ritüelleri yerine getirmiyor. Hatta birçok farklı örgüt ve bu örgütlerin kendi camileri var. O da ayrı bir tartışma. Ama şu var ki yasal çerçevede camiler mevcut. En son bazı eyaletler ezan okunmasına da yanılıyorsam izin verdiler. Yani sadece bunlarla ilgili değil, genel din politikasıyla da ilgili. Zaten kiliselerle ilgili de ciddi düzenlemeler var.
Şimdi burada göçmen olunca iş karmaşıklaşıyor. Bir şey daha var; şu anda göçmen denilenlerin önemli bir kısmı aslında zaten Alman vatandaşı olmuş ve orada doğmuş insanlar. Bu yüzden göçmen kökenli gibi yeni kavramlar üretiliyor. Tabii Avrupa’daki bu işin gidişatı, tartışması çok farklı. AFD ne kadar başarılı olur bilemiyoruz. Bu sorunlara karşı ise nasıl herkes için iyi, eşitlikçi ve adil bir çözüm bulunabilir onu tartışmak lazım. Yani sadece AFD yok. Diğer gruplar da var onlar da göçmenlerin haklarını savunuyorlar, daha demokratik daha eşitlikçi talepleri savunuyorlar. O yüzden AFD bir yükseliyor, bir düşüyor. İstedikleri başarıyı elde edemiyorlar.
Özet olarak, Türkiye’deki durum çok farklı. Göçmen ya da sığınmacı gibi konularda da çok farklı. Zaten şu anda en azından belirli bir düzeyde Türkiye açık kapı politikası uyguladı. Suriye’den gelen hemen hemen herkes zaten sınırlardan rahatlıkla geçti. Afganistan’dan gelenler de neredeyse açık kapı politikasıyla girdi. Dolayısıyla Türkiye’deki gidişatla Avrupa’daki dinamik çok farklı. Müslüman karşıtlığı gibi konular da dediğim gibi çok tartışılıyor ama ben daha dengeli tartışma ve iki tarafa da bakma taraftarıyım. Tek boyutlu düşünmek bizi biraz açmaza götürür.
Avusturya’nın En Büyük İkinci Kentini Yöneten Komünist İle Tanışın