Sınır mefhumu çetrefillidir. Düşüncedeki, yaşamdaki belli bir tür sakatlanmanın kaynağı gibi durur orada bir yerde, faaldir ve faaliyet alanı her yöne doğru genişletilebilir. Aracılığıyla içerisi kurula gelir – o ki dışarıda bıraktıkları olmaksızın kavranılamaz. Yeri geldi mi adına savaşlar verilir, fermanlar çıkarılır, destanlar yazılır ve sözüm ona insan onuru adına ayıplanacak ne varsa sınır durumunda örnek teşkil eder hâle gelir, adeta bütün yaşam onun boyunduruğu altına alınmış gibidir.
Yeri geldi mi de hiçbir engel teşkil etmeyen – demode olmuş adeta budalaca bir antika gibidir (İktidar için finans kapitalin mevcudiyeti ve seyri). İster tarihselliğinin anlamını bugünkü hegemonik varlığına borçlu olan kategorik düşünme tarzı olsun, ister apokaliptik bir tasvirin inşasında harç olacak bir tür içerisi-dışarısı ikiliği, ister akıp giden dünyanın regülasyon aracı; nasıl ele alırsak alalım sınırlarını aşındırmadığınız dünyanın günü gelip varlığınızın sınırlarını aşındırmayacağının hiçbir garantisi yok.
Son kertede, bahsi edilen sadece bir metafor değil. Belki bir tel örgüler yığını, mayınlanmış bir arazi ya da gözetleme kuleleri; belki de gündelikte her an canlanabilecek durumda olan yapılandırılmış ön yargılar silsilesi ya da istisnai durumlara mündemiç örnek cezalar. Açıkçası, sınırlarla olmanın hiçbir tezat yanı – karşısına konulabilecek hiçbir tasarım – yok gibidir. Topluluklar, belirgin sınırların iç bölgelerinde, norma uygun yaşamlar kurmaya meyil ederler, oysa çatallanma artık her yerdedir; siyasal gelenek dostluğu ya da dayanışmayı, düşmanlık, korku ve kaygının karşısında kodlayarak elini attığı her şeyi kendisine benzetir ve gündelik ilişkiler bir eksiksiz kabulle aidiyet ilişkisine tabii tutulur, ta baştan verilidir ötekiler ve kamusal-özel, kollektif-bireysel gibi kavram çiftleri kendi başlarına ayakta duramamalarına, tükenmelerine, tıkanmalarına rağmen hala fütursuzca kullanılır.
Siyasallaşmanın ve dolaysıyla yaşamın bu kör noktası, mümkün varlığının dayanağıdır aynı zamanda. Dolaysıyla, gerçekten gerekli olan hiç de revizyon değildir. Ne akademinin ne hukukun ne de siyasanın revizyona ihtiyacı vardır. Hayal gücünün yaşaması adına kökünden sökülüp atılması gereken bir zemindir, ayaklarımızı bastığımız. Her bir diğerimizin bir başkasıyla benzer bir uç deneyim yaşamayacağı gerçeğini unutmayarak, herhangi bir kimsenin normatif alanın kâh katmerli kâh alengirli emek sömürüsünü ve kültürel alanın zaman geçtikçe kaçınılmaz hâle gelen boğucu tek düzeliğini yaşanılabilir dünyalar arasında – hiç yoktan – iyi bir seçenek olduğunu göstermek için uç deneyimlerde var olma çabasının gözümüze sokulmasını beklemeyerek, tüm bu olacakların kendi konfor alanlarımızın duvarlarını sağlamlaştırdıkça daha yıkıcı bir şekilde gerçekleşeceğini de hesaba katarak kurulmalı hayaller.
Ya da günü geldiğinde bizler – her kim olacaksak – aynı sopayı yemenin tadına vardığımızda yaşanılacak pişmanlıklar bizleri bekler. Velhasıl, direnişin sermaye kadar küresel olması bizzat kendisi sermayeleştiğinde bile mücadelesini sürdürebiliyor olmasına bağlıdır. Çirkin bir materyalizme çapa atmış şu zamanda yaşamdaki ikiliklerin altı neredeyse tamamen boşaldı, üstündeki giz perdesi de delik deşik, onları anlamlı kılan şey ise imtiyazları her seferinde yeniden üreten gündelik ilişkilerimizdir.
Bahattin Yücel: Asıl Karşı Çıkılması Gereken, Kıyıların İşgali