“Türkiye ‘İhracatta Okyanusları Aşayım’ Derken, Marmara Denizi’nde Boğulacak!”

Bir afet yönetim uzmanının ağzından “Ölmeye ölmeye geldik der gibi, bekliyoruz büyük  kıyameti” sözlerini işittiğinizde ne yapardınız? Muhtemelen benliğinizi saracak ilk duygu  endişe olurdu öyle değil mi? Farkında olsak da olmasak da unutsak da hatırımızın bir  köşesinde tutsak da İstanbul ve elbette Türkiye büyük bir riskle karşı karşıya… Türkiye’de senelerdir ulusal deprem seferberliği çağrısı yapan Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu yukarıdaki sözlerin sahibi. 

Profesör Kadıoğlu, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Meteoroloji Mühendisliği  Bölümü öğretim üyesi, aynı zamanda Türkiye’nin önde gelen, az sayıdaki afet yönetimi  uzmanlarından. 2011’de konuyla ilgili kaleme aldığı “Beklenilmeyeni beklemek,  en kötüsünü yönetmek” kitabında şöyle diyordu: 

“Bir gün Marmara depremlerinde 20 bin, başka bir gün bir organize sanayi  sitesindeki patlamalarda 20, yarın İstanbul depreminde 200 bin kişinin hayatını  kaybetmesinden sonra sorulan sorular hep aynı oldu, oluyor ya da olacaktır: Bu  acı neden?” 

Kadıoğlu’nun kaleminden çıkan bu cümlelerin üstünden epey zaman geçti. Deprem  ülkesi Türkiye, yurdun farklı yerlerinden acı tecrübeleri yaşamaya devam etti. Profesör  Kadıoğlu’na göre bu kafayla gidilirse vaziyet iç açıcı değil. Tespitleri, önerileri ve hâlâ  gizleyemediği şaşkınlığı söyleşide yer alıyor. Dahası Türkiye’nin afet yönetim bilinci,  neler yapılması gerektiği, mevcut sistemin afet yönetimi kavramını neden yanlış  algıladığı ve memleket sınırları dışında başta deprem olmak üzere doğal afetlerle nasıl  bir mücadele planı oluşturulması gerektiğini konuştuk Mikdat hocayla. 

İlk kez değil, son kez de olacağa benzemiyor. Fikir Gazetesi’nin yayımladığı Türkiye’de deprem gerçeğine dair söyleşi dizisinin ikincisi tam da burada başlıyor. 

“DEPREM BİLİNCİYLE İLGİLİ SİYASİ İRADE YOK, GÜNÜBİRLİK SÖYLEMLERLE GEÇİŞTİRİLİYOR”

26 Eylül 2019’da Silivri açıklarındaki deprem sonrası afet yönetimi üzerine  konuşmuştuk. “Bırakın artık fayları deprem yıkmadan biz yıkalım şu çürük binaları”  diyordunuz. Bu sözlerinizin üzerinden yaklaşık 4 yıl geçti. Gölcük depremi olalı  neredeyse çeyrek asır oluyor. Biz neden yıkamadık çürük binaları?

Siyasi irade tam oluşmuş değil, bir seferberlik yok gerçek anlamda. Günü kurtarmak,  biraz gaz alma şeklinde toplantılar oluyor, fotoğraflar çekiliyor. Birkaç tane bina  yıkılıyor, resim veriliyor, görüntü verilip geçiliyor. Çünkü sevimli bir konu değil. Birazcık vatandaşa dokunulması gerekiyor. Çünkü vatandaş 130 metrekarelik binanın 90  metrekareye inmesini istemiyor. Yeni bina yapılınca üste para vermek de istemiyor. Hatta bir  kat da fazla istiyor. Bir dairenin yerine iki daire istiyor, bir at pazarlığı yapıyor. Bunu  görmemezlikten gelip vatandaşı zorla güvenli bina sahibi yapmak oy kaybettirir. Kimse bu işin  içine girmiyor. Bu, sevimsiz bir konu. Politikacılar deprem ve afet yönetimini günübirlik  politikalarla, söylemlerle geçiştiriyor gibi geliyor bana. 

“AFET RİSKİNİ ÖNCEDEN KABUL EDİLEBİLİR SEVİYEYE İNDİREMEDİĞİMİZ İÇİN YIKILDIK” 

6 Şubat Depremleri sonrası çok tartışıldı. Afet yönetimi gerçekten sınıfta mı kaldı? Türkiye’nin kapasitesi bu kadarla mı sınırlıydı yoksa var olan kapasiteyi kullanamadı  mı? 

Bu bir kapasite sorunu değil. Zaten sorunun kaynağı da buradan geliyor. Biz “Hele olsun  hallederiz ağabey” mantığıyla davranıyoruz… 100 bin binanın yıkıldığı bir yerde 10 milyon  arama-kurtarmacı lazım. Öyle bir kapasite dünyada yok, Samanyolu Galaksisinde yok. Afet yönetiminin 6 Şubat’taki deprem altında kalmasının nedeni, afet yönetiminin birinci  ilkesini ihlal etmemiz. Birinci ilke nedir? Afet ortaya çıkmadan önce riski kabul edilebilir,  tolere edilebilir seviyeye indirgemektir. Bu riski göz ardı ettiğimiz için yıkıldık. Yoksa  bırakın riski, “İstanbul’da 100 bin bina yıkılacağı zaman ararız, kurtarırız, herkese yardım ederiz, şöyle  kahramanlıklar yaparız…” demek saçma… Böyle bir afet yönetimi yok. Afet yönetiminin  yüzde 90’ı riski yönetmektir. Risk ortaya çıkmadan önce riski tolere edilebilir,  yönetilebilir seviyeye indirgemektir. O yüzden burada sınıfta kalıyoruz. Türkiye’de idarecilerimiz afet yönetimini afetten sonra arama-kurtarma, çadır kurma olarak  anlıyor. Afet yönetimi o değildir. Ona acil müdahale denir. Acil müdahale değil bizim  işimiz, ön iyileştirme çalışmaları değil… Esas afet yönetimi riski yönetilebilir, tolere edilebilir,  seviyeye indirgemektir işte. Biz onu yapmıyoruz.  

 

“DEPREM YIKMADAN BİZ BU BİNALARI YIKMAZSAK TÜRKİYE ALTINDA KALIR” 

Yani depreme yönelik afet planlamasında mı sınıfta kalıyoruz? 

Depremde risk azaltmada sınıfta kalıyoruz. Riske karşı hazırlık yapmaya çalışıyoruz. Plan  yapmaya çalışıyoruz. Gerçi planların hepsi de teftiş fırçası gibi. Kâğıt üzerinde hiçbir planın  da tatbikatı yok. Plan tatbikatlarının hepsi de gösteriş şeklinde. Klasik sivil savunma  tatbikatlarına bakın. Üst kattan camdan adam indirme, sedye ile helikopterden atlama  gibi hiçbir afette olmayan şeyler bunlar. Bunlar tamamen şovdur. Kurum ve  kuruluşların yaptığı deprem tatbikatları da kaç-kaç üzerindedir, depremde kaç-kaç o da yanlış  şekilde yapılıyor… Esas tatbikatların planların çalıştırılması şeklinde olması lazım. Bunu yapan  da hiçbir kurum kuruluş yok doğru dürüst. En büyük problem nedir? Afet yönetiminde  ihlal ettiğimiz en büyük problem, riski yönetilebilir seviyeye indirmemektir. Önce 

bunu yapacaksın. Sonra sıfırlayamadığın, yönetemeyeceğin, kalan küçük risk için  hazırlık yapacaksın. Biz riski yönetilebilir bir seviyeye indirgemeden güya hazırlık  yapıyoruz. Böyle bir afet yönetimi yok! 100 bin binanın yıkılacağı bir yerde 100 bin binaya  göre afet hazırlığı yapamazsın. Yani bir kere bunu bir anlatabilsek. 100 bin bina  yıkılmayacak, bunu 100 binaya indirmen gerekiyor. 100 bin bina yıkıldığı zaman 10  milyon arama-kurtarmacı lazım. Nereden bulacağım bunu? Bu afet yönetimi değil bu  tam bir keriz yönetimi. Yani kriz yönetimi demiyorum ben buna artık bu bir keriz  yönetimi. Böyle bir afet yönetimi mantığı yok. Şu soruları ve cevapları duyuyorum: “Sorun  ne? / Arama-kurtarmacı, daha fazla arama-kurtarmacı yetiştirelim!” ya da “Sorun ne? / “Çadır, daha  fazla çadır üretelim!” Hayır! Arama kurtarmaya, çadıra ihtiyaç kalmayacak çözümler  geliştirmemiz lazım. O da riski yönetmek, riski azaltmak, ortadan kaldırmaktır. Deprem  yıkmadan biz bu binaları yıkarsak ayakta kalır Türkiye, İstanbul… Yoksa bunun  altında kalacağımız kesin.  

“AFET YÖNETİMİ KANLA YAZILMIŞ BİR BİLİMDİR, ÇAY KAHVELİ TOPLANTILARDA AKLA İLK GELENİ SÖYLEMEK DEĞİL” 

O halde bilimsel birikim göz ardı ediliyor? 

Türkiye’de zekâ diye bir problem yok yani. Bilimsel bir sorun yok. Yani bütün toplantılar  yapılıyor. Önce başkan bir konuşuyor. Sonra oraya çağrılan kırk insan masalara dağıtılıyor.  Herkes aklına ilk geleni söylüyor, genel kültürünü aktarıyor, raporlar yazılıyor. Oldu mu sana afet yönetimi! Böyle bir afet yönetimi yok. Yani anonim bir afet yönetimi  olmaz. Tamam, herkesin bir görevi var ama afet yönetimi sistemini doğru kuramıyoruz.  Genel kültür ile ezberlerle afet yönetimi yapılan bir yerde ancak böyle ortalama  televizyon kültürüyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Bu da daha fazla kahramanlık,  arama-kurtarma, uzay üssü alfa şeklinde telsizli melsizli adamlar, işte termal  kameralar filan gibi… Esas afet yönetimi, riski azaltma şeklindedir. Afet yönetimi kanla  yazılmış bir bilim dalıdır. Öyle otellerde oturup iki tane çay-kahve içerek yemek yiyip masalarda milletin aklına ilk geleni söyleyerek yapıldığı bir bilim dalı, bir yöntem, yol  değildir. Herkes afet yönetim uzmanı Türkiye’de… Sistemi doğru kurmak, herkesi içine  doğru yerleştirmek gerekiyor. Türkiye onu doğru yapamıyor. 

“İSTANBUL’DA TOPTAN GÖÇMEYİ ÖNLEYECEK TEDBİRLER ALMAK GEREKİYOR” 

Jeologlar, jeofizikçiler, paleosismologlar Büyük Marmara Depremi’nin yaklaştığını  söylüyor. Bu açıdan bakıldığında depreme dirençli bir İstanbul’u inşa etmek  -zamanın da daraldığı göz önünde bulundurulursa- imkânsız mı? 

İmkânsızı başarmak zaman ister gerçi ama ne yaparsak kârdır. Şu an dediğiniz gibi zaman çok  daraldı. Artık İstanbul’da deprem olabilir, filan değil olacak. 100 bine yakın bilinen  bina var tespit edilmiş. Bu 100 bin binayı bizim yıkılmayacak, yassı kadayıf  olmayacak, içindeki insanlar canlı çıkacak şekilde çok hızlı, pratik toptan göçmeyi  önleyen bir güçlendirmeyle, iyileştirmeyle ayakta tutmamız lazım. Artık yeniden yapılanma, güçlendirme, normal iyileştirmeden vazgeçtim ben. Yani toptan göçmeyi  önleyici tedbirler almak gerekiyor. Bu dışarıdan çelik kafeslemeyle mi alınır nasıl  yapılırsa bunu uzmanlarına danışarak… Artık kentsel dönüşüm ile güçlendirmeye  zaman yok.  

“SİYASİLERİN 6 ŞUBAT SONRASI İSTANBUL’DA SEFERBERLİK İLAN ETMEMESİNE İNANAMIYORUM.”

“İstanbul’da bir karargâh kurulsun, tüm kamu kuruluşları bir araya gelsin, İstanbul’da yıkılacağını bildiğimiz 100 bine yakın bina için acil bir çözüm  seferberliği yürütülsün.” diyorsunuz. Mümkün mü? 

6 Şubat depremindeki yıkımı gördükten sonra siyasilerin hâlâ İstanbul’da gerçek bir  anlamda seferberlik yapmadıklarını görünce yani buna inanamıyorum. Hâlâ bütün  kurum, kuruluşlar, bakanlıklar, valilik, belediyenin bir araya gelerek burada karargâh kurması  gerekiyor. Deprem sonrası değil, öncesi gelmesi lazım bu siyasilerin buraya. 

İstanbul’daki bu bina stokunun çürük, yıkılacak olan yapısal tehlikeleri nasıl azaltırız? Yani  pratik güçlendirme mi yapılır toptan göçmemek için? Boşalan binalar var. Oraya insanlar mı  taşınır? Boşalan ticaret kuleleri var. Oraya küçük değişikliklerle insanlar mı taşınır? Ne  yapılacaksa bir an önce yapılması lazım. İstanbul’da eğer 100 bin yıkılırsa Türkiye için bir  beka problemi bu. Türkiye sosyoekonomik büyük bir yıkım yaşayacak. Gayrisafi milli  hasılanın üçte birinin yok olması tehlikesi var. Yani Türkiye “İhracatta  okyanusları aşayım” derken, Marmara Denizi’nde boğulacak. Yani bunu hâlâ  görmemeleri bu 6 Şubat’tan da sonra… 99 depreminde ders almadık, Van, Elâzığ,  İzmir… Hiçbirinden ders almadık. 6 Şubat, bu bölgedeki depremlerden ders  almadıysak yapacak bir şey yok. Ben artık vazgeçtim. Siyasilerden bir şey beklemiyorum.  Gittim, çekiç, balyoz, eldiven kendi kendime bir şeyler aldım, yapıyorum. Hayatta kalırsam iki  kişi kurtarırsam kârdır. Bir akıl tutulması var. Şili’nin bile başardığı bir şeyi biz bir türlü  başaramıyoruz. Yani binaların yıkılmaması esastır. Eşyalar bizi öldürmeyecek. Burada önce özel mülkler var. Onlara devletin mutlaka el atması lazım. Sonra sanayi… İstanbul Sanayi  Odası liderliğinde sanayinin ayakta kalması gerekiyor. Ticaret… Ticari kuruluşlar… İstanbul  Ticaret Odası’nın liderliğinde ayakta kalması gerekiyor. İstanbul’un en önemli şanslarından  bir tanesi Marmara fay hattının denizden geçiyor olması, karadan geçmiyor. İkinci en  önemli şanslarından bir tanesi dünyadaki en önemli projelerden bir tane var: İSMEP (İstanbul Sismik Riskin Azaltılması ve Acil Durum Hazırlık Projesi) İSMEP  İstanbul’daki okul, hastane ve köprülerin birçoğunu güçlendirdi. İstanbul’un böyle  bir şansı var ama İstanbul’un büyük bir şanssızlığı da çok büyük sayıda özel mülk  bina var. Çürük, içinde insanlar yaşıyor, 100 bin bina! 1 kişi ölse 100 bin kişi eder. Yani  bu çok büyük bir rakam, çok büyük bir yıkım. Nasıl siyasiler uyuyabiliyor, dikkate  almıyorlar ve bir an önce gelip bu işe el koymuyorlar. Onu anlamıyorum. Şu anda  yapılan tek tük güçlenmeler tek tük kentsel dönüşüm çok yetersiz, bunu görmek lazım. 

“TÜRKİYE’DE BÜYÜK BİR ZİHİNSEL KURAKLIK VAR” 

6 Şubat Depremleri sonrası yıkıntı atıklarını gördük. Tehlikenin deprem sonrası  sürdüğünü gördük. Bu, aynı zamanda afet planlamasının süreklilik arz ettiğine işaret  ediyor mu? 

Önceden plan yapmazsanız yanlış işler yapıyorsunuz. Bizde büyük bir zihniyet kuraklığı var.  Yani zihinsel kuraklık var. Şu ana kadar yaptığımız yanlışları, zihniyeti değiştirip baştan ele  almamız lazım. Mesela ben gittim bölgede gördüm. Tarlalara dökülüyor enkaz, dere  yataklarına dökülüyor. Sonra dere azıcık bir yağmurda taştığı zaman yatağı dolu olduğu için  hiç su basmayan yerlere doğru yöneliyor. Sellere neden oluyor. Bunu anlamak lazım.  

Zincirleme yani? 

Tabi canım. Birbirini tetikliyor. Dere yatağına dökülen enkazın içindeki toksik malzemeler  dereye, yer altı suyuna karışıyor. Bizim içme suyumuz oluyor, balıkların suyu oluyor. Bu büyük  bir halk sağlığı problemi demek, inanılmaz sağlık sorunlarının ortaya çıkması demek… Bakın ayrı problemleri İstanbul’da yaşayacağız. 

“İSTANBUL’U DEPREM SONRASI NASIL İNŞA EDECEĞİMİZİ PLANLAMAK LAZIM” 

Dolayısıyla nasıl Tokyo’nun varsa İstanbul’un da deprem sonrası için karşılaşacağı  tüm sorunlarla ilgili bir planlamasının olması gerekiyor… 

Elbette! İstanbul’u deprem sonrası yeniden nasıl inşa edeceğimizi şimdiden  planlamamız lazım. “A, çok güzel fikir” deniliyor ama icraata geçiremiyorsunuz.  Yani İstanbul’u deprem sonrası yeniden nasıl inşa edeceğiz? Şimdi mesela Tokyo,  Japonya da deprem bekliyor. Tokyo’yu Japonlar yeniden nasıl inşa edeceklerini  şimdiden planlıyorlar. Bunun için ilkeler koymuşlar. Korunması gereken tarım alanları,  kültürel miras, ormanlar, su kaynaklarını belirlemişler. Geliştirilmesi gereken yerler var.  Onların nasıl iyileştirileceğinin belirlenmesi lazım. 

İTÜ Mimarlık ve Şehir  Planlama olarak afet yönetiminde bir ekip kurup İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne  gittik. İstanbul’un deprem sonrası yeniden yapılandırma ve planlama için bir öneri verdik, dikkate alınmadı. Bu demektir ki; İstanbul depremden sonra hızlı bir şekilde,  ezbere yerleşim yerlerine açılacak. Ezbere enkazları dökülecek. Her şey ezbere, acilen,  hızlıca yapılmaya çalışacak yine… Artık toplantı yapmaya gerek yok. Sorun belli. Çözümler  belli. Dünyanın bu konudaki yaklaşımları belli. Bunları 2002’de İstanbul Deprem Master Planı’ndan beri yaza yaza raporlara ciltler dolusu döktük. Esas olan uygulaması! Dünyadaki  doğru uygulamaları söyleseniz de kabul edilmiyor, dikkate alınmıyor. Yani boşa vakit  harcıyoruz. Yani “Ölmeye geldik, dünyaya ölmeye geldik” der gibi bekliyoruz büyük  kıyameti. 

_________

*Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu ile söyleşi Independent Türkçe için hazırlanan ve 6 Mart 2024’te yayımlanan Oldu&Olacak  Belgeselinin ikinci bölümü için gerçekleştirildi, söyleşinin tamamı ve yazılı hâli ise ilk kez Fikir Gazetesi’nde yayımlanıyor.

 

 

Prof. Dr. Sergio Barrientos: “Depremle Yaşayan Şili’de Yolsuzluk Olmaz”

Afetlere Toplumcu Bir Bakış: Peki ya İzmir Depremi?

Kentlerin Omurgası: Depreme Karşı Dirençli Yapılaşma

Yıkımdan Yeniden Doğuşa: Depremin Gölgesinde Kentlerin Geleceği