1982 Anayasası: Anayasa mı “Amayasa” mı?

Anayasaların Tarihinden-VII

Temel hak ve özgürlüklere yaptığı vurgu yüzünden, “demokratik anayasa” olarak nitelenen 1961 Anayasası’nın 46. Maddesi’ne göre, çalışanlar ve işçiler izin almaksızın, sendikalar ve sendika birlikleri kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten ayrılma hakkına sahiptiler. 47. Madde’de ise, işçilerin toplu sözleşme ve grev hakkına sahip oldukları belirtiliyordu. Aynı maddelere göre, devlet bu hakların kullanımını düzenleyen kanunları çıkaracaktı. Bu kanunların çıkarılması biz dizi direnişten sonra oldu. Örneğin 31 Aralık 1961’de İstanbul Sendikalar Birliği tarafından 100 bin kişinin katılımıyla Saraçhane’de bir miting düzenlendi. Bunu direnişler, yemek boykotları, oturma eylemleri, sessiz yürüyüşler izledi. Kavel Kablo Fabrikası’nda çalışan Türk-İş’e bağlı Maden-İş Sendikası’nda örgütlü olan 173 işçinin 1963 yılının ocak ayında başlattığı gözü pek mücadele emek tarihine altın harflerle geçti. Yaklaşık 100 gün süren olaylar sonunda, dönemin Çalışma Bakanı “işçi dostu” Bülent Ecevit, kamu emekçilerinin sendikal haklarıyla ilgili maddeleri yasa tasarısından çıkardıktan ve patronlara lokavt yapma hakkını tanıdıktan sonra 274 ve 275 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nu (kısaca Sendikalar Kanunu diye bilindi) yürürlüğe girdi. Böylece Türkiye ILO sözleşmesini bile kabul etmemişken sendikal özgürlüğünü kabul etti. 

Grev dalgası tüm 1964 yılı boyunca sürdü. 10 Ekim 1965’te yapılan genel seçimler “Milli Bakiye Sistemi” ile yapılmış, seçim sonucunda burjuvazinin temsilcisi AP tek başına mutlak çoğunluğu elde ederken, en fazla ikinci oyu CHP almış, bunların dışında seçime katılan partilerden dördü milli bakiye sistemiyle mecliste yer bulmuşlardı. Bunlar arasında TİP 15 milletvekili ile güçlü bir grup kuracak ve mecliste fırtınalar estirecekti. 

Ardından 1966’daki 85 günlük destansı Paşabahçe Grevi geldi. Kavel ve Paşabahçe grevlerinde Türk-İş’e bağlı sendikaların işveren yanlısı tutumu 13 Şubat 1967’de DİSK’in (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kurulmasının en önemli nedenlerinden olacaktı. 

Ardından bir dizi direniş ve fabrika işgali daha yaşandı. 

16 Şubat 1969 günü ABD 6. filosunu protesto için DİSK ve üniversite öğrencilerinin birlikte düzenlediği Taksim’deki mitinge gericiler saldırmış, bu saldırının sonucunda Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan ölmüş, 114 kişi yaralanmıştı. “Kanlı Pazar” diye anıldı o meşum gün.

5 Ağustos 1969 günü Demirdöküm’deki Maden-İş bağlı işçiler, sendikal özgürlük, iş emniyeti ve zam talebiyle iş yerlerini işgal etmişlerdi. 

Bunlara ilaveten Singer, Sungurlar, Gamak, Haymak gibi büyük işyerlerindeki grevler yüzünden çok gergin girilen 1970 yılında, solcu DİSK’e işçi akışını önlemek için, iktidardaki Adalet Partisi (AP) ile ana muhalefet partisi CHP anlaştılar. Ancak sendikal örgütlenmeye kısıtlamalar getiren 1317 Sayılı Kanun 11 Haziran 1970’te Senato’da (1961’den beri Meclis iki kamaralı idi) kabul edilip, Cumhurbaşkanı’nca onaylanınca DİSK’in tepkisi alışılmadık tarzda oldu. 

15-16 Haziran 1970 günlerinde DİSK bünyesindeki Maden-İş, Lastik-İş ve Kimya-İş’e bağlı işçiler İstanbul’un sanayi mahallerinde yürüyüşe geçtiler. O gün Bakanlar Kurulu acilen toplandı, Kocaeli ve İstanbul’da 60 günlük sıkıyönetim ilan etti. 16 Haziran günü öğleden sonra yürüyüşler devam ederken olayların sertleşmesi üzerine (ölümler olmuştu), DİSK Yönetim Kurulu 1. Ordu Karargâhı’na davet edildi, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’den işçilere eylemlerine son verilmesi yönünde çağrı yapılması istendi. Sivillerin emniyet güçlerinin silahlarından çıkan kurşunlarla öldüğü otopsi raporlarında ortaya çıktığı halde tutuklanan ve yargılananlar DİSK ve bağlı sendikaların yöneticileri (toplam 260 kişi) oldu. 17 Eylül 1970’te sıkıyönetim sona erdi ama Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç “Ekonomik gelişmenin çok ilerisine geçen sosyal hak arama cereyanları karşısında milli nizamın demokratik usullerle sağlanması için üzerimize düşenleri yapacağız. Başlıca meşguliyeti olan düşüncenin hareketini takip etme işlevi dolayısıyla eleştirilebilecek her şeyi eleştirme geleneği üniversitede vücut bulur ve üniversiteyi durdurmaksızın eleştirinin yaygınlaşmasına engel olamazsınız. Üniversiteleri zapturapt altına almak her dönemin öncelikli meselesi oldu” diyerek ordunun duruma müdahaleye hazırlandığına dair ilk işareti verdi. 

9 MARTÇILARA KARŞI 12 MARTÇILAR

O günlerde ordu içinde 27 Mayıs darbesinin liderlerinden Cemal Madanoğlu’nun etrafında, Türkiye’de sosyalizmin parlamenter yollardan kurulmasının olanaksız olduğuna; yarım kalan Kemalist devrimleri tamamlamak için Milli Demokratik Devrim’in yapılması gerektiğine inanan Doğan Avcıoğlu ve Devrim Dergisi etrafındaki bir grup aydın bulunmaktaydı.

Avcıoğlu Türkiye’nin Düzeni adlı eserinde Türkiye’nin neden kapitalist yoldan kalkınamayacağını ve Atatürk’ün hedef gösterdiği çağdaş uygarlık hedefine ulaşmak için kapitalist olmayan bir yola girmenin neden zorunlu olduğunu ayrıntılı biçimde açıklamaktaydı. Devrim dergisinde, egemen sınıfların iktidarını pekiştiren bir oyun olarak tanımlanan parlamenter rejim “cici demokrasi” olarak adlandırılmaktaydı. Madanoğlu ve arkadaşları ordunun yönetime el koyması konusunda ikna olmuşlardı ki 4 Mart 1971 tarihinde Ankara’da görevli dört Amerikan asker Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın içinde bulunduğu Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) tarafından kaçırıldı. Gezmiş ve arkadaşları, ABD askerleri için 400 bin dolar fidye talep ediyordu. MİT Müsteşarı Fuat Doğu, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a öğrenci hareketinin merkezi olan ODTÜ’nün kapatılması, solcu öğretim üyelerinin tasfiye edilmesi gerektiğini, olayların devam etmesi durumunda askerlerin yönetime el koyabileceğini de belirtiyordu. Nitekim 5 Mart sabahı tam donanımlı binlerce asker ve polis ODTÜ’yü sardı. Çıkan olaylarda bir öğrenci yaşamını yitirirken, 20 kişi yaralandı, 50 öğrenci tutuklandı. Amerikalı askerler 8 Mart 1971 günü serbest bırakıldı. “Sol” darbeciler bunun üzerine ertesi gün harekete geçmeyi kararlaştırmışlardı ki darbecilerin arasına sızmış̧ olan Mahir Kaynak ve Mehmet Eymür gibi MİT elemanları tarafından girişim Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a ihbar edildi. Tağmaç olaya el koydu ve “Bir şey yapılacaksa bunun emir-komuta zinciri içinde yapılmasına” karar verdi. Sonuç 12 Mart 1971 günü, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları’nın imzasıyla Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a hükümeti istifaya zorlamasını isteyen “sağcı” bir muhtıra verilmesi oldu. 16 Mart günü Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan, 23 Mart’ta Hüseyin İnan yakalandı.

Muhtıra’da ne kadar “süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokan” Parlamento ve Hükümet”ten sözediliyorsa da muhtıracıların bu konuda samimi olmadıkları hemen anlaşıldı. Şöyle ki, 25 Mart 1971’de CHP’li Nihat Erim partisinden istifa ettirildi ve 5 AP’li ve 3 CHP’li 1 MGP’li MM ve Cumhuriyet Senatosu üyesi ile 1 Tabii Senatör olmak üzere 24 üyeli bir Bakanlar Kurulu oluşturuldu. Başbakan Yardımcısı emekli Albay Sadi Koçaş’tı. Ardından, sol cuntayla ilişkili olduğu iddia edilen 56 general ve 550 subay ordudan emekli edildi. Erim, 22 Nisan 1971 günü TRT’de yaptığı konuşmada, “Alınacak tedbirler balyoz gibi kafalarına hemen inecektir.” açıklamasıyla ülkedeki sol örgütlere karşı ve bu örgütlerle bağlantılı-bağlantısız sola karşı yapılan tutuklama, işkence, yargılama ve cezalandırmaları kapsayan harekata başladı. 

26 Nisan’da 11 ilde sıkıyönetim ilan edilirken 1961 Anayasası’nın temel hak ve özgürlüklerle ilgili pek çok maddesi fiilen askıya alındı. 17 Mayıs’ta THKP-C lideri Mahir Çayan ve arkadaşları Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını kurtarmak için İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırdılar. 22 Mayıs’ta Elrom’un eylemciler tarafından, 30 Mayıs’ta Hüseyin Cevahir’in devlet güçleri tarafından öldürülmesi, Mahir Çayan’ın yaralı olarak ele geçmesi ile biten “Elrom Olayı” muhtıracıların “Anayasanın öngördüğü reformları yapmaktan” “anayasa değişikliği yapmaya” geçişlerinin dayanağı oldu.

1971 VE 1973 DEĞİŞİKLİKLERİ

Bu konuda darbecilerle siviller arasında ilginç bir konsensus vardı. Darbecilerin Başbakanı Nihat Erim yabancı gazetecilere 2 Mayıs 1971’de yapmış olduğu açıklamada “Türkiye anayasası birçok Avrupa ülkesinin anayasalarından daha liberal bir anayasadır. Türkiye böyle bir lüksü kaldıramaz. Anayasa’da değişiklik yapılarak temel hak ve hürriyetlerin ortadan kaldırılmasını önleyecek hükümler getirilecektir” derken, darbecilerin görevden aldı. AP lideri Demirel “bu Anayasa ile devlet yönetmenin mümkün olmadığını, hükümete daha geniş olanaklar tanınması gerektiğini” söylüyordu. AP Genel Sekreteri Erkmen ise yapılması planlanan değişikliklerle ilgili olarak “Genellikle bizim seçim beyannamemizde ileri sürdüğümüz hususlar yer almaktadır” diyordu.

Sonunda 44 maddede düzenlemeyi ve 11 yeni madde eklemeyi öngören değişiklikler 22 Eylül 1971 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Yapılan değişikliklerle Bakanlar Kurulu’na kanun hükmünde kararname yetkisinin tanındı, üniversite özerkliği  zayıflatıldı, TRT’nin özerkliğinin kaldırıldı,  temel hak ve hürriyetler için genel bir sınırlamanın getirildi, devlet memurlarının sendika kurma haklarının ellerinden alındı doğal yargı yolu ilkesinin yerine kanuni yargı yolu ilkesinin benimsendi, Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açmak için “TBMM’de temsilcisi bulunan siyasi partiler” yerine “TBMM’de grubu bulunan siyasi partiler” ifadesi getirildi. Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliklerini ancak şekil yönünden denetleyebileceğinin belirtildi.  Askeri Yargı’nın alanını genişleten değişikliklerle sıkıyönetim ilanı kolaylaştırıldı. Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) görevlerini tarif eden 111. maddenin son cümlesindeki “kurula kuvvet temsilcileri katılır” ibaresinin yerine “kuvvet komutanları katılır”; “MGK hükümete yardımcılık eder” ibaresi de “tavsiye eder” olarak değiştirildi. Böylece MGK’nın işlevi ve ağırlığı güçlendirildi. Bir diğer önemli değişiklik, TSK’nın Sayıştay denetiminden çıkarılmasıydı. 

1973 yılında da Anayasa değişiklikleri yapıldı. Bunlardan en önemlileri Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin (DGM) kuruluşu ile gözaltı sürelerinin uzatılmasıydı. DGM’ler “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, hür demokratik düzen ve nitelikleri Anayasada belirtilen Cumhuriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya Devletin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren suçlara bakmakla görevli” olacaklardı. Yarı askerî nitelik taşıyan DGM’ler sıkıyönetim mahkemeleri gibi dönemsel değil, olağan dönemlerde görev yapan sürekli mahkemeler olacak ve böylece askeri idare yargı erkinde önemli bir rol üstlenmiş olacaktı. Askerleri sivil yargının alanından çıkarmak için de 1961 Anayasası’nın Danıştay ile ilgili maddesine bir ek yapılarak Askeri Yargıtay kurumu oluşturulmuştu. 

12 EYLÜL 1980 DARBESİNİN AYAK SESLERİ

“Siyasi konulardaki tutumundan dolayı kendisine “olumlu pasif” lakabı takılmış olan Fahri Korutürk’ün Cumhurbaşkanı seçildiği 6 Nisan 1973’ten görevinin sona erdiği 6 Nisan 1980’e kadarki 7 yılda tam 16 hükümet kurulmaya çalışılmış, kurulmuş ya da bozulmuştu. Öyle ki, Korutürk bir röportajında, “Öldüğümde sorgu melekleri dünyada ne yaptın diye sorduklarında ‘herhalde hükümet buhranlarını çözmeye çalışmakla vakit geçirdim’ karşılığını vereceğim” demişti. 

1970’li yıllara petrol, haşhaş, genel af, Kıbrıs gibi iç ve dış krizlerden enerji alan siyasi kutuplaşma toplumsal hayata da sirayet ettirilmiş, 1977’de siyasi içerikli şiddet olaylarında 231 kişi ölürken, bu sayı, 1978’de 832’ye, Aralık 1978 ile Eylül 1979 arasında 898’e ve bu tarihten 1980 yılının Eylül ayına kadar 2.812’ye çıkmıştı. Öldürülenler arasında ünlü gazeteciler, bilim adamları, sendikacılar, eski başbakanlar vardı. 

MHP’nin yürürlüğe koyduğu “3 K” (Kürt, Komünist, Kızılbaş) stratejisi ile bu kesimlerin yoğun olduğu Çorum, Sivas, Kahramanmaraş’ta devletin istihbarat elemanlarıyla iş birliği halindeki Ülkücü komandoların gerçekleştirdiği katliamlar yaşanmıştı. 

Başlangıçta sosyalist örgütler içinde kendini ifade eden Kürt gençleri, Doğu Mitingleri ile, Devrimci Doğu Kültür Ocakları ile kendi özerk örgütlerini kurma yoluna girmişlerdi. 

Yine 1970-1980 arasındaki 10 yılda grevlere 84.832 işçi katılmış, grevlerde 1.303.253 işgünü kaybolmuştu. 1980 yılının ilk sekiz ayında 131.000 işçinin grevleri hükümet tarafından ertelenmişti, işçi sınıfı patlamaya hazır bomba gibiydi.  

TBMM’DE 115 NAFİLE TUR

Ekonomideki sürekli kötüye gidişi durdurmak için, Süleyman Demirel’in ekonomik danışmanı Turgut Özal’ın hazırladığı “24 Ocak Kararları”nın sarsıntısı sürerken 6 Nisan 1980’de Fahri Korutürk’ün görev süresinin tamamlanması yeni bir gerginlik kaynağı oldu. AP lideri Demirel ile CHP lideri Ecevit’in ortak bir aday üzerinde anlaşamaması üzerine, 5 ay boyunca TBMM’de tam 115 tur oylama yapıldığı halde Cumhurbaşkanı seçilemedi. 

17 Haziran 1980’de Genişletilmiş Sıkıyönetim ve Milli Güvenlik Kurulu toplantısında, Kuvvet Komutanları, Genelkurmay 2. Başkanı ve Kenan Evren, Bayrak Harekatı’nın başlatılması kararını aldılar. Plana göre 11 Temmuz 1980’de iktidara el konacaktı. Ancak CHP önergesinin reddedilmesi, harekâtın ertelenmesine neden oldu. Çünkü Kenan Evren, Yüksek Komuta Kademesi’nin, Ecevit’in gensoru başarısızlığını perdelemeye çalıştığı izleniminin verilmesini istemiyordu. Ama daha önemlisi, 4 Ağustos 1980 tarihli Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısının yapılmasını beklemeye karar vermişlerdi. Çünkü darbeden sonra kendileri tarafından yapılacak terfi ve tayin işlerinin TSK’da yaratacağı sıkıntılarla uğraşmak istemiyorlardı. 

Beklenen gün gelmişti. 12 Eylül 1980 Cuma günü sabaha karşı 4’te TRT’de İstiklal Marşı, hemen ardından Harbiye Marşı çalındı. Marşın bitimiyle, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, emir ve komuta zinciri içinde, ülke yönetimine el koyduğunu açıklayan Milli Güvenlik Konseyi’nin 1 Numaralı Bildirisi okundu. Ardından Hasan Mutlucan’ın davudi sesiyle okuduğu Rumeli türküleri eşliğinde, Türkiye, on yıllarca sürecek Karanlık Çağı’na girdi.

DARBENİN İLK GÜNLERİ

12 Eylül darbesi, 27 Mayıs darbesinden farklı olarak “emir ve komuta zinciri içinde ve emirle” gerçekleştirilmişti. Yönetime el koyanların oluşturduğu Milli Güvenlik Konseyi (MGK), Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan oluşmuştu.

12 Eylül Askerî Müdahalesinin amacı, MGK’nın 1 numaralı Bildirisinde şöyle açıklanmıştır: “Girişilen Harekatın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, millî birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, Devletin otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmak” idi.

Daha darbe sabahı DİSK’e bağlı Maden-İş Sendikası’nın yürüttüğü grevler (MESS Grevleri) bitirildi. Kristal-İş ve Hürcam-İş tarafından birlikte yürütülen grevler durduruldu.14 Eylül 1980 günü Yeni Çeltek Maden İşletmesi’ndeki özyönetim ve grev durduruldu. Konseyin 7 numaralı bildirisiyle siyasi parti faaliyetleri yasaklanırken, DİSK, MİSK ve bunlara bağlı sendikaların faaliyetleri durduruldu. 16 Eylül 1980 günü DİSK ve bağlı sendikaların yöneticilerine ve işyeri sendika temsilci ve baş temsilcilerine teslim olmaları çağrısı yapıldı ve konfederasyonun bankalardaki varlıklarının da bloke edildiği bildirildi. Bunun üzerine DİSK yöneticileri Selimiye Kışlası’na giderek teslim oldular. 22 Ekim itibariyle gözaltına alınan sendikacı sayısı 1500’e ulaşmıştı. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu TİSK’in Genel Başkanı Halit Narin’in darbeden sonra dediği gibi “Gülme sırası” işverenlere gelmişti. Ardından tüm ülke çapında özellikle sola karşı acımasız bir “sürek avı” başlatıldı. İşkencehaneler, hapishaneler bir önceki dönemin muhalifleri ile dolduruldu…

DARBECİLERİN “ANAYASASIZLAŞTIRMA” POLİTİKASI

MGK, emekli amiral Bülend Ulusu’yu başbakan atayarak yeni bir hükümet kurdu. 12 Eylül Askerî Müdahalesi ile ortaya çıkan yeni rejimin hukuki çerçevesi, MGK tarafından kabul edilen 27 Ekim 1980 tarih ve 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanun ile çizildi. Kanunun 1. Maddesi şöyleydi: “9 Temmuz 1961 tarihli ve 334 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile değişiklikleri, aşağıdaki maddelerde belirtilen istisnalar saklı kalmak üzere, yeni bir Anayasa kabul edilip yürürlüğe girinceye kadar yürürlüktedir.” 

Buna karşılık 2. Madde’de 1961 Anayasasına göre “Türkiye Büyük Millet Meclisine… ait olduğu belirtilen görev ve yetkiler 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren Millî Güvenlik Konseyince… kullanılacaktır” deniyordu. Yani yasama erki darbecilerin eline geçmişti. Yürütme erkine gelince, aynı madde ile Cumhurbaşkanlığına ait yetkileri aynı zamanda devlet başkanlığı görevini üstlenmiş olan Millî Güvenlik Konseyi Başkanına vermişti. Yürütmenin diğer kanadı olan Bakanlar Kurulu hakkında bir hüküm yoktu ancak Bülent Ulusu başkanlığında sivillerden oluşan bir Bakanlar Kurulu kurulmuştu. Kanunda yargı erkine ilişkin bir ifade yoktu. Sonuç olarak “Anayasa yürürlüktedir” denilip yasama ve yargı erkine darbe yapmak anayasa hukukçularının “anayasasızlaştırma” dediği bir sürece tekabül ediyordu. Nitekim kanunun 3. Maddesi’nde “Millî Güvenlik Konseyince kabul edilerek yayımlanan bildiri ve karar hükümleri ile yayımlanacak olan kanunların Anayasaya aykırılığı iddiası ileri sürülemez” deniyordu. Kanunun 6. Maddesinde de pekiştiren destekleyen ifadeler vardı. 

ASKERLERİN EMRİNDEKİ KURUCU MECLİS 

29 Haziran 1981 tarih ve 2485 sayılı “Kurucu Meclis Hakkında Kanun” ile yeni bir anayasa hazırlamakla görevli bir Kurucu Meclis kuruldu. Kurucu Meclis’in görevleri yeni Anayasa’yı hazırlamak, Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu’nu hazırlamak, “Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulup fiilen göreve başlayıncaya kadar, kanun koyma, değiştirme ve kaldırma suretiyle yasama görevlerini yerine getirmek” olarak tanımlanmıştı. 

Kurucu Meclis, Millî Güvenlik Konseyi (MGK) ve Danışma Meclisi’nden (DM) oluşuyordu. MGK yukarda belirttiğim gibi Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarından oluşuyordu. DM ise 40’ı doğrudan Milli Güvenlik Konseyi’nce seçilen, 120’si her ilin valisi tarafından tespit ve teklif edilen adaylar arasından yine MGK tarafından seçilecek 120 kişiden oluşacaktı. DM’ye üye seçilebilmek için otuz yaşını bitirmiş olmak, yüksek öğrenim yapmış olmak ve 11 Eylül 1980 tarihinde herhangi bir siyasî partinin üyesi olmamak gibi şartlar konulmuştu. DM üyeleri, halk tarafından seçilmiş değil, doğrudan ve dolaylı olarak MGK tarafından “atanmış” kişilerden oluştuğu gibi MGK, DM’den gelen kanun tasarı ve tekliflerini aynen veya değiştirerek kabul veya reddetme hakkına sahipti. Aynı şekilde anayasa metnini hazırlamada da son söz MGK’ye aitti. 

ANAYASA KOMİSYONU’NUN BAŞINA PROF. ALDIKAÇTI

16 Ekim 1981’de yürürlüğe giren “Siyasi Partilerin Feshine Dair Kanun” ile tüm partiler kapatıldıktan sonra ve 23 Ekim 1981’de DM’nin ilk toplantısı yapıldı. DM, 23 Kasım 1981’de ise 15 üyeden oluşan bir “Anayasa Komisyonu” seçti ve komisyonun başına Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı getirildi. Aldıkaçtı, 1973 değişikliklerini desteklemiş biri olarak darbeciler için biçilmiş kaftandı. DM’nin Başkanı Prof. Sadi Irmak da “Bizim demokrasimiz kendimize mahsus olacak” demişti. Ancak Aldıkaçtı’nın yeni anayasanın 1961 Anayasası’ndan özgürlükler açısından daha geri olmaması gerektiğine dair basına verdiği demeçler ve DM içerisindeki kimi üyelerin Aldıkaçtı ile gizli toplantılar yaptıkları iddiaları, DM içerisinde “Atatürkçü liberaller, “sosyal demokratlar” ve “muhalif radikaller” isminde gruplaşmaların oluştuğu söylentileri Kenan Evren’i rahatsız etmiş, Başbakan Sadi Irmak’ın bu tür gruplaşmaların tasvip edilmediğine dair açıklamasıyla komisyon “kendine çeki düzen vermiş”ti. Bu olaylar üzerine Aldıkaçtı, demokratik ortamda yapılmayan bir anayasayla ülkeye demokrasi getirmeye çalışmanın güçlüğünü itiraf etmek zorunda kalmıştı. 

“KONSEY’DE HAZIR OLAN TASLAK”

Anayasa Komisyonu 23 Kasım 1981 tarihinde çalışmaya başladı. Ancak daha sonra Kenan Evren’in anılarında ifade edeceği gibi “Danışma Meclisi, henüz Anayasayı ele almadan Genel Sekreterlik’te (Konsey) anayasa taslağı aşağı yukarı hazır durumda idi.”

Heyet 177 asıl madde ve 16 geçici maddeden oluşan Anayasa taslağını 17 Temmuz 1982 tarihinde Danışma Meclisi’ne sundu. Kenan Evren, Anayasa’nın ilk üç maddesinin “değiştirilemeyeceğini ve değiştirilmesinin teklif edilemeyeceğini” 4. Madde olarak taslağa ekletti. Böylece “Madde 1. Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir; Madde 2. Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir; Madde 3. Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır; Madde 4. Anayasanın 1. maddesindeki devletin şeklinin cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2. maddesindeki cumhuriyetin nitelikleri ve 3. maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” şeklinde kesinleşti. 

Kenan Evren ayrıca Cumhurbaşkanlarının iki dönem görevde kalmalarını sağlayan maddeyi “bir dönem” olarak değiştirtti. Bu karşılık Cumhurbaşkanı seçimini de Anayasa’nın parçası haline getirdi. Anayasa’daki cumhurbaşkanı yetkilerinin “az olmasını” anılarının dördüncü cildinde şöyle açıklayacaktı: “Anayasa’yı düzenlerken cumhurbaşkanına verilen yetkilerin kısıtlı olmasına ben sebep oldum. İleride bu makama gelecek olanlar bu yetkileri suistimal eder diye düşündüm, onun için fazla yetki ile donatılmasını uygun görmedim.” 

 SADECE LEHTE PROPAGANDAYA İZİN VAR

Taslak bu hâliyle 4 Ağustos 1982’de Genel Kurul’un gündemine alınarak tartışmaya açıldı. Tartışmalar sonucu, tasarıda yapılan değişikliklerle anayasa tasarısı, 120 kabul, 7 ret, 12 çekimser oyla kabul edilirken 17 kişi oylamaya katılmadı. Aynı gün çıkarılan 70 sayılı karar ile anayasa taslağı hakkında lehte propaganda yapmak serbest bırakılırken, aleyhte propaganda veya eleştiri yapmak ise yasaklandı. Kararnamede referandumda oy vermek zorunlu hale getirilmiş, oy vermeyen vatandaşların seçme ve seçilme haklarının beş yıllığına ellerinden alınacağı, oy vermeyen vatandaşlara para cezası uygulanacağı belirtilmişti. 

Danışma Meclisi taslak metni 23 Eylül 1982 tarihinde kabul etti. Tasarı 18 Ekim 1982 tarihinde Milli Güvenlik Konseyi tarafından kabul edildi. Anayasa taslağını halka anlatma ve lehte oy isteme görevini darbeci Devlet Başkanı Kenan Evren üstlendi. Evren 24 Ekim 1982’de başladığı yurt gezilerini 5 Kasım 1982’ye kadar sürdürdü ve gittiği her yerde anayasanın neden kabul edilmesi gerektiğini anlattı. Anayasanın Geçici 2. Maddesi’ne göre anayasa kabul edildikten sonra olacaklar belirtildiği ancak anayasa kabul edilmezse ne olacağı konusunda bir açıklama yapılmadığı için hayır oyunu kullanmak daha da riskli hale gelmişti. İşte bu atmosferde anayasa metni 7 Kasım 1982 Pazar günü halkoylamasına sunuldu. Kayıtlı seçmenlerin yüzde 91,27’sinin katıldığı halkoylamasında 1982 Anayasası katılanların yüzde 8,63’ünün “Hayır” oyuna karşılık yüzde 91,37’sinin “Evet” oyuyla kabul edildi. (Kişisel not: Oy pusulalarının konulduğu zarflar öylesine inceydi ki, hayır veya evet oyunun rengi dışarıdan hissedilebiliyordu. Buna rağmen “Hayır” oyu kullananlardan biri de bendim.) 

Kenan Evren, yürürlüğe giren Anayasa’nın 1. geçici maddesi uyarınca yedi yıllık bir süre için Türkiye’nin 7. Cumhurbaşkanı sıfatını kazandı ve 9 Kasım 1982 günü göreve başladı. Kenan Evren daha Cumhurbaşkanı seçildiği anda bu konudaki düşüncelerini belli etmiş ve anılarının üçüncü cildinde: “Acaba Cumhurbaşkanı olmakla hata mı ettim? Böyle yapacağıma De Gaulle gibi ben de bir parti kursam, kurduğum parti seçimi kazandıktan sonra Cumhurbaşkanı adaylığımı koysam daha iyi olmaz mıydı? Bizim felsefemizi devam ettirecek, hiç olmazsa çalkantıları atlatıncaya kadar geçecek seneler zarfında söylediklerimi dinleyecek bir parti başkanını nasıl bulacağız? Daha buna benzer bir sürü sorular kafamı kurcalıyor,” diye yazacaktı. 

1961 VE 1982 ANAYASALARININ KARŞILAŞTIRILMASI

193 maddeli bir metni analiz etmek hem benim haddimi hem bu sayfanın sınırlarını aşar. Sadece belli başlı konulara dair aktarımlar yapacağım. Kemal Gözler’e göre her ikisi de darbe anayasası olan, her ikisi de bir bölümü darbeciler, bir bölümü sivillerden oluşan meclisin ürünü olan 1961 Anayasası ile 1982 Anayasası’nı birbirinden ayıran hususlar şunlardı: 

“1. 1961 Temsilciler Meclisi, 1982 Danışma Meclisine oranla daha temsili niteliktedir.

  1. Temsilciler Meclisinde kapatılan Demokrat Parti dışındaki iki parti (CHP ve CKMP) Anayasanın hazırlanmasına katılmışlardır. Oysa 1982 Anayasasının hazırlanmasına hiçbir siyasal parti katılmamıştır. Zira, Danışma Meclisine üye olmanın bir koşulu 11 Eylül 1980 tarihinde herhangi bir siyasî partinin üyesi olmamaktır.
  2. 1961 Anayasasında halkoylamasına sunulan metnin kabul edilmemesi durumunda ne yapılacağı belirtilmişti. Bu durumda yeni Temsilciler Meclisi seçilecek, Anayasa hazırlama çalışmalarına tekrar başlanacaktı. 1982 Anayasasının hazırlanması sisteminde ise, halkoylamasına sunulan Anayasanın reddi halinde ne olacağı belirtilmemiştir. Bu nedenle tasarı reddedildiğinde askerî idarenin bir süre daha sürme düşüncesinin akla geldiğine işaret edilmiştir.
  3. 1961 halkoylamasında Demokrat Parti dışında siyasal partiler kamuoyu oluşturulmasında aktif rol oynamışlardır. Oysa 1982 Anayasasının oylanmasında siyasal partilerin bir rolü olmamıştır.
  4. 1961 halkoylamasının aksine, 1982 halkoylamasında Anayasanın kabulü, Cumhurbaşkanının seçimiyle birleştirilmiştir.” 

Yine Kemal Gözler’e göre 1982 Anayasası, devletin temel kuruluşunu ve temel hakları ana hatlarıyla belirleyen bir “çerçeve anayasa” değil, her şeyi her ayrıntısına kadar düzenlemek isteyen bir “düzenleyici anayasa” dır. Diğer bir ifadeyle “kazuistik yöntem” ile hazırlanmış bir anayasadır. 1982 Anayasası değiştirilmesi adi kanunlardan daha zor usullere bağlı olan, “katı” veya “sert” bir anayasadır. (Ek olarak 1961 Anayasası’nda değiştirilemez tek maddesi “Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Anayasa hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” diyen 1. Madde iken 1982 Anayasası’nda ilk üç maddenin değiştirilemeyeceği 4. Madde ile belirtilmiştir.) 1982 Anayasası devlet yapısı içinde yürütme organını güçlendirmiştir. 1982 Anayasası bu güçlendirmeyi, bir yandan Cumhurbaşkanının yetkilerini artırarak, diğer yandan da Bakanlar Kurulu içinde de Başbakana üstün konum vererek sağlamaya çalışmıştır. 1982 Anayasası siyasal sitemde ortaya çıkan tıkanıklıkları giderici çözüm yolları öngörmüştür. Cumhuriyet Senatosu’nu kaldırarak kanun çıkarılma süresini kısaltmıştır. Cumhurbaşkanına belli şartlarda Türkiye Büyük Millet Meclisinin seçimlerini yenileme yetkisi verilmiştir. Seçimleri tıkayan üye tamsayısının salt çoğunluğu şartından vazgeçilmişti. Siyasi partilerin Mecliste grup kurmaları için gerekli milletvekili sayısını 10’dan 20’ye çıkararak, grupların Meclis çalışmalarını engelleyici şekilde kullanma ihtimallerini azaltmıştır. 

Bu özellikleri dolayısıyla, Ergun Özbudun’a referansla Kemal Gözler, 1982 Anayasası’nı “rasyonelleştirilmiş parlamentarizm” yönünde bir eğilim gösterdiğini düşünmektedir. 

ANAYASA MI AMAYASA MI?

Bana göre ise bu “rasyonel” (!) sistemin işleyebilmesi için demokrasinin kısıtlanması gerekiyordu. Öncelikle 1982 Anayasası’nda 1961 Anayasası’nın aksine “insan haklarına dayalı devlet” değil de “insan haklarına saygılı devlet” ibaresini kullanılmıştı. Ayrıca 1961 Anayasası’nın aksine, evrensel bir “insan hakları” anlayışı yerine yalnızca anayasada geçen temel hak ve hürriyetlerden yararlanma anlayışı benimsenmişti. Ancak bu da yanıltıcıydı, çünkü 1982 Anayasası ile siyasi partilerin yurtiçi ve yurtdışı örgütlenmeleri kısıtlanmış, siyasi partilerin dernekler, sendikalar, vakıflar, kooperatifler ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ile örgütsel ve maddi ilişki kurması; siyasi amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grev ve lokavtı, genel grev ve lokavt, işyeri işgali, verim düşürme ve diğer direnişler, derneklerin, sendikaların, vakıfların ve meslek kuruluşlarının siyasi faaliyette bulunması yasaklanmıştı. 1973 değişikliklerinden biri olan DGM’ler 1982 Anayasası ile anayasal kurum haline gelmiş, bu mahkemeler yoluyla yukarda sıralanan yasaklar en sert şekilde uygulanmıştı.

1982 Anayasası’nın 118. maddesinde ise MGK’nın görevleri şöyle tarif edilecekti: “…Bakanlar Kurulu’na bildirir. Kurulun, Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulu’nca öncelikle dikkate alınır.” Orduyu Sayıştay denetiminden kurtaran madde de aynen korunmuştu. “Milli güvenlik Devleti”ne sivillerin burnunu sokmasının âlemi yoktu elbette…

Ayrıca anayasanın hemen her maddesinde tanınan bir hak, bazen maddenin fıkralarında, bazen anayasanın bir başka maddesinde, “ama” anlamına gelen ifadelerle geri alınıyordu. Örneğin 12. Madde “Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir” cümlesiyle başlarken “Temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder” cümlesiyle devam ederek hak ve hürriyetleri bir anlamda sınırlandırmış olur. O da yetmez ve 13. Madde ile “Temel hak ve hürriyetler Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, millî egemenliğin, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlâkın ve genel sağlığın korunması amacı ile ve ayrıca Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle. Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak kanunla sınırlanabilir” denir. Bu da yetmez, 14. Madde ile “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek. Devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzenini kurmak amacıyla kullanılamazlar. Bu yasaklara aykırı hareket eden veya başkalarını bu yolda teşvik veya tahrik edenler hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir” diyerek bir sınırlama daha yapılır. Ancak bununla da tatmin olmaz anayasa yapıcı. 15. Madde ile “Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlâl edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir” der. 18. Madde’nin ilk fıkrası “Hiç kimse zorla çalıştırılamaz. Angarya yasaktır” derken ikinci fıkrasında “olağanüstü hallerde vatandaşlardan istenecek hizmetler; ülke ihtiyaçlarının zorunlu kıldığı alanlarda öngörülen vatandaşlık ödevi niteliğindeki beden ve fikir çalışmaları, zorla çalıştırma sayılmaz” der. “Bilim ve Sanat Hürriyeti” başlıklı 27. Madde’nin ilk fıkrası “Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir” şeklindeyken, ikinci fıkrada “Yayma hakkı, Anayasanın 1’inci, 2’nci ve 3’üncü maddeleri hükümlerinin değiştirilmesini sağlamak amacıyla kullanılamaz” der. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu nedenle 1982 Anayasası, muhalifleri tarafından “1982 Amayasası” diye anılacaktır.  

ATATÜRK’ÜN TOTEMLEŞTİRİLMESİ

Türkiye’de bütün darbeler “ulu önder Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak’”, “onun hedef gösterdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak” ve  “Atatürk’ün tarif ettiği türden bir demokrasiyi yeniden tesis etmek amacıyla” gerçekleştirildiği için, adı ister “ihtilal”,  ister “muhtıra”, ister  “balans ayarı”,  ister “e-darbe’” olsun hepsi de gayri meşru olan bu müdahaleler, güya partiler ve ideolojiler üstü bir referansa dayanarak yapılmış gibi sunularak, toplum gözünde meşrulaştırıldılar. Dolayısıyla darbecilerin, kendilerine tertemiz ve güçlü bir dayanak sağlayan Atatürkçülüğü biraz daha kutsallaştırması, biraz daha tabulaştırmaları gayet mantıklıydı. Bu konudaki şampiyon ise 1980 darbecileriydi. Mustafa Kemal’in kurduğu Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun yerine Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nun kuruluşu; Nutuk’un sadeleştirilmiş baskılarının yapılması ve yayılması; okullarda Atatürk köşelerinin mecbur tutulması; Ankara’da bir Atatürk heykel fabrikası kurulması; Atatürk’e ait olduğu tartışmalı vecizelerin kamusal alanlarda boy göstermesi; kahvehanelere Atatürk resimlerinin asılmasının mecburi kılınması; Kenan Evren’in Atatürk pozlarında konuşmalar yapması (hatta Atatürk gibi tren penceresinden bakan fotoğraflar çektirmesi) gibi adımlarla Atatürkçülüğün adeta sivil bir din haline getirilmesi 12 Eylül darbesinden sonra oldu. 

CHP’nin Altı Ok’u (Devletçilik hariç) “Atatürk İlkeleri” adı altında anayasaya girdi. Cumhuriyetçilik terimi 1982 Anayasası’nda sadece iki kez geçti ama Milliyetçilik ve (İnkılapçılık diye değiştirilerek) Devrimcilik kavramı 1982 Anayasası’nın başlangıç bölümünde genişçe yer aldı: “Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda…”, “Hiçbir düşünce ve mülahazanın Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği…” 

Laik kavramına “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir,” diyen 2. Madde başta olmak üzere pek çok maddede geçen ifadelerle bağlı görünen darbeciler, anayasanın  “Din ve vicdan hürriyeti” başlıklı 24. Maddesi ile din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri ilk ve ortaöğretim kurumlarında zorunlu hale getirmeyi çelişkili görmediler. Evren, 23 Temmuz 1981’de Erzurum’da yaptığı konuşmada din derslerinin zorunlu hâle getirileceği vaadinin gerekçesini “din eğitimini yetkin olmayan kişilerin tekelinden kurtarmak” olarak açıklamıştı. 

1982 Anayasası’nda Halkçılık dolaylı yoldan ve milliyetçilikle bağlı olarak yer alırken, Devletçilik ise ilke düzeyinde yer almamakla birlikte, Anayasa’nın başlangıç kısmının ilk cümlesinde geçen “kutsal Türk Devleti” ibaresiyle “devletçiliği” anayasanın her hücresine yerleştirmişti. Bu bağlamda Osmanlı’dan bu yana asker-sivil bürokrasinin temel görevinin “devleti kurtarmak” olduğu hatırlanırsa, 1982 Anayasası nihayet bu amaca anayasal anlamda erildiğinin nişanesiydi. 1982 Anayasası, 1961 Anayasası’nın ve dünyadaki atmosferin etkisiyle genişleyen demokrasi ortamında taleplerini cesaretle dile getiren ve bunları gerçekleştirmek için her türlü eylemi yapan öğrencileri, aydınları, sivil toplumu, emekçi kesimleri, o sırada yavaş yavaş belirginleşmeye başlayan etnik talepleri  zapt-u rapt altına almak, bu atmosferden tedirgin olan orta sınıfların endişelerinden yararlanarak otoriter ve merkeziyetçi (metinde hep büyük harfle başlayan) Devlet’i tahkim etmeyi hedeflemişti ve bu amacını da gayet mükemmelen yerine getirdi.

BİTİRİRKEN

1982 Anayasası şimdiye kadar 18 defa değiştirildi. Bu değişikliklerden ilki 1987’de, sonuncusu 2017’de yapıldı. Bu değişikliklerin yanında bir de fiilen yapılan müdahaleler var. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerine yönelik yasaklar gibi, sokağa çıkma yasakları gibi, düşünce ve ifade özgürlüğüne konan yasaklar gibi, mülkiyet hakkına yapılan müdahaleler gibi mahkemelerin bağımsızlığına yönelik müdahaleler gibi, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının uygulanmaması gibi… Kemal Gözler bütün bunları kapsayan terim olarak yukarda bir kez daha dile getirdiğim “anayasasızlaştırma” kavramını öneriyor. Şöyle diyor Gözler: “Yürürlükte bir ‘Anayasa’ var; ama bu ‘Anayasa’ gerçek anlamda devletin temel organlarını bağlamıyor. Devletin temel organları, işlerine gelmediğinde bu Anayasanın şu ya da bu maddesiyle kendilerini bağlı hissetmiyorlar; maddelerin emrettiği şeyleri yapmıyorlar veya maddelerin yasakladığı şeyleri yapıyorlar ve bu organların bu tür davranışları da bir müeyyideyle karşılaşmıyor. Bu şekilde de Anayasanın ilgili maddesi etkililiğini yitiriyor. Yukarıda açıklandığı gibi Anayasanın bir maddesinin etkililiğini yitirmesi o maddenin geçerliliğini de yitirmesine yol açıyor ve böylece Anayasa gerçek anlamda bağlayıcı olmayan ve uygulanmayan kurallardan ibaret bir metin hâline dönüşüyor. Yani Anayasa, “anayasa” olmaktan çıkıyor; anayasasızlaşıyor.” 

Gözler’e göre “Anayasasızlaştırma süreci hata sonucu içine düşülen bir süreç olamaz. Bu süreç istenmiş, plânlanmış bir süreçtir. Anayasasızlaştırma sehven, dikkatsizlik ve ihmal yoluyla gerçekleşen bir şey değildir. Yukarıda gördüğümüz anayasasızlaştırma yollarının hepsi, ancak bilinçli bir irade tarafından kullanılabilen yollardır. Bu yollardan her biri istenmiş, tasarlanmış ve niyet edilmiştir. (…) ‘[A]nayasal kötü niyet’ sorunu aşılmadan, Türkiye’de yeni yapılacak anayasa ne kadar demokratik ne kadar hukuk devletine değer veren ne kadar insan haklarına saygılı, ne kadar kuvvetler ayrılığı ilkesini üstün tutan bir anayasa olsa bile, yeni bir anayasa yapmanın bir anlamı olmayacaktır. Türkiye’de anayasal aktörlerdeki kötü niyet sorunu aşılmadan, yeni anayasa devlet iktidarını sınırlandıran, devlet karşısında vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini güvence altına alan bir anayasa olamayacaktır.”

Katılmamak mümkün mü?

Özet Kaynakça: 

Bülent Tanör, İki Anayasa: 1961–1982, On İki Levha Yayıncılık, 2019; 

Cem Eroğul, Anatüze’ye Giriş. İmaj Yayınevi, 2004;

Bülent Tanör, Necmi Yüzbaşıoğlu, 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, Beta Basım Yayım Dağıtım, 2016;

Ergun Özbudun, Türkiye’de Demokratikleşme Süreci: Anayasa Yapımı ve Anayasa Yargısı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2014;

Kemal Gözler, “1982 Anayasası Hâlâ Yürürlükte mi? Anayasasızlaştırma Üzerine Bir Deneme”, https://www.anayasa.gen.tr/anayasasizlastirma.htm;

Mustafa Erdoğan, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, Hukuk Yayınları, 2016;

Şule Özsoy Boyunsuz, 1982 Anayasası’nın Yapım Süreci, On İki Levha Yayıncılık, 2010;

Tarhan Erdem, Anayasalar ve Belgeler: 1876-2012, Doğan Kitap, 2012;

Türk Siyasal Hayatı: Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, ed. Ersin Kalaycıoğlu ve Ali Yaşar Sarıbay, Sentez Yayıncılık, 2016.

SON

27 Mayıs 1960 Darbesi ve “Özgürlükçü” 1961 Anayasası Paradoksu

Türk Ulus Devletinin Kurucu Belgesi: 1924 Teşkilât-ı Esâsîye Kanunu

Demokratik Bir İstisna Olarak 1921 Teşkilat-ı Esasiyesi